Haberler

Acayip Havalar

Tarih: 30 Haziran 2008 Kaynak: Açık Radyo Yazan: Ömer Madra
2008’in Mayıs ayı başlarında Burma’da meydana gelen büyük siklon felaketinde en az 90 bin kişinin öldüğü, 56 binden fazla insanın kaybolduğu açıklandı. Bunlar, Burma hükümeti tarafından dünyaya açıklanan resmi rakamlardı. Ama, hükümetin sayıyı çok az bildirdiği, faciadan bir süre sonra da siyasi sebeplerle saymayı durdurduğu biliniyor. Gerçekte, Nergis adı verilen bu fırtına yüzünden toplam 1 milyon insanın ya zaten hayatını kaybettiği, ya da yardım yetersizliğinden yakın gelecekte ölmüş olacağından korkuluyor. Maddi zararın da 10 milyar dolar tutacağı tahmin ediliyor.

Nergis felaketini, Mayıs ve Haziran aylarında Çin’de büyük seller ve heyelanlar izledi. Depremin yaralarını sarmaya uğraşan ülkede, 170’in üzerinde insan sel sularına, çamur deryalarına kapılıp öldü ve en az 1 milyon 600 bin kişi yerinden yurdundan oldu. Yine aynı dönemde ABD’de batıda, California’da orman yangınları ortalığı kasıp kavururken, ortabatıda çok şiddetli yağmurların yol açtığı taşkınlar ve seller tarihte görülmemiş seviyelere ulaşıyor, nehir bentleri yıkılıyor, onlarca kişi sel suları ya da hortumlar yüzünden hayatını kaybediyor, doğu yakasında ise bir çok insan sıcak dalgaları yüzünden hayatını kaybediyordu.

Öte yandan, ABD, Avustralya, Türkiye gibi ülkelerin belli bölgelerinde rekor seviyede kuraklık haberleri birbirini izlemeye devam ediyordu. Türkiye’de Güneydoğu bölgesinde kuraklığın afet kapsamına alınması ve olağanüstü önlemler alınması önerilirken, ve bir zamanların “tahıl ambarı” olan Konya Ovası’nın “çöl iklimi”ne özgü yağış sınırına gelip dayandığı açıklanıyordu. Haziran ortalarından itibaren Antalya’da, Alanya’da, Muğla’da, İzmir’de, Çanakkale’de, Güney Kıbrıs’ta ve Yunanistan’da peşpeşe çıkan orman yangınları büyük hasara yol açtı. Yine Türkiye’de sıcaklıkların artmasıyla doğudan batıya ağır ağır kayan kene “salgını” yüzünden ölenlerin sayısı üç düzineye yaklaştı.

Haziran’ın son haftasına girilirken, Filipinler’de etkili olan Fengşen tayfunu hayatı felç etti, ülkenin güney ve orta kesimlerinde sel ve toprak kaymaları meydana geldi, tayfun nedeniyle yüzlerce kişinin öldüğü duyuruldu, binlerce kişi tahliye edildi, yollar kapandı, elektrikler kesildi. Tayfunun yarattığı büyük fırtınada, içinde 800’den fazla yolcu ve mürettebatın bulunduğu feribot alabora oldu; yolcuların pek çoğu bu trajedide hayatını kaybetti...

Birkaç örneğini verdiğimiz bu genel tablo, objektif bir gözlemci için, havaların gitgide daha aşırı bir hal aldığını net olarak ortaya koyuyor. ABD’de, Britanya’da, Çin’de ve Afrika’da bazı yerlerde ortalığı seller götürürken, Avustralya’da, ABD’de, Türkiye’de, Çad’da kuraklık ve çölleşme yaygınlaşıyor, rekor sayıda orman yangınlarına tanık olunuyor, buzullar eriyor, hastalık taşıyan ve taşımayan birçok böceğin hayatiyeti ve cevvaliyeti artıyor. Genel olarak medyada bütün bunlar, birbirinden bağlantısız “doğal felaketler” olarak ele alınıyor, en fazlası “havalar acayipleşti” diye yorumlar getiriliyor.

Herşey Bilim İnsanlarının Söylediğine Uyuyor
Oysa, gerçekler böyle değil. Bundan 20 küsur yıl önce bilim dünyası bütün bunların olacağını öngörmüş, son derece açık bilimsel kanıtlarla ortaya koymuştu. Söylenen şuydu: Biz, ısı tutan sera gazlarını atmosfere gittikçe artan oranlarda boca ettikçe gezegen daha da ısınacak, bu da suyun yeniden dağılımı sürecini tetikleyecekti. ABD’nin ve dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden Dr. James Hansen, yürüttüğü araştırmaların sonuçlarını 1981-82 yıllarında yayımlamış, bu konuda Kongre’ye de bilgi sunmuştu; ama bu sunumlar, (zamanın biraz fazla ilerisinde oldukları için olsalar gerek), Hansen’ın deyişiyle fazla “etki bırakmamışlar”dı.

