Sanat

Büyük provokatör mastürbatör İstanbul’da

Tarih: 22 Eylül 2008 Kaynak: Radikal Yazan: Merve Erol


Belki ‘Gerçeküstünün hası Doğu’da var’ diyen Avrasyacı ressamlar umursamayacak, 20. yüzyıl Avrupa resminin közünde demlenenler ‘Gerçeküstücülük iyi, Dali sahtekâr’ diyecek. Kimileriyse sanat tarihinin büyüklüğünü teslim ettiğini söyleyecek, bağrına basacak. Ama belli ki Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan Dali sergisine çok insan kayıtsız kalamayacak.

Ne Picasso, ne Rodin, ne Miro, Türkiye asıl Dali’yi bekliyor. Adının Türkçe’de yarattığı deli’li, dâhi’li tekerleme imkânından mı, garip kişiliğinden, skandallı davranışlarından, 20. yüzyılın en büyük sanat akımına damga vuruşundan mı, yoksa resmine nispeten kolay nüfuz edilişinden midir nedir, yıllardır Türkiye’de en iyi bilinen, dillere pelesenk olan ressam Dali. Picasso da öyle elbette, ama Dali’nin yarattığı efsane, kitlelere yayılışıyla, hem çekici, hem itici kişiliğiyle bir başka...

Dali daha evvel de gelmişti, 1999’da. Ama bu defa İspanya’dan çıkmasına izin verilen en geniş kapsamlı koleksiyonun sergileneceği söyleniyor, olay boyutlanıyor, belki hakiki bir tanışma imkânı doğuyor. Elbette ‘Mae West salonu’ gelecek değil, ama karakteristik birtakım işlerle karşılaşacağız galiba. Son zamanlarda yurtdışına çıkıp müze gezenlerin sayısı arttı, ama çoğunluğumuz için şu aşamada bu pek mümkün değil. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki halk gününe tenezzül etmeyecek olanlar Dali’yi zaten ‘bitirmiştir’, ama acaba ‘Kalk hanım, şu deliye bir bakalım’ diyen işçinin, bir Boğaz gezmesinin ardından müzeye sızacak genç sevgililerin, bağrış çağrış koridorları dolduracak okul çocuklarının Dali’yi algılaması nasıl olacak? Acaba Türkiye Salvador Domingo Felipe Jacinto Dali’yi Domenech’e hazır mı?

Dali ne işe yarar?
İpince, upuzun, çıta gibi bacaklarıyla bir fil... Eriyen, akan, bir sürü resimde sürekli eriyip akan duvar saatleri... Orada burada uçuşan kelebekler, kelebek değirmenleri... Bomboş bir arazide öylece duran bir ağaçla bakışan kocaman bir bulut-kafa... Tarifi gayrıkabil bir plastik etin kendini yedirişi... Vücuttan fırlayan çekmeceler, çürük eti saran karıncalar... Büyük bir piyanonun üstünde, gözleri çıkmış, dişleri fırlamış, ölü eşekler... Bir şemsiyenin yanıbaşında, bir ince dala asılı telefon ahizesinin damladığı Hitlerli tabak... Bir narı yırtan balığın ağzından fırlayan kaplanların saldırdığı çıplak kadın: Narın etrafında uçan bir arının yol açtığı düş...

Oldu mu? Olmadı tabii. Öyle izlenimciler misali tarife gelir, dile yatırılır bir tarafı yok Dali resminin. Kendisinin de asla takıp takıştırılamayacağını teslim ettiği mücevherlerinin, garip şekilli heykellerinin de öyle. Dali’nin işleri karşısında, faydacı bir sanata inanan bir toplumcu gerçekçinin ya da toplum genişliğinde olmasa da kendi eninde boyunda bir gerçekliğe vâkıf bir işbilir esnafın şöyle bir şey sorduğunu görebiliriz mesela: ‘Ne işe yarar usta bu resimler?’

Başka kim için sorulsa şöyle bir dönüp bakacağınız cinsten bir soru. Ama Dali’ye de uyuyor sanki. İşin teknik tarafı bizi aşar, gerçi bize de bir sürü işi bir tür gelişkin illüstrasyon gibi geliyor, bir duygu geçirmiyor pek çok resmi, fakat ‘Vay anasını’ dedirtiyor.

Bilenlere başvurmak en iyisi. Roll dergisi çift kapaklı son sayısında iki ayrı ressamla Dali üzerine söyleşmiş. Komet kendisini pek tutmuyor: “Pentür olarak kötü bir ressam; boyası iyi değil, piktüral olarak zayıf. Bir illüstratör aslında, yaptıklarını karikatür ya da tasarım eskizi olarak gösterse kâfi.”

Argun Okumuşoğlu daha toleranslı: “Muazzam bir bilek olduğunu yadsıyamam, ama teknik anlamda beni içine alan bir konu yok.”

Ama galiba her ikisi de genç ve yaşlı Dali’yi ikiye ayıracak, çokça yapıldığı gibi. Bir yanda, bir İspanyol-Meksikano saykodeliğini, rüyalar ve karabasanlar âlemini yaratıcı bir biçimde tuvale döken heyecanlı bir genç, öte yanda kendinden bir tanrı yaratmaya çalışan bir performansçı, atom bombasıyla büyülenen, new age’e kaldırım taşı döşeyen bir ‘nükleer mistik’...

Louvre’dan önce Picasso
Komet’in deyişiyle ‘büyük provokatör’. Kendi deyişiyle ‘büyük mastürbatör’. Breton’un Dali’nin adından bozarak deyişiyle ‘Avida Dollars’ (‘Dolar düşkünü’ gibi bir şey). Skandallar prensi, kendini beğenmiş bir teşhirci, işbilir bir reklamcı...

Dali, ikinci kuşak Gerçeküstücülerden. Manifestonun yazılışından beş yıl sonra gruba dahil oluyor, Eluard’ın eşi Gala’yla tanıştığının ertesi günü sevgili oluyor ve hayatını ona vakfediyor, Gala da onda herhalde bir dâhi yaratmayı kuruyor. Otobiyografisinde yazdığına göre, Gala’ya “Sana ne yapmamı istediğini söyle, olabilecek en kaba, en erotik kelimelerle, öyle ki ikimiz de büyük bir utançla kavrulalım” demiş, Gala da cevap vermiş: “Öldür beni!”

Dali muhafazakâr bir ailenin oğlu sayılır, annesine de düşkün. Ama yıllar sonra bir resminin üstüne ‘Bazen annemin portresine zevkle tükürüyorum’ yazınca babasıyla arasındaki ipler iyice kopacaktır. Normalde böyle yapmıyordu herhalde, ama şok yaratmaya eğilimi daha çocukluğundan barizdir, babasından başlar. “Küçükken aşçı olmak isterdim” diyor, “Bir sene sonra Napolyon olmak istedim, böyle böyle artarak devam etti olmak istediklerim.”

Madrid’deki akademide eğitim onu kesmeyince gözünde Paris’i büyütüyor. Babasıyla gittikleri bir sefer Picasso’ya uğruyor, “Louvre’dan önce size geldim” diyor, Picasso da “İyi etmişsin” diyor şaşırmadan. Ustası böyle olanın istikbali malum...

Paris’e postu serince elinden memleketlisi Miro tutuyor. Çok geçmeden anlaşılıyor ki, 1. Dünya Savaşı’nın bıraktığı beyhudelik duygusunu o saçmanın üzerine giderek, aklın ve bilincin hâkim olunamayan alanlarında dolaşarak atmaya çalışılan Gerçeküstücüler arasında en delisi hakikaten o. Sergi açılışında dalgıç kıyafetiyle konuşmalar, abartılı davranışlar, orada burada soyunup durmalar, yerinde durmayan kaşlar gözler, sürekli el altında tutulan bir baston, yüzüne baktığınız anda müşerref olunan özenle kesilmiş ve havaya dikilmiş bıyıklar, sansasyon, skandal, sükse... Giderek bir ‘life-style’ olarak işinin önüne geçen bir Dali... O hayat tarzı ki, deli dolu olacak, kudretli, muktedir, hem sefih hem aristokrat olacak, Marki Sade baharatlı bir ‘hür faşizm’e varacak, Lorca’yla, Aragon’la, Eluard’la dostluğuna rağmen Franco’ya açık destek verecek ve Breton tarafından Gerçeküstücüler arasından şutlanacak... Halbuki vaktiyle anarşist gösterilere katılmışlığı, yandan da olsa İspanya İç Savaşı’nda cumhuriyetçileri desteklemişliği de var, ama Hitler’in, Franco’nun iktidarına, monarşinin göz boyayışına da bigâne kalamıyor. Kendi deyişiyle, ‘anüsü temiz olan sivil muhafızları anüsü kirli olan Çingenelere tercih ediyor’...

Tuvaller ve cüzdanlar
II. Dünya Savaşı’nın Avrupa’sında müreffeh bir hayat tesis edilemeyince, ver elini Amerika: Vaktiyle Bunuel’le sinemada açtığı çığırı dozunu azaltarak Hitchcock gibilerle sürdürecek, Walt Disney’le çalışacak, satılabildiğini görünce kendini birtakım mücevherler tasarlamaya verecek, ününe ün, kârına kâr katacak, cüzdanını tutup ‘Benim tanrım bu’ diyecek. Tam da zamanımızın bir insanı. Tam da Amerika’nın müstakbel sanatçı prototipi...

Aynı zamanda, Amerika görkem ve ihtişam algısını da değiştirecek, Freud’a olan ilgisi Heisenberg gibi bilimcilere doğru kayacak. Kendini Katolikliğe verecek, monarşinin erdemlerini sıralayacak, teknoloji sayesinde ölümsüzlüğünün mümkün olabileceğine inanacak, Beatnik’lere, hippilere sevgiyle yaklaşacak, kibirli bir kral ve haylaz, haşarı bir çocuk gibi dolaşıp duracak...

Hiçbir rock’n’roll’cunun, Hollywood yıldızının beceremediği kadar kendi karikatürünü ranta devşiren, kendini popüler bir anıt yapan bir adam Dali. Hem kendi sınırlarını kendi belirleyip hem ‘gündemde kalmak’ her babayiğidin harcı değil, buna çeşitli rezaletler vasıtasıyla her geçen gün tanık oluyoruz. Ama Dali bir de sanatçı karikatürü çiziyor, dâhilikle delilik arasında, hemen herkesin dahil olduğu ara bölgeyi ustalıkla görmezden gelerek kendini neredeyse tanrı ilan ediyor (nitekim çarmıha gerilmiş İsa’yı çizdiği bir resimde İsa’ya bulutların arasından, yukarıdan bakıyor). Profesyonelce. Zekice. Bir kapitalist kafasıyla.

50’lerin reklamcılarının dünyasına odaklanan bir dizi var ya ‘Madmen’ diye, o anlamda bir manyak, bir deli Dali. ‘Sanatçıdır, ne yapsa yeridir’le özetlenen bir sorumsuzluk alanını başarıyla oluşturan, sıradan insanla sanatçı arasında kalın bir sınır çizgisi gibi durduğu zannedilen farkı büyüten bir işletmeci. Hayatı sanat kılmaktan dem vuran Nietzsche gibilerinin kastettiğinin tam aksine, sanatı hayat kılan, paraya ve şana tahvil eden bir demagog. Ama tabii Dali söz konusu olunca tam tersi de geçerli olabilir bunların ya da muammadan ibaret bir topak haline gelebilir bütün değerler...

Gençlere kötü örnek olmasın ama...
Etliye sütlüye karışmayan, karışınca da kendini şaşıran maharetli, gizemli bir sanatçıyı kim sevmez? Türkiyeliler sevecek gibi görünüyor. En azından, toplumdaki kapitalist imgesinin başarıyla değiştirildiği bir zamanda, burjuvazimiz pek bir bayılacak ona. Artık sanattan anlayan, kültüre ‘yatırım’ yapan, dünya sosyetesiyle aynı kulvarda koşan bir zengin sınıfımız var. Amerikan Forbes dergisine göre, Avrupa’da en çok dolar milyarderine sahip üçüncü şehir İstanbul, Londra’nın ve elbette Moskova’nın ardından. Dali de yaşasaydı İstanbullu zenginlerle bir Boğaz turu yapmayı çok isterdi herhalde. Gerçeküstücülerin çizdiği haritada gösterilen iki dünya başkentinden birinde (diğeri Paris), ‘kahpe Bizans’ın çöküş yıllarının kokusuna herhalde hayranlık duyardı. Genç âşıklar gibi karadan değil, yattan bakardı elbette yedi tepeye...

Belki modern sanata çoktan sırtını dönmüş, ‘Batı bizim geçtiğimiz yerlerden geçiyor, bizde ne Siyah Kalem’ler var, bizden devşirdiklerini bize satıyorlar’ diyen, bildiğimiz kompozisyona, figüre uyuz olan, ‘gerçeküstünün hası Doğu’da var’ diye sürrealizme filan da bel bağlamayan Avrasyacı ressamlar, bu sergiyi hiç umursamayacaktır. 20. yüzyıl Avrupa resminin közünde demlenen ressamlarımız ve sanatseverlerimiz, ‘Gerçeküstücülük iyi de, Dali olsa olsa bir sahtekâr’ diyeceklerdir. Bir kısmımız onu hiç eleştirmeyecek, sanat tarihinin onun büyüklüğünü teslim ettiğini söyleyecektir. Bazılarımız Dali’nin iki dönemine bakacak, geç dönem işlerine mesafeli duracak, sürrealist dönemine görmezden gelemeyecektir. Ama yine de herkes, tuval, tahta ya da kâğıt üstünde, hatta hayatın bizzat kendisinde bir tür başarıda mutabık kalacaktır.

Leman kuşağı zaten Dali’yi çoktan aştı. Karikatür dergilerinin aylık eklerindeki denemeler, mesela Bahadır Baruter’in o akışkan rüya çizimleri Dali’yi aratacak şeyler mi? Bir sürü genç, Dali sergisinde, kendi zamanlarının fantezi âlemini belirleyen, ayrıca hiç de eskimeyen bir ustayı görecek. Belki kendi zamanlarının birçok fantezisi gibi, bu sergi de hayatlarının, durumlarının, duruşlarının, duygularının bir yerine değmeden geçip gidecek...

‘Ramazan vakti gâvur işini ne yapalım’ diyenlerin pek çoğu, muhtemelen son iftardan sonra da sergi kapısını açmayı aklından bile geçirmeyecek...

Ama, geleceğim ne olacak, bu ay sonunu nasıl getireceğim, bu hayat hep böyle mi gidecek, ben kimim, neyim diye kendine her gün soran bir sürü insan, Dali’nin resimlerindeki gibi hem dingin hem endişe yüklü rüyalar görmeye devam edecek. İş yükü artarken iş saatleri de uzayan, o işten de olacağı kaygısıyla yaşayan, işsiz güçsüz dolaşan, tatmin ve anlam arayan ama bulamayan, bütün gün kafası iyiymiş gibi dolaşan, içinde ne saykodelik fırtınalar kopan, gerçeğin üstüyle gece gündüz cebelleşen insanlarız genellikle.

Aman ne yapalım, paragözlükmüş, faşizmmiş, öyle ya da böyle, sevilmeyecek gibi de değil ki bu Dali. Bir yerden sonra, gerçekten ne kastettiğini, öyle derken böyle mi demek istediğini kendisi de bilmiyor, şaşırtmak denen fiili şaşırtıcı boyutlara vardırdığıyla kalıyor. Gerçi, dolu dolu yaşamak denen şeyi de becerdiği hissini veren, tavizsiz, coşkuyla yüklü bir adam kendisi. Gençlere kötü örnek olmasın ama, büyük ressam bu Dali...
Sanat
Takvim
<<Temmuz 2019>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31        
Sanat Haberleri Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.