Haberler

Bruce Mau ile Söyleşi

Tarih: 9 Ocak 2007 Kaynak: Eye Magazine Yazan: Steven Heller Çeviren: İrem Çağıl

”Bana göre tasarım yazarlığındaki en paradoksal durumlardan biri, kişinin aynı anda hem üreten hem de eleştiren olmasıdır. Ben bu yüzden iki taraflı bir hayat sürdürüyorum.”

Kırk yaşındaki Kanadalı Bruce Mau tasarım yazarlığındaki yeni türün bir örneği. En son çıkan 627 sayfalık sanal bir müze, manifesto ve monograf olan kitabı Life Style, New York Times’ın tasarım eleştirmeni Herbert Muschamp tarafından “sonsuz sayı ve çeşitteki peçeyle yapılan bir striptiz” olarak tanımlandı. Muschamp’a göre Life Style, okuyucuları bir anlığına tasarım dünyasının en yaratıcı beyinlerinden birinin düşünce dünyasına sokuyor. Fakat bu ifadede “grafik” kelimesi geçmiyor. Mau’nun kariyerinin kökleri grafik tasarımına dayansa da, çalışma alanı mimarlıktan filme, peyzaj tasarımına kadar farklı konuları içeriyor ve bu çalışmalar çoğunlukla alanlarının en önde gelen isimleriyle ortaklaşa yürütülüyor. Bu ortaklıklara Rem Koolhas’ın S,M,L,XL kitabı ve Frank Gehry’nin tasarladığı Walt Disney Concert Hall’un tipografik kimliği örnek gösterilebilir.

1980’lerin başında Toronto Spencer Francey Peters ve Londra Pentagram stüdyolarında geçirdiği yıllardan sonra Mau, kamuya ve kâr gütmeyen organizasyonlara tasarım hizmeti veren Public Good ajansına ortak oldu. 1985’te ajansını çağdaş şehirler üzerine yazılmış metinlerin bir seçkisinden oluşan Zone 1/2’nin tasarımını yapmak için bıraktı ve sonrasında Toronto’da kendi stüdyosu olan Bruce Mau Design’ı kurdu. Hemen ardından Zone Yayınları’nın görsel kimliğini geliştirdi ve yayınevinin tasarım yöneticisi oldu.

Düzensiz, çok katmanlı ve bozuk tipografinin hüküm sürdüğü zamanlarda, Mau görsel bir dil yaratmak için beslediği kişisel tutkusunu gerçekleştirebilmek adına yenilikçi ekonomiyle olan bağını güçlendirdi. Bunun sonucu olarak Hollanda Mimarlık Enstitüsü, Andy Warhol Müzesi, Ontario Sanat Galerisi, son zamanlarda da Los Angeles’taki UCLA Hammer Müzesi ve New York’taki Gagosian Galerisi’nin kurumsal kimliklerinin tasarımını yaptı. 1991 ve 1993 yılları arasında I.D. dergisinin yaratıcı yönetmenliğini üstlendi ve Getty Araştırma Enstitüsü’yle, kurumun geniş bir konu yelpazesinde yayınladığı kitaplar üzerinde çalıştı.

İşbirliğine açık projeleri sayesinde Bruce Mau sanatçı / besteci Gordan Monahan, film yapımcısı Michael Snow ve koreograf Meg Stuart gibi kişilerle çalışma olanağı buldu. 2000 yılındaki Vienna Festivali için Bruce Mau Tasarım Stüdyosu, André Lepecki’yle birlikte, insan vücudunun yapıları üzerine bir multimedia enstalasyonunu içeren ‘Stress’ adlı sergiyi tasarladı. Aynı dönem içinde Douglas Gordon’un Liverpool Tate Müzesi’ndeki ‘Black Spot’ sergisi için tasarlanan ve çok ilgi uyandıran kitabını yayınladı. Mau aynı zamanda Toronto’daki Downsview Parkı’nın peyzaj tasarımı önerisinde, kazanan projeyi Rem Koolhas ve Petra Blaisse’yle beraber geliştirdi. Mau kavramlara görsel biçimler verebilmesi sayesinde tüketim, iletişim, inanç gibi konuların en sıkı eleştirmenlerinden biri haline geldi. Life Style ise Bruce Mau’nun sanat, kültür ve politikada tasarımın rolü üzerine kurguladığı son projesi.



Steven Heler: Tasarım yazarlığı konusunda nasıl hissediyorsunuz?

Bruce Mau:
Eğer bu tanımı bir kenara koyar ve kelimelerin ayrı olarak ve bir aradayken ne anlamlara geldiğine bakarsanız, bir anlamda birbirleriyle karşıtlık içinde olan bir yapı görürsünüz. Yazar, çoğunlukla, hayali de olsa, düşünceli bir duyarlılığa ve sorumluluğa sahip olmalıdır ve bu aynı zamanda dünyada bir yer işgal etmek ve onu anlamak anlamına da gelir, ancak böylelikle dünyadan işe yarar özler çıkarılabilir.

Diğer taraftan, tasarımcı sabit bir şekilde üretir ve bu durum tasarımcıya bir çeşit üstünlük, sıradışılık sağlar. Bizim stüdyoda yapmaya çalıştığımız şey tasarımı öz değerler üretmeye itmek ve tasarım pratiğine yazarlık tekniklerini getirmektir.

SH: Peki bu teknikler nelerdir?

BM:
İşin özü dünyaya doğrudan, dolaysız bir biçimde dâhil olmaktır. Klasik anlamıyla tasarım ve yazarlık arasındaki temel farklılıklardan biri maddelerle iletişime girme derecesidir. Çoğunlukla tasarım, önceden ayıklanmış maddeler, özler üzerinde uygulanır. S,M,L,XL’ı bitirdiğimiz sırada, Rice Üniversitesi’nde ders veriyordum ve bu kitapta ne yapmaya çabaladığımızı orada beraber çalıştığım insanlara aktarmak istedim. Bana oldukça açık gelen bir diyagram çizdim. Bu diyagram dünyaya dâhil olmayı tanımlayan ve yukarı inip çıkan bir dalga hareketini gösteriyordu. Dalganın tepe noktaları dünyada bağımsız biçimde hareket etme kabiliyetine ve istediğimiz nesneleri seçme özgürlüğüne denk düşüyordu. İşte yazarın yaptığı budur. Yazar genellikle pozisyonları, konuları belirginleştirir ve ürettiği ifade veya metinle iletişime geçerek dünyaya dâhil olur.

SH: Peki sizin farklı oluşumları bir araya getirmek için ne yaptığınız şey nedir?

BM:
Biz dalga hareketlerinin tepe noktalarını yakalamak ve dünyaya bağlanmak için, tasarım pratiğiyle yazarın üstlendiği rolleri üst üste getirerek çakıştırmaya çalışıyoruz. Şu anda bu durum bazı problemler yaratıyor. Bunun sebebi, bence, literatürün gücünün özünde sahip olduğu özgürlükten gelmesidir. Tasarımcıların ise üretim talebi yüzünden böyle bir lüksü yoktur.

SH: O zaman siz, yazarlık pratiği adına, bol miktarda zamanı ayrıca ayırıyorsunuz, öyle mi?

BM:
Bunu zamana oltamı daldırarak ya da zamanı çalarak yapıyorum. Yeni kitabımla bir yazar olarak üretmek zorunda olduğum bir durumu yarattım, bu noktada talepler üretimi doğurdu.

SH: Biraz da yeni kitabınız Life Style’dan konuşalım. Kitabın girişinde bazı terimlerin life style adı altında anlamlarından uzaklaştırıldığından ve yağmalandığından bahsediyorsunuz. Peki, o zaman neden kitap için bu başlığı seçtiniz?

BM:
Benim her zaman uygulama anlamında stil fikrine karşı bir alerjim olmuştur ve her zaman harekete geçmek için daha derin motivasyonların hayalini kurarım. Bu iki terimin; “hayat” ve “stil”in fikirlerinin ayrılması bana göre önemli. Eğer biz stili, işlerimizin yeni sonucu olarak benimsersek, o zaman bu stilin felsefi bir konsept haline geldiğini ve yüzeyselliğini kaybettiğini görürüz ve stil geçici bir durum olmak yerine dikkat çeken, derin bir düşünceye dönüşür. Bizim çalışmamız “bir biçimde” yaşamak üzerinedir ve bu esnada yaptığımız seçimler stili oluşturur. Çalışmamızdaki en önemli nokta hayat ve stilin birbirleri içine dâhil edilmesidir.

SH: Bu çok tutkulu bir amaç.

BM:
Bu kalıplara neler olduğunu görmek çok ilginç olacak. Fakat, yirmi birinci yüzyıl yaşamındaki önemsiz pratiklere merkez bölgeleri vererek, yitirdiğimiz değerleri geri kazanmanın, bir şekilde alan kazanmak olduğunu düşünüyorum.

SH: Kitabınızda “biz” kelimesini kullanıyorsunuz. Her zaman çoğul bir şekilde mi çalışırsınız?

BM:
Stüdyonun çalışma şekli ortaklıkları mümkün kılıyor. Bu işbirliği ilk önce stüdyonun kendi içinde başlar. Daha sonra stüdyo dışarıdan insanlarla, Rem Koolhas ya da Frank Gehry gibi mimarlarla ya da diğer sanatçı ve tasarımcılarla işbirliğine girer. Life Style kitabının yazımı, kendi başına bir seri karmaşık işbirliğini içeriyor. Kitabı Kyo Maclear ve Bart Tesla’nın editörlüğünde, Chris Rowat tarafından yönetilen tasarım ekibi ve prodüktör Jim Shedden ile birlikte oluşturduk. Benim buradaki konumum ise karmaşıklığın azaltılmasına gerek duyulduğu yerdedir. Kitap üretim anlamında stüdyo üzerine ve ben de bu stüdyonun sorumlusuyum. Bu her çeşit şeyi üreten insanlardan oluşan karmaşık bir grup ve yazma eylemi de bu üretimlerden bir tanesi.

SH: Life Style kitabında sosyal konularla bağlantı kuruyorsunuz. Örnek gösterilecek ya da saldırılacak konuları nasıl seçiyorsunuz?

BM:
Çalışmalarımızın yönünü anlamak için projelerin dışına çıkmak gerekiyor. Çalışmamızın neresinde olmak istediğimi anlamak için, beraber yaşamaya mecbur kaldığımız nesnelerdeki bağlamı ortaya koyabilmem gerekir. Eğer kitabın kullanımı için genel bir istekte bulunabilirsem, bu; hepimizin bu bağlamlar içinde yaşadığımız, arka planda ise bunlara karşı savaştığımız olabilir. Nesnelerin nasıl evrimleştiğiyle ilgili herhangi bir sezgiye sahip olmaktansa bağlamların evrimsel doğasını anlamaya ihtiyacımız var. Marshall McLuhan şu muhteşem cümleyi kullanır: “Bizi çalıştıran şeyler bitti”. Bizi çalıştıran şeyler biterken yeni bir takım kuvvetleri evrimleştirdi. Ben bu yeni kuvvetleri hissetme yetisine sahip olmak isterim, böylelikle bu durumlara karşı yeni buluşlar ortaya koyabilirim. Diğer taraftan onlara saldırırım ama aynı zamanda da kucaklarım. Bana göre tasarım yazarlığındaki en paradoksal durumlardan biri, kişinin aynı anda hem üreten hem de eleştiren olmasıdır. Ben bu yüzden iki taraflı bir hayat sürdürüyorum

SH: Bu bir noktada iki yüzlülük yaratmıyor mu?

BM:
Bunun bir ikiyüzlülük olduğunu düşünmüyorum, bence bu gerekli bir durum. Alternatifler düşünmemek veya yapmamak. Eğer bir görsellik kültürü üretiyorsanız problemin bir parçasısınız demektir. Hayat gibi!

SH: Bu kitapta turizmden kamusal ilişkilere farklı konularla ilgili birçok fikir var. Fakat kitap aynı zamanda Bruce Mau Design için bir portfolyo niteliğinde. Burada insanların işlerinize bakışını etkileyecek bir alt okuma bulabilir miyiz?

BM:
Kitap çok fazla alt okuma içermiyor. Mesela, bir görsel ekonomisi varsa, yeni kurallar, yönetmelikler de vardır ve bu bizim şimdilerde yeni yeni anlamaya başladığımız dinamikler yaratıyor. Kitap, bir şekilde, bu konulara ve tamamen birbirlerileriyle bağlantılı olan görsellik ve üretim ilişkisine daha detaylı bir şekilde bakmak için stüdyoyu bir büyüteç gibi kullanıyor.

SH: “Bağlanmak” fiilini kitap boyunca kullanıyorsunuz. Bağlanmakla kastettiğiniz tam olarak nedir?

BM:
Bu bir şeye derinlemesine bakabilme yetisidir ve bir problemin veya projenin karmaşıklığıyla, içerdiği karşıtlıklarla, zorluklarla başa çıkabilme yetisidir. Diyelim ki bunu ya da buna yakın olan bir şeyi her zaman başaramıyoruz. Ama kitap bu başarıyı kazanma için gösterilen çaba üzerinedir. Bu yolda keşfettiğiniz durumları Zen felsefesine benzer bir yaklaşımla kabul edersiniz.

SH: Ağırlık ve büyüklükle ilgili bir sorum var. S,M,L,XL cazibesinin bir kısmını fiziksel yapısından alıyor ve gerçekten fark edilir bir kitap. 600 sayfalık Life Style da aynı şekilde ağır sıklet. Neden?

BM:
Bizim bu konuyla ilgili önceden belirlenmiş sabit bir fikrimiz yoktu, her şeyi gelişmesi için akışına bıraktık. Kitaba konuların nasıl ve ne kadar katılacağıyla ilgili düşünmeleri adil bir şekilde yaptığımız kanısındayım. Fakat S,M,L,XL’dan şunu öğrendim; biz işin yüzde 90’ını yapabiliriz, geri kalan yüzde 10’luk parça ise, işin insanlara ulaşıp onlardan yankılanması sonucunda tamamlanır. Bu bir şeyi sonuca ulaştırmak için itmektir, şekilleri olmaları gereken forma ulaşmaları için itmeye benzer.

SH: Önceden belirlenmiş bir limitiniz var mıydı?

BM:
Hayır. Yayıncılar oldukça açık fikirliydiler, benden yapmaya ihtiyacım olan kitabı istediklerini söylediler. Aslında biraz daha büyük olmasını bekliyordum. Ama kitabın bu haliyle iyi bir ritim yakaladığı oldukça açık.

Benim için, bu kompozisyona dair bir konu; bir tepkime, şekil verme ama aynı zamanda da kararlılık gerektiren karmaşıklıklar üretmeye dair. Bu kompozisyonu yaratmak imkansız değil ama küçük ölçeklerde yapmak daha zor oluyor.

SH: İzleyicilere sahip olmakla ilgili bir düşünceniz var mı?

BM:
Genellikle kullanışlı olacak bir şey yapmak istedim. Tasarım yarışmalarına girmediğim için insanlara ulaşmayan birçok işin daha geniş kitlelere ulaşmasını istedim. Git gide daha fazla işimiz nesne temelli olmaktan çıkıyor. Bazı projelerimiz görülebilir bile değil, örnek olarak, kitabın Research bölümünde yer alan kısımlar. Bunların bir kısmının görülür bir anlamı olsa da işlerimiz görsel bir sonucu olmayan veya olma ihtimali düşük düzensel, kavramsal, işletimsel temellere gittikçe daha çok dayanıyor. Bu da çoğunlukla sonuç olarak ortaya çıkan bir görsellik oluyor. Ne yaptığımıza dair klasik söylemlerden uzaklaşmak yerine yakınlıklar kurmak için kitapta da adı geçen bir miktar gerçek yapıya ihtiyacımız var, bu bizi birçok karar almaya zorluyor. İzlemesi heyecan verici olan şey ise tasarım üzerine düşünme ve üretme sürecinin görsellikten kopmadan bağımsızlaşabileceğini görmek oldu. Benim için, projenin gerçek güzelliği bütün bu farklı şeylerin birarada meydana gelmesi ve sadece bu yakınlıktan ileri gelen sürtüşmelerin ortaya çıkmasıdır. Genellikle bu eğlenceli durum bireysel şeylerde değil, nesnelerin arasındaki boşlukta ortaya çıkıyor.

SH: Kitabın içine dağılmış olan 14 kısa hikâyeden mi bahsediyorsunuz?

BM:
Benim için hikâyeler en eğlenceli şeylerdir çünkü hikâye yaratmaya bayılıyorum ve işin doğrusu bunu yapabildiğimi bilmiyordum. Fakat hikâyelerde, bir şekilde, çok zayıf da olsa işaretçi bir yön var. Sadece Seurat’nın yerine bile, bildiğiniz, gördüğünüz gibi, sayfada 40 nokta var. Bunun içine benim bir görüntü yüklemem gerekiyordu. Bu görüntü stüdyoda gerçekten neler olup bittiğini anladığınız, hikâyelerin arasındaki mekândadır. Fakat aynı zamanda siz, okuyucu olarak, bunu kendiniz hayal etmelisiniz.

SH: Peki başka bir araçla benzerlik kurabilir miyiz?

BM:
Belirgin karşılığı sinemada bulabiliriz.

SH: “Sinematik göç” kavramını kullanıyorsunuz…

BM:
Bununla sinematik teknikleri ve diğer pratiklerin parçası olmayı kastediyorum. The Red Violin’in yapımcısı François Girard’la bir işbirliği içindeyim. S,M,L,XL’ı gösterdiğim bütün insanlar arasında, kitabı en hızlı şekilde kavrayan François oldu. Ona açıkladığım andan itibaren kitabın nasıl yapıldığını olduğu gibi gördü. Thirty Two Short Films About Glenn Gould adlı filmin yönetmenliğini yaptığından dolayı S,M,L,XL’ın bölümlü yapısını çabucak farketti.

SH: Son yıllarda grafik tasarımcılar tarafından yapılan kitaplar çizgisel anlatım geleneğini kırmayı denediler, Pure Fuel, Tomato’s Process, Tibor Kalman: Perverse Optimist gibi. Siz kendinizi bu gruptan ayırmayı bilinçli olarak denediniz mi?

BM:
Biz Tomato kitabı gibi örneklere baktık ve her seferinde vaade benzer şeyler gördük. Sonunda gördük ki hepsi hayal kırıklığından ibaret. İçerik ve tasarım kesişmelidir. Bu tip kitaplar heyecan verici olmayı isteyen bir görüntü sunuyorlar ve bizi de o noktaya çekiyorlar ama o noktaya ulaştığımızda ortada bir şey olmuyor!

SH: Kullandığınız temalardan biri de “Küresel İmaj Ekonomisi”. Diyorsunuz ki “Küresel İmaj Ekonomisi”ne göre süslediğimiz ve bunu yapmayı tekrar ettiğimiz bir hayata mahkûm ediliyoruz. Fakat aynı zamanda tasarımcıyı da “durağan olmak için çaba göstermeyen ya da sınırlara geçilemez olarak bakan biri” olarak görüyorsunuz. Tasarımcılar bu kadar güçlü, şiddetli bir ekonomide kendi yaşam alanlarını terk etmeden nasıl değişimler yaratabilirler?

BM:
Bu biraz bağlam dışı olduğundan açıklığa kavuşturmalıyım. Ben bütün bu şeylerin eğer biz harekete geçmeyi beceremezsek doğru olduğunu söylüyorum. Bence bu bir önkoşul yani bu şeylere dâhil olma ve onlarla başa çıkma sorumluluğu. Bunun nasıl olacağına dair bir formül vermek benim haddime değil. Liderlik yapmanın ya da basmakalıp direnmelerin bu bağlamda çok yardımcı olacağını düşünmüyorum.

SH: O zaman marka karşıtlarının taktiklerini reddediyorsunuz?

BM:
Markalar sorunlarımızın en küçükleri. Markaların pazarda, bir anlamda, demokratik bir işlevleri var. Diğer bir deyişle, Coca-Cola’nın nerede yaşadığını biliyoruz. İçme suyu kaynaklarımıza kimyasal maddeler karıştıran ve hakkında hiçbir şey bilmediğimiz milyonlarca şirket var. Bunlar Coca-Cola değil. Markalar bizim şirketleri daha detaylı olarak bilebilmemiz için gerekli olan mekanizmalar. Eğer her şirket markalaşsaydı daha tanımlı bir piyasamız olurdu. Yani Adbuster’cıların* marka karşıtı duyarlılıkları çok da üretken değil. Bundan daha karmaşık tepkilere ihtiyacımız var.

Wired’da bir devrimi yaşadığını söyleyen insanlar da spektrumun başka bir uç noktasındalar. Bizim çalışmamızın karmaşıklığının farkında olacağımız ve eşzamanlı bir şekilde üretebileceğimiz bir orta noktaya ihtiyacımız var.

SH: Aynı zamanda “gerçekliğin garipliklerini zekice kullanarak dış görünüşler üretmeye kendini adamış” bir yan endüstriden, “kamuflaj endüstrisi”nden bahsediyorsunuz. Açıkça bahsetmeseniz de bu konuları işaret ederek harekete geçme çağrısı mı yapıyorsunuz?

BM:
Evet harekete geçmeye çağırıyorum ama hareketi emreden değilim.

SH: O zaman hepimizin bireysel tepkilerle gelmemiz mi gerekiyor?

BM:
Mesleki değişimler ölçeğinde saf bir şey bulmak giderek daha da zorlaşıyor. O yüzden başka bir şeye ihtiyacımız var ve bence bu “başka şey” bizim “bağlantılı pratik” dediğimiz şeyde bulunabilir. Bu kavram sizi nesnelerin bağlamına yerleştiren bir çeşit yer bulucuya denk düşüyor. Bu yer bulucunun neler olup bittiğine bakma ve olup bitenlerin içindeki suçları anlama yeteneği var.

Gerçek yer bulucu; size nerede olduğunuz söyleyecek olan şeye dâhil olmak ve bağlanmaktır. Bu da işlerimizdeki günahlardan kopmamıza olanak tanıyan tasarım pratiğine dönüşmüş olan bir çeşit soyutlanma üzerinden giderek yapılabilir.

SH: İlk bölümde görsellerin üst üste getirilmesi sizin az veya çok bir şekilde Adbuster yöntemine yakın olduğunuzu akla getiriyor. Özel bir aktivite olmasına gerek olmadan, genel bir hassaslık üzerinden söylüyorum bunu. Ve siz bağlanmadan bahsetmişken, bunun bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Sorun ise birinin bu sorumluluğu nasıl üzerine alacağında yatıyor. Fakat çalışma hayatınızı nasıl sürdürdüğünüzü anlatan kitabın ilk bölümlerinde, insanları “kamuflaj endüstrilerini”, “kültürün içindeki şiddeti”, “gözlem altına alma fikirlerini” yenmeye çağırıyorsunuz. Kitabın okuyucusu daha fazlasını bilmek isteyebilir. Bunun için önerileriniz var mı?

BM:
Hayır. Bence insanlar fikirleri kendileri için üretmeliler. Önceden belirlenmiş kurallar yok.

SH: Kitabın “Freeway Condition” bölümünde diyorsunuz ki: “Netlik, geminin kontrolünü elinde tutan kültürel kuralları kullanarak, karmaşanın kozlarını çalıyor. Toys-R-Us mağazaları her zaman ortalama teşebbüsleri ezecektir. Eşsizlik artık sadece bir trafik kazasında ortaya çıkar.” Bu kavramları sevdim. Fakat daha çok bunları açıklamak için seçtiğiniz görselle ilgiliyim; eski bir Volswagen resmi. Bunu açıklayabilir misiniz?

BM:
Bazen bana çizgiyi hatırlatan şey bir sigara oluyor… Fakat bunun arkasına saklanmayacağım. Kullandığım Volswagen resmi durma eylemini mükemmel bir şekilde görselleştiriyordu.

SH: Kitap boyunca “Konformist görüşü takip etmeyin” gibi ikaz edici sesler duyuyoruz. Daha sonra muhtemelen konformist görüşü takip etmeyen bir işinizi gösteriyorsunuz. Bu yaklaşım eleştirdiğiniz şeyden çalınmış bir puan mı yoksa kendinize tetikte kaldığınızı gösteren bir hatırlatıcı mı?

BM:
Gerçek bir değeri ve anlamı olan işler üzerinde çalışmayı seviyorum. Bunu yapabilmek için üzerinde çalıştığınız şeyleri kavramsal olarak anlamanız gerekir yoksa geçmiş bir dönem için tasarım yaparsınız. Size ne olduğunu anlayabilmeniz için, içinde evrildiğiniz bağlamı anlamanız gerekir. Bu da işlerinize direk olarak yansır. Fakat bu, sizin de bildiğiniz gibi, “dört ayak kötüdür, iki ayak iyidir” gibi bir düşünme şekli değildir. Bunu o anda yaşarken bile fark etmesi zordur; çok fazla kendi içine kapalı bir konsept olarak görebilirsiniz. Ama yine de dünyadaki her şey bu yönteme göre konumlandırılıyor. Ve bu konumlandırma bizim işlerimizin bir parçası. Çünkü biz ne aldığımız mesajlara göre bilinçsizce yeniden konumumuzu belirliyoruz ne de onunla hareket etme ya da karşı durma bilinciyiz.



SH: “Çok fazla yoğunluk” kalıbını yeni medyayı tanımlamak için kullanıyorsunuz. Bu sizin acı gerçekleri görmemek için dikkatimizi dağıtmaya yarayan sanal gerçekliğe olan bağımlılığımızı ifade etme şekliniz mi?

BM:
Bu sahip olduklarımız için bir telkin, bir şekilde, bazı bağımlılıklardan kendimizi özgürleştirme şekli. Fakat kendimizi bu konulardan özgürleştirdikçe boşluklar kendi başına hareket eden endişelerle doluyor, bizim öngördüğümüzün aksine. Ne kadar çok şey üretilip dolaşıma sokulursa özgün olan o kadar değer kazanıyor. Walter Benjamin özgün olanın anlamının boşaltılacağını önceden tahmin etmişti, ama aslında bunun tersi olup bitiyor. Şu anda hala hayatta olan ve yapıtlarının çoğaltılmasını istemeyen bir sanatçı yoktur.

SH: “Büyümenin Tamamlanmamış Manifestosu”nu yazmaktaki amacınız neydi? Bu sizin ilk vasiyetiniz mi yoksa sonuncu mu, ya da insanın kendi kendine yardım etmesi için bir tür kılavuz mu?

BM:
Yazdım çünkü karımın kız kardeşi çıkarmakta olduğu bir dergiyle işbirliğine girmem için beni zorluyordu! Fakat manifesto gerçekten de yapmakta olduğumuz işlerin dışında ortaya çıktı, sanki “Yaptığımız bu” diyen bir söylem gibi. Sonrasında ise önceden hiç tahmin edemeyeceğim bir yankı uyandırdı. Manifestonun kısaltılmış halini görümcemin Toronto merkezli dergisinde yayınladım sonra da, Amsterdam’a “Algının Kapıları” konferansı için gittiğimde uzun halini sunma fırsatı buldum. İnanılmaz derecede pozitif tepkiler aldım ve manifestoyu yayınlamam için birçok talep geldi, akabinde de 8 dilde yayınlandı. Ama yine tekrarlamak istiyorum, manifesto karmaşık bir bütünün parçasıdır, stüdyonun ve orada yapılan mesleki pratiğin parçalı bir portresidir.

SH: Sürekli stüdyodan bahsediyorsunuz. İş gerçekten “siz” değil misiniz?

BM:
Yani, bir anlamda; ben işin bir parçasıyım ama işler çok karmaşık bir takım ilişkilerin içinde ortaya çıkıyor. Stüdyo bu işleyişi kalıcı hale getiren sınırlara sahip; bazı insanlar içeride, bazıları sınırları oluşturuyor ve bazı insanlar da dışarıda ve hepsi devamlı suretle hareket halindeler. Benim rolüm ise bir şekilde bu hareketleri kolaylaştırmak ve üretimin, stüdyonun içinde, dışında ve stüdyoya doğru olmasını sağlamak. Manifestoyu stüdyo deneyiminin dışından yazdım. Başka bir deyişle, ben ne kadar stüdyoyu üretirsem, stüdyo da beni üretiyor.

SH: Stüdyodan bağımsız bir varlık gibi bahsederken sanki dış bir ses gibi konuşuyorsunuz, hâlbuki siz işin başında olan kişisiniz. Bu kolektiflikle bireysel ihtiyaçlarınız arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?

BM:
İki tarafın da birbirine eşzamanlı olarak ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Benim kendi deneyimlerim, kendi yönüm, kendi keşiflerim ve kendi sesim var. İyi bir arkadaşım bir toplulukmuşçasına yazar olunamayacağına işaret etmişti; kişinin kendi sesi olmalıdır. Benim de bunu yapmaya ihtiyacım var. Ama sanki bir toplulukmuşum gibi üretebiliyorum ve bu varoluş şekli birçok tekil ses üretiyor ve birçok farklı fikrin sesi oluyor. Benim için en büyük mükâfatlardan biri stüdyodan gerçek sesler çıkmasıdır. Stüdyoyu insanların işten en çok zevki almasına olanak tanıyacak şekilde tasarladım, burada insanlar benim ilk işe başladığım zamanlarda olduğu gibi kendilerinin bir bağlantı yarattığını görüyorlar. Bu şahsiyet üretmek için gerekli olan yoldur.

SH: Kitabınız yayınlandı, peki sırada ne var? Geleceğe dair kaygılarınız var mı?

BM:
Evet var. Aslında bir diyagram yaptım; Toronto’da 322 dönümlü arazinin planlanmasını kapsayan bir yarışmaya Rem Koolhaas ve Petra Blaise ile birlikte girdik –bunu kitapta bulabilirsiniz. Hiç kazanabileceğimizi hayal etmemiştik ve kazandık. Sonra ertesi gün uyandım ve dedim ki, “Aman Tanrım bir peyzaj mimarı oluyorum!”

Benim stüdyoda insanlara her zaman şunu söylerim; “Amacımız bir sanatçının statüsüne ve tasarımcının (çoğunda olmasa da) endişesine sahip olmak olmalıdır”, konuşmamı bir art direktörün konumundan, tasarımcının çizelgesinden, işadamının karmaşıklığından, yazarın huzursuzluklarından ve sanatçının aylık kazancından bahsetmeden bitiririm.

*İletişim çağında yeni sosyal hareketlenmeleri hedefleyen, farklı formasyondaki insanların bir araya gelmesiyle oluşan küresel bir ağ. Daha detaylı bilgi için bkz. www.adbusters.org. (çn)

Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.