Ne var ki, Hansen’ın bundan tam tamına 20 yıl önce, 23 Haziran 1988’de ABD başkentinin gördüğü o en sıcak günlerde yine Kongre önünde yaptığı “tanıklık”, iklim değişikliğini ve küresel ısınmayı dünya “siyaset radarlarının ekranına” taşıyan – ve bir daha çıkmamasını sağlayan – en önemli tek “olay” oldu denebilir. Küresel ısınma ve sera gazı bağlantısına dikkatleri çekmeyi başarmıştı. Hansen’ın bundan bir yıl sonra Kongre’de yaptığı bilimsel tanıklık ise küresel ısınmanın yeryüzü su çevrimi üzerindeki etkisini şu şekilde ortaya koymaktaydı:

“Küresel Isınma, atmosferde daha fazla nem oluşması demektir. Dolayısıyla, şiddetli sağanak olayları ve seller artacaktır. Bununla birlikte, nemin olmadığı yer ve zamanlarda kuraklığın şiddet ve yoğunluğu da artacaktır.”[1]

Bilim dünyasının “öngörüsü”, gayet somut ölçümlere, tarihsel verilerin incelenmesine ve bilgisayar modellemelerine dayanmaktaydı. Eğer gezegeni ısıtırsak, çorak ve kıraç bölgelerde toprağın nemi azalacak, dolayısıyla bu bölgeler daha kuru hale gelecektir. Oysa, küresel ısınmayla su buharlaşması daha fazla olacağından, daha ıslak bölgelerde daha yoğun ve şiddetli sağanak yağışlar ve karların erken erimesi eğilimleri görülecektir. Bütün bunlar da selleri arttıracaktır.

Dolayısıyla, günümüzde görülen “aşırı hava olayları”nın tamamı, bilim dünyasının 20 küsur yıldan beri söylediği şeylerden ibaret.[2] Küresel ısınma atmosferdeki su buharını artırıyor. Su buharının artması ise daha çok yağmura değil, çok kısa süre içinde “istenmeyen yerlere, istenmeyen miktarlarda” yağışlara, “tufan”lara yol açıyor. Küresel ısınmanın orman yangınları üzerinde çeşitli etkileri de bilim dünyası tarafından öngörülmüştü. Elbette kurak mevsimin uzayıp, ağaçları “çıra” gibi yanıcı hale getirmesinin yanısıra, böceklerin de önemli rolü olduğu belirtiliyor. Artık daha sıcak geçen kışları sağ salim atlatan larvalar, ağaç böceklerine dönüşüp milyonlarca ağacı kurutuyor. Ağaçların da böceklerle mücadele edecek özsuyu kalmamış oluyor.

Karların erken erimesi de bir başka boyut olarak karşımıza çıkıyor. Yazları ve güz başları yağmur almayan bölgelerdeki dağlarda, normal olarak yavaş yavaş eriyen karlarla oluşan dere ve çayların su ve nemi sağlaması gerekirken, küresel ısınma nedeniyle erken eriyen karlar yüzünden, ilkbahar sonu ve yaz başlarında taşan nehirler sellere neden oluyor. Bu durumda da, yaz ortasından itibaren, yaz sonuna kadar çok kuru ortamlarda orman yangınlarının sayısı ve şiddeti çok artıyor.

20 Yıl Sonra - 10 Yıl Kala
Bilim dünyasının öngörülerinin tamamının gerçekleşmiş olduğunu söyledik. Yirmi yıl sonra durum nasıl peki? Dr. James Hansen’la beraber, dünyanın önde gelen üniversite ve bilim kuruluşlarına mensup 8 öğretim üyesinin imzasını taşıyan ve Science dergisine sunulan “Target Atmospheric CO2: Where Should Humanity Aim?” (Atmosferdeki Karbondioksit Hedefi: İnsanlık Neyi Hedeflemeli?) başlıklı makalede, şimdiye kadar bilimsel makalelerde kullanılması adet olan ılımlı dil de bir ölçüde bir kenara bırakılarak şöyle bir değerlendirmeye yer verildiği görülüyor:

“İnsanlık, toplu olarak şu rahatsız edici gerçeklikle yüzleşmek zorunda: Endüstri medeniyetinin kendisi, kürenin ikliminin başlıca itici gücü haline gelmiş durumda. Bugünkü rotamızda gitmeye devam eder, enerji yoğun hayat tarzları için gittikçe büyüyen bir iştihayı beslemek için fosil yakıtları kullanmaya devam edersek, yakında Holosen çağı iklimini, yani insanlık tarihi dönemini geride bırakmış olacağız. Endüstri devrimi öncesinde atmosferdeki karbondioksit seviyesini iki katına çıkarmanın nihai cevabı, büyük olasılıