Haberler

Geleceğe Hoşgeldiniz

Tarih: 4 Eylül 2007 Kaynak: Guardian Yazan: İlhan Düz, Jonathan Glancey
Artık dünyada kendisine saygısı olan her şehrin egzotik bir binaya ihtiyacı var, peki ya geçmiş? Süper star Mimar Rem Koolhaas Jonathan Glancey’e artık kendisinin bile niçin nostaljik olmaya başladığını anlattı.

Rem Koolhaas’ın bana göstermek üzere birkaç fotoğrafı var. Yarattığı sarsıcı binaların değil, Pekin’in asırlık avlularındaki, sokak hayatından kareler. “Hutong” diye bilinen bu evler su kuyularının etrafında, dar sokaklardan oluşan, karmakarışık bir ağ oluşturuyor.

“Yakın bir zamanda hepsi yok olacak,” diyor mimar, Rotterdam’daki şirketi OMA’nın genel merkezinde. “Seneye yapılacak olimpiyatlar yüzünden bunlar eski moda ve çirkin bulunacak. Buralarda yaşayanlara yeni, çok katlı apartmanlar verilecek. Bunlar iyi donanımlı ve hijyenikler, ama bence burada yaşayanlar, aşağıda, avlularındaki eski hayatlarını özleyecekler.” Evet, aşağıyı meyve satıcılarını, aşevlerini, ayaküstü konuşmaları, gezinen hokkabazları ve buhar dolu çamaşırhaneleri. Hepsi cesur yeni olimpiyat dünyası uğruna yok olacak.

Yerlerine, Pekin’in kalbinin attığı yere dikilmeyi bekleyen, havalandırması olan en azından 300 ofis ve otel var. Hutong oburlarının en dramatiği ise, gelecek sene ağustosta olimpiyatlarla aynı zamanda bitecek olan ve eski avlulardan dünya kadar uzak sansasyonel Çin Ulusal Televizyonu’nun (CCTV) merkez binası.

Ortada zeki ve kendini sorgulayan bu mimarın bulunmaktan zevk aldığı bir paradoks olduğu kesin. Kamuoyunda, tokat etkisi yapan binaların ustası, özel hayatında ise fotoğraftaki yok olmak üzere olan oryantal yaşam biçimine, insanlara ve mekânlara şefkat duyan biri.

Arup mühendislerinden Cecil Balmond’la birlikte yaptığı CCTV binasın cesur strüktürü Pekin’in kirli havasında gürültüyle yükselirken, Koolhaas sessizce ve ihtiyatlı bir biçimde Rotschild imparatorluğunun Londra’daki bankacılık kolunun genel merkezini tasarlıyor. Bu Hollandalı’nın Londra’daki ilk önemli binası olacak. Eğer önceden bilmiyorsanız CCTV’yle bunu tasarlayanın aynı eller ve gözler olduğunu tahmin edebilmeniz çok zor.

CCTV binası hiçbir şey değilse bile tutkulu. Yaklaşık 230 metre yüksekliğinde üç boyutlu bir Çin harfine benzer biçimde tasarlanmış kesintisiz çelik strüktür, bir spiral oluşturacak şekilde yükselip yapının iç hacminin etrafını bir ilmek gibi örüyor. Bu kompleks strüktürel ağın içinde bir “medya köyü” (daha çok bir şehir gibi aslında), yeme-içme, oyun alanları, kamuya açık sansasyonel bir sergi alanı olacak. Radikal fikirlerden bir lunapark treni gibi.

Bütün bunlara, bütün bu özgür düşünceye rağmen, CCTV’de eksik olan şey ifade özgürlüğü. Cüretkâr mimari, evet. Radikal bir iç mekân tasarımı, kesinlikle. En yeni teknolojiye sahip on altı televizyon kanalı, tamam. Ama bütün bunlara rağmen, CCTV hala Çin Halk Cumhuriyeti yönetiminin bir alt-bakanlığı gibi; haber programları Propaganda Bölümü tarafından kontrol ediliyor.

Koolhaas son on senenin –Porto’daki Casa da Musica, Seattle Halk Kütüphanesi, Berlin’deki Hollanda Büyükelçiliği- en cüretkar en tartışmalı ve en övgü alan ultra modern binalarını tasarlamış olabilir, ama yine de gönlünde hala tamamen daha egzotik bir şey; Pekin’in hutongları varken CCTV binası için yapılan bu hummalı çalışmayı anlayamıyorum.

Koolhaas 1944’de Rotterdam’da doğdu, çocukluğunun dört senesini Cakarta’da geçirdi. “Ülke henüz bağımsızlık kazanmıştı,” diyor. “Endonezyalı biriymiş gibi yaşadım.” İngilizler’in Hindistan’ı sevmelerine benzer biçimde o da Endonezya’yı seviyor. Babası, Anton, seçkin bir gazeteci, romancı ve senaryo yazarı, Endonezya’nın ilk başbakanı Sumako’nun arkadaşı, bir zamanlar mimarlık ve inşaat mühendisliği eğitimi yapmış biri. 1968’de mimarlığa başlamadan önce Haagse Post’ta bir gazeteci, sonra da Hollanda ve Hollywood’da senaryo yazarı olarak çalışmaya yönlendirecek egzotik bir tadın, binalara, yazıya ve mekânlara karşı duyulan bir aşkla, genç Koolhaas’ın zihninde bir yerde çoktan bir araya geldiğine inanmak güç. Bu henüz yirmi dört yaşına basmış birini geçin, herhangi bir insan için bile gayet yeterli bir CV.

1956’da Koolhaas Hollanda’ya, nihayet anavatanı Rotterdam’a döndü. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Rotterdam’da doğmuş herkesin mimar olmayı düşünmesi oldukça olasıydı. 14 Mayıs 1940’tan itibaren eski şehir 90 Alman bombacı tarafından bombalandıktan sonra yok olmak üzereydi. Raporlarda kaç kişinin öldüğü değişiklik gösteriyor, fakat 24.978 ev, 24 kilise, 2.320 dükkân, 775 atölye, 62 okul yok oldu. 80.000 yakın insan evini kaybetti. Hollanda hükümeti savaştan sadece beş gün sonra Almanlar’a teslim oldu.

“Hep Rotterdam’ı mı tasarladınız?” diye soruyorum; genç biri olarak, hep memleketini planlamayı hayal etmiş olabileceğini ve şehrin bombalandığını aklından hiç çıkaramamasının ne kadar zor olduğunu düşünerek. Ayağa kalkıyor. “Böyle diyorsunuz çünkü bir şekilde, var olmayan bir şehirde büyüdüm?” Evet, yeniden keşfedilmeliydi. Ve, eğer bugün Rotterdam’a bakarsanız, savaş sonrası şehirde Çin’de ya da Ortadoğu’da görebileceğiniz cinsten binalar her tarafa serpiştirilmiş gibi. Koolhaas sürekli kalemiyle oynuyor. “Neyi kastettiğinizi anlıyorum. 1940’ının Rotterdam’ıyla aynı koşullara sahip pek çok şehirde tasarımlar yapıyoruz: Eski kentin büyük bir kısmının sağlıksızca modernleştiği Pekin’de; daha önce hiçbir binanın olmadığı çıplak çölün ortasında çok hızlı gelişen Dubai’de, Abu Dabi…”

Konuyu değiştiriyor: “Ama, Seattle’da, Porto’da ve Berlin’deki elçilik binası gibi projelerde, hayır, bunlar var olan şehirlere aitler ve ilhamlarını en az kendi içlerinde olması planlananlar kadar çevrelerindeki yapılaşmadan da alıyorlar. Casa da Musica (Porto) çoğu zaman şehrin ortasına düşmüş bir göktaşı gibi tarif ediliyor, ama amacımız bu değildi, gerçekten de şehrin bir parçası gibi tasarladık, meydan okuyucu ve provakatif.”

Koolhaas “biz” derken 230 kişilik OMA ekibinden bahsediyor. Açılımı Office for Metropolitan Architecture -1975’de Londra’da kuruldu- olsa da taksi şoförü bana Hollandaca OMA’nın büyükanne anlamına geldiğini söylüyor. Burası aynı zamanda OMA’nın araştırma kolu olan AMO’ya da ev sahipliği yapıyor. Koolhaas 1978’de bastığı “Delirious New York” kitabından beri şehircilik üzerine sayısız etkileyici, kimi zaman da muhalif makale ve raporlar yazdı. Profesör olduğu Harvard’da yüksek lisans öğrencileri, örneğin, Hong Kong’dan Guangzhou’ya kadar uzanan Çin’in İnci Nehri deltasının nasıl gitgide birleştiği ve yapılaştığı, tasarlanmış olmaktan çok nasıl kendiliğinden oluştuğu, dünyanın nasıl en büyük şehri haline geldiği gibi konuları ele alan devasa raporlar hazırlıyorlar.

Başka bir rapor ise alışverişin şehri nasıl beslediği, geliştirdiği ve tasarımı nasıl etkilediği üzerine.
Moda tasarımcısı Miuccia Prada’nın - siyaset bilimi hakkında bir doktora tezi var – Koolhaas’dan Amerika’daki moda imparatorluğu için mağazalarını tasarlamasını istediğinde ortaya çıkan bir fikir.
Son Harvard çalışması Lagos üzerine odaklanıyor, tipik bir biçimde Koolhaas’ın ilgisini çekebilecek bir şehir çünkü hem geleneksel hem de modern, karmakarışık ve lirik, fakir ve zengin, ama hepsinden önemlisi yaşadığı şehir Rotterdam’a hiç benzemeyen bir biçimde, Ağustos’ta ölü olmayan, canlı bir şehir. “Rotterdam’ı seviyorum,” diyor “Burada ucuz bir ofiste, dikkat dağıtabilecek şeylerden uzağız. Kendimizi düşünüyoruz. Bir şekilde mimarlık camiasının dışındayız. Modayı takip etmiyoruz.”

Koolhaas modaya uygun bir biçimde seviliyor. Tasarım dergilerindeki yıldız unvanına sahip mimarlardan biri. OMA her ay dünyanın her yerinden 1.000’in üzerinde özgeçmiş alıyor. Koolhaas neredeyse her ödülü kazanıyor. Frank Gehry, Zaha Hadid, Daniel Libeskind ve Toyo Ito gibi benzerlerinin oluşturduğu ağacın tepesine tünemiş halde.

“Şöhret” kültüründen nefret ediyorum derken çok da gerçekçi değil. Koolhaas hiçbir şey değilse bile sadece çelişki. Özgür düşünce üzerinde dallanıp mutlakıyetçi yönetimlerle çalışan biri. Tasarımda modaya inanmasa da, göze çarpan en yeni binaları yapan bir mimar -Casa da Musica ve CCTV binası başı çekenler arasında. Aynı zamanda neredeyse basit ve mütevazi “anti-ikon” binaların tasarlandığı bir sürecin de içinde. Dubai’deki büyümeyi saçma buluyor gibi görünüyor, ama yine de ihtiraslı ofis binaları (şu an biri üzerinde çalışılıyor), apartman blokları kongre merkezleriyle oldukça ilgili. OMA’nın Dubai’deki bazı tasarımları, Ras-Al Khaimah kongre ve sergi sarayı örneğin, bilim kurgu çizgi romanlarından fırlamış gibi, diğerleri ise 1960’ların ofis binalarını andırıyorlar.

Koolhaas aynı anda en azından iki farklı hayat yaşıyor. Uzun, ince, sessiz bir enerjiye sahip bu adamın -ne zaman ne nerede fırsat bulursa yüzdüğünü söylüyor- iki ayrı şehirde iki kadının olduğu iki evi var. Rotterdam’da hayatını ortağı iç mimar ve bahçe tasarımcısı Petra Blaisse ile paylaşıyor, Londra’da ise sanatçı eşi Madelon Vriesendorp ve yirmili yaşlarındaki kızı ve oğluyla. Koolhaas tıpkı Pekin’in Hutonglarını sevip, CCTV binasını tasarlayabildiği gibi, belli ki karışık bir özel hayat yaşamayı da becerebiliyor. Her şeye rağmen, Londra’nın hiçbir şey yapmadan mutlu olabildiği tek şehir olduğunu söylüyor.

Risk almaya gönüllü olduğundan ve diğer mimarlara (genellikle birbirlerine benzeyen bir tür), benzemediğinden Koolhaas’ın kariyeri iniş çıkışlarla dolu. OMA ilk büyük işi olan Almanya’daki medya teknolojisi merkezi projesinde başarısız olunca, grafiker Bruce Mau ile birlikte ufuk açıcı kitabı S,M,L,XL’i hazırladı. 1995’de yayınlanan kitap, Koolhaas’ın günümüzde şehirlerin ve bu şehirlerdeki binaların, eski klasik ve modern hareketin, tasarım, oran ve planlama hakkındaki görüşlerinin büyük oranda yanlış olduğunun ispatı anlamına geldiğine dair inancını ortaya koyuyor. Bu arada, buna benzer şehirler hakkında projeler git gide artıyor.

“Piyasa ekonomisi gösteri ve yenilikler üzerine kurulu,” diyor Koolhaas “Binaları her zamankinden çok daha dramatik. Sonsuz özgürlük sözü veriyor, ama bu mimarlıkta kolayca grotesk olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu koşullarda ciddi, disiplinli binalar yapmak çok zor. Medya, tabi ki bu genç mimarlığı cesaretlendiriyor; uç noktadaki kapitalist yapılara, sürekli büyüyen mimari savurganlığa, mağazalarla dolu müzelere çok daha fazla yer ayırıyor. 1995 ile 2005 arasında OMA’dan yeni kurulan müzeler için 34 tane futbol sahası istendiğini hesapladık, bütün bunlar bir kültür yapısı olmaktan çok, gelişen piyasanın bir ürünü. Belki de hala biraz zarafet özlemi kalmıştır, ama diğer taraftan da baskı sürüyor.”

Büyük şehir ve binaların absürtlüğünün farkında olsa da küçük önerileri, araştırmaları, uygulamaları küçümsemekten ve ikonik binalar tasarlamaktan geri kalmıyor. Beklendik bir şekilde ne zaman bir sonraki işinin ne olduğunu sorsam: “Daha çok yaz.” diyor. St Petersburg’daki Hermitage galerilerini yeniden tasarlaması istendiğinde, Koolhaas mümkün olduğunca az şey yapmayı, müdahaleyi minimumda tutmayı düşünmüş.

Rem Koolhaas dünyanın en ilgi çekici mimarlarından biri. Aynı zamanda politika, ekonomi ve şehirlerin nasıl işlediği konusunda keskin bir gözlemci. Her ikisini birden dengelemeyi nasıl başarabildiği ise bir mucize. İşte size bir gün Tanrıyla oturup eski kentlerin dokusuna uygun, kamu için anlamlı ve rafine binalar yapabilecek, sonra da Şeytanla oturup ultra-kapitalizmin taleplerine uygun tutarsız binalar tasarlayabilecek bir mimar.
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.