Arkitera Diyalog

Sibel Bozdoğan

Philip Johnson üzerine birkaç söz daha...Arredamento Dekorasyon 1995/03, sayfa 116-118

Ocak sayımızda yeralan Philip Johnson konulu Profil'in girişinde ve aynı sayının Öngörünüm'ünde bu mimara verdiğimiz "prim" MIT'den gelen çok ciddi bir "salvo"yla yanıtlanıyor. Sibel Bozdoğan, bize düşünsel temelleri sağlam bir muhalefet ile her tür tavır ve görüş arasında kayıtsızca dolanan bir "hercai" arasındaki farkı anımsatıyor. Ünlü tasarımcıya ve yüzeydeki cilayı biraz daha kazımaya yeltenmeyen "editorial" sorumluya yönelik bu güçlü eleştiriyi, mimari muhalefetin doğasma ilişkin bir tartışma için önemli bir katkı sayıyoruz.

Derginizin Ocak sayısındaki Philip Johnson Profil'ini ilgiyle okudum. Johnson'un, son sıralarda ardarda yayınlanan biyografisi, otobiyografisi ve ünlü "Cam Ev" üzerıne derlenmiş yazılar dizisi nedeniyle, ABD'de çok gündemde olduğu bir döneme rastladı sizin Profil'iniz. (Bu yayınlar sırasıyla, Franz Schulze, Philip Johnson: Life and Works, Alfred Knopf, 1994, H. Lewis and J.O'Connor ed., Philip Johnson: The Architect in His Own Words, Rizzoli, 1994, ve D.Withney and J.Kipnis eds., Philip Johnson: The Glass House, Random House, 1993.) Ünlü mimarın 90'ıncı yaşgününün çeşitli etkinliklerle, bu arada da kişisel kolleksiyonundan New York'taki Museum of Modern Art'a bağışladığı 350 parça sanat yapıtının sergileneceği bir açılışla kutlanacağı 1996 ise şimdiden bir Philip Johnson yılı olmaya aday.

Öte yandan, birbiriyle ilişkili iki konuda -birincisi Öngörünüm sayfanızda vurguladığınız Philip Johnson'un "muhalif ve kötü çocuk" kimliği, diğeri de bu ünlü mimarın, sayın hocam Enis Kortan'ın da değindiği "kelebek misali daldan dala konan Eklektisizm'i" konularında kısaca birşeyler daha söylemek ihtiyacını hissettim. Umarım, Philip Johnson'a derginizdeki yazıların toplu olarak yansıttığından daha az sempatiyle bakıyor olmam Johnson'u beğenenleri kızdırmaz. Ayrıca mimar olarak Johnson'un çağdaş mimarlık tarihi içindeki yerinin (dikkat ediniz, kişiliğinin, kültürel ve kurumsal rolünün yadsınamayacak öneminden bahsetmiyorum, mimarlığından bahsediyorum) çok da önemli olmadığı, sadece benim kişisel görüşüm değil. Yakınlarda okuduğum eleştiri ve değerlendirme yazılarında, en son olarak da New York Review of Books'un Aralık sayısında çıkan ve Johnson'a ilişkin yeni yayınların çok bilgilendirici ve eleştirel bir değerlendirmesinde de bu sonuca varılmış1. Böyle ünlü bir mimara karşı, vatanı ABD'de bile bu kadar genel bir sevgi/nefret ikileminin sürekli varolması, kendisine ilişkin en iyi şeyleri söyleyenlerin bile canı gönülden değil de tereddütle konuşması, herhalde sadece herkesin tutuculuğundan ve "kötü çocuk"lara karşı önyargılı olmasından kaynaklanmasa gerektir diye düşünüyorum.

Önce bu "kötü çocuk" meselesi ile başlayayım. Johnson'un yerleşik değerlere "aykırı" kişiligine, "dissenter" tanımlamasına genel olarak katılmak elbette mümkün. Özellikle de, hatta belki mimarlığından daha çok, toplumsal ve dini tabulara karşı çıkmasıyla; Schulze'nin biyografisinde açık olarak yeralan homoseksüelligi ile vs. "sürüye katılmayı yadsıyan gerçek bir liberal" tanımlamanıza uymaktadır. Böyle bir kişiliğin, kendisine yakıştırılan "infant terrible" kimligini fazlasıyla benimsemesinde, en yeni ve en "uçuk" mimari akımlara/düşüncelere herkesten önce sahip çıkmasında, birkaç neslin avantgarde mimarlarına maddi ve manevi patronluk etmesinde fazla şaşırılacak birşey olmadığını düşünüyorum ve ben de herkes gibi, bunu önemsiyorum. Aralarında Peter Eisenman, Frank Gehry, Michael Graves ve Rem Koolhaas'ın da olduğu pek çok meşhur kariyere Johnson'un verdiği desteğin hakkını mutlaka teslim etmek lazım.

Benim söylemek istediğim şu ki, bunun ne kadar varolan düzene gerçekten "muhalif" bir program olduğu, ne kadar ise, her dönemde, muhalif bir söylemle yola çıkan yeni mimarlık akımlarını, başarılı bir biçimde lanse ederek, düzenin tam da içine düzeni besleyen ve yeniden üreten kurumlara (Museum of Modern Art gibi, AIA gibi), mimarlık okullarına, belli başlı dergi ve yayınlara çeken bir "moda yaratıcılığı" olduğu, en azından tartışılabilir. Johnson'un, 1932'de International Style sergisi ve kitabıyla, Avrupa'daki Modernist avant-garde hareketi, radikal politik söyleminden soyutlayıp bir "üslup", bir form meselesi haline getirdiğini biliyoruz. Benzer birşeyi son olarak Deconstruction için yaptığı da söylenmektedir ki, ABD'de herkesin gülerek ifade ettiği bir deyiş, ne demek istediğimi anlatabilir sanırım: "Bir mimarlık akımı Museum of Modern Art'ta bir sergi haline gelmişse radikalliği de, muhalifliği de bitmiş demektir." Bu eleştirilerde kıskançlık payının olduğunu kabul edebiliriz. Johnson'un, bir sonraki moda akımın kokusunu almaktaki güçlü sezgisini ve bu modaya herkesten önce imzasını koymaktaki başarısını çekemeyenler mutlaka vardır. Kendileri "her mevsimin adamı" olmak isteyip de bunu becerecek karizmaya, zeka kıvraklığına kişisel servete ve sosyal ilişkilere (ki hepsi Johnson'da fazlasıyla vardır) sahip olamayanlar bu eleştiriye özellikle arka çıkıyor olabilirler. Ama bu gene de eleştirinin özünü geçersiz kılmaz. Yani üsluplar gelip geçiyor, Philip Johnson'un,
mimarlığı bir üslup meselesi olarak görme/gösterme eğilimi degişmiyorsa, bunun ne kadar "muhalif" olduğunu ya da muhalif olmaktan ne anladığımızı düşünmek gerekir.

Ben, "muhalif" sıfatının mimarlıkta iki durumda kullanılabileceğini düşünüyorum. Birincisi, mimarlık disiplinin kendi sınırlarını zorlayan, kuramsal ve eleştirel derinliği ile, sıradan ve genel geçer (mainstream) mimarlığı reddeden bir zihinsel/biçimsel yaratıcılık ve öncülük durumudur. Buna göre, örneğin 1920 ve 30'larda Mies van der Rohe muhaliftir, şimdilerde de Rem Koolhaas muhaliftir. Onları başarılı bir biçimde taklit veya lanse eden (sırasıyla) Philip Johnson ise bence muhalif değildir -en iyimser bakışla, ikinci derece bir "muhalif "tir. Postmodernizm ise, tanımı gereği bir avantgarde akım olmayıp, avantgarde düşüncenin kendisine karşı olmakla övünen bir biçimcilik olduğundan, Philip Johnson'un Postmodern kimliği, muhalif olmaya belki de en uzak olan kimliğidir.

Muhalif kelimesinin ikinci ve kanımca daha doğru anlamı ise, artık ne yazık ki klişeleşmeye başlayan tabiriyle, toplumdaki iktidar ilişkilerini sorgulayan bir arayışı mimarlık aracılığıyla yapmaktır. Örneğin, ABD'de, sayıları milyonları bulan evsizler için neler yapılabilir, zencilerin yoğunlukta olduğu şehiriçi mahalleleri nasıl daha sağlıklı hale getirilebilir veya bir ofis tasarımı nasıl hiyerarşik ve erkek-egemen iş düzenlerini degiştirmeye, bir ev tasarımı nasıl geleneksel ve tutucu aile yapılarını sorgulamaya katkıda bulunabilir gibi meselelerle uğraşan bir sürü isimsiz mimar bence Philip Johnson'dan daha muhaliftir. Hemen eklemek istiyorum ki, burada daha muhalif mimarlığın ille de daha iyi mimarlık olduğunu söylüyor değilim ve bu konuda yanlış anlaşılmaktan çok korkarım; çünkü mimarlığın, son kertede, form yapmaya yönelik özerk bir alan olduğunu ben de biliyorum. Sadece mimarlıkta muhalif olmaktan bahsedeceksek Philip Johnson'un, nereden bakarsak bakalım, yanlış başlangıç noktası olduğunu düşünüyorum.

Philip Johnson'un "her mevsimin adamı" kimliğine gelince... Tabii zaman içinde çizgi degiştirmek ille de kötü birşey değil; hatta galiba, zaman içinde çizgi değiştiren mimarları peşinen mahkum eden ahlakçı tavırlar bundan çok daha rahatsız edici. Hiçbirimiz eskiden yaptıklarımızı/yazdıklarımızı her zaman beğenmiyoruz veya onlardan sıkılıp yeni arayışlar içine girdiğimiz, yeni fikirlerin peşinden gittiğimiz çok oluyor. Ama sorun Eklektisizm'in bitip Relativizm'in başladığı noktada ortaya çıkıyor. Bir başka deyişle, denediğimiz yeniliklerin, fikirlerin, biçimlerin hiçbirinin diğerinden bir farkı kalmayıp, pekala "herşeyin olabilecegi" (anything goes), çünkü neyin olup neyin olmayacagı konusunda hiçbir standartın bize yol göstermedigi bir durumda eleştiriden söz etmek de mümkün değil artık. Philip Johnson'un sorunu da tam burada yatıyor, yani yeniliklere açık olmasında, radikalliğini yitirmeye başlamış mimari söylemleri "yenilik için yenilik" olarak yapmasında, sürekliligi ve hiç olmazsa bazı ilkeleri olan bir arayıştan çok, bir avantgarde sanat ve mimarlık kolleksiyoncusu (connoisseur) görünümü vermesinde Philip Johnson'un Postmodern dönemine damgasını vuran ve mimarlık aleminde çok tartışılan "Eklektisizm'ine" de bu çerçevede bakmak gerekir. Enis Kortan'ın dediği gibi, "sanat-tarihçisi/mimar eğlenmektedir: Tarihten sevdiği güzel şeyleri seçip, cephecilik ve biçimcilikle güzellik arayarak.. " (Okuduğum kadarıyla, Postmodern döneminden sıkıldıktan sonra Johnson'un, yakınlardaki en son ilgisi ve ilham kaynağı Herman Finsterlin ve Alman Ekspresyonistleri imiş) Mimar tabii ki isterse eğlenebilir; özellikle bu pahalı eğlencenin faturasını ödeyecek bir işvereni varsa ki, Johnson'un kendini pazarlamadaki başarısını herkes kabul ediyor. Samimi bir biçimde "ben bir fahişeyim" diyen ve bunu her fırsatta tekrarlamaktan kaçınmayan2 bu mimarı bu nedenle suçlayamayız. Konuyu dağıtmak gibi olacak ama, son sıralarda asık suratlı ve yasakçı anti-pornografi taraftarlarına karşı, olaya daha esnek bakan, pornografinin tarihsel olarak metropoliten ve kosmopoliten kültürlere bir çeşitlilik, bir zenginlik verdiğini anlatan, fahişeliği yasaklamaktan çok, fahişeliğe zorlanmayı engelleyecek yönde düşünmeye iten ilginç yazılar çıkıyor. Philip Johnson'un fahişeligi ve daldan dala konuşları da kendi bileceği bir iştir ve onu mahkum etmez, ama (eger daha iyi birşey yapmıyorsa), sırf fahişelik yapıyor, mimarlığa renk katıyor diye taltif edilmesi de gerekmez. Modern mimarlık tarihindeki yerinin, en iyimser durumda bile "tartışmalı" olması -örneğin asla bir Frank Lloyd Wright veya bir Louis Kahn olmaması da büyük ölçüde bu durumdan kaynaklanmaktadır. ABD'de oldukça yaygın bir görüşü Martin Filler şöyle özetliyor: "Eğer filozof Francis Bacon'un dediği.gibi, 'ince zeka abideleri zafer abidelerinden daha uzun ömürlü' ise o zaman gelecek nesiller belki de Philip Johnson'u hatırlayabilirler. Yoksa, gelecek yaz 90'ıncı yaşına girecek olan Johnson'un, mimar olarak saygıyla hatırlanması biraz zor görünüyor"3 Yıllar önce bir söyleşimizde de rahmetli Sedad Hakkı Eldem, bu konuda "efendim, Eklektisizm seçmesini bilmek demektir, Philip Johnson'unki Eklektisizm değil ki o hiçbirşeye inanmıyor" demişti. Galiba ben de buna ben-zer birşeyler söylemek istiyorum.

Son olarak, Philip Johnson'un geçmişinde kalmış ve kendisinin de unutmak istediği bir dönem var ki, gazeteci/eleştirmen mimar Michael Sorkin bu konuyu gün ışığına çıkardığından beri4 herhalde pek çoklarımızın, Johnson'a sempatiyle bakması (hoşgörü yılı olmasına rağmen) pek kolay değil. Bildiğimiz gibi 1930'lu yıllar, Johnson'un üstadı Mies van der Rohe'nin, Nazi ileri gelenleriyle iyi geçinmek ve apolitik kalarak Bauhaus'u kurtarmak için uğraştıgı bir dönem5. Philip Johnson'un Mies'ı tanıdığı ve Berlin'i sık sık ziyaret ettiği bu yıllarda başlayan Hitler hayranlığının ise, Mies'in anlaşılabilir pragmatizminin çok ötesine geçtiğini, Nazi partisinin gösterilerine ve propaganda amaçlı bir yaz okuluna katılmak, ABD'de de bir Faşist hareket örgütlemeye çalışmak, bu amaçla Social Justice isimli dergiye yazılar yazarak "... yeşil Alman üniformalarının coşkusundan, alevler içindeki Varşova'nın heyecan verici manzarasından" bir Faşist estetik yakalamak gibi ileri noktalara varmış olduğunu ben bilmiyordum, yeni ögrendim. Tabii milliyetçiligin dorukta olduğu 1930'larda Türkiye'dekiler de dahil pek çok mimarın Alman ve italyan Faşist mimarlıklarına hayranlık duyduğu bilinen birşey. Fakat Johnson'un, üstelik daha mimarlık eğitimini bile tamamlamadan önceye rastlayan bu dönemde, hem de aktif biçimde katıldığı bu hareket, daha çok, onun sözünü ettiğimiz egzantrik kişiliğiyle, Avrupa'da esen rüzgarlardan (mimari veya politik) hemen etkilenip heyecanlanmasıyla açıklanabilir kanısındayım ki, bu da herhalde yeniliklere açık olmanın karanlık yüzü Yakınlarda, 1993'te bir televizyon programında "hayatta yaptığım en aptalca işti" diyerek pişmanlığını ifade etmiş olsa bile, Johnson'un bir zamanlar yapmış olduğu bu politik seçim, herhalde hayatındaki "seçmeci" ve "üslupçu" eğilimlerinin en talihsizi olarak onu sonuna kadar rahatsız etmeye devam edecek.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1 Martin Filler, "Prince of the City" (Philip Johnson'la ilgili yeni yayınların değerlendirilmesi), New York Review of Books, 22 Aralık 1994, s 46-51

2 Örneğin, Enis Kortan'ın da alıntılar yaptığı John W.Cook ve H.Klotz, Conservations With Architects, Praeger, 1973'de bu söz etrafındaki tartışmalarından söz edilir.

3 Martin Filler, a.g.e., s.46. 

4 Michael Sorkin, "Where was Philip?", Spy, October 1988, s.138-140 ve daha sonra M.Sorkin, Exquisite Corpse, Verso, 1991 

5 Bkz. Elaine Hochman, Archtitects of Fortune: Mies van der Rohe and the Third Reich, Fromm International Publishing, 1990   

Sibel Bozdoğan
Yazılarından
Diyalog Arşivi
Dönem içindeki Diyalog'ların listesi aşağıdadır. Ayrıtılara ulaşmak için ilgilendiğiniz Diyalog'u listeden seçiniz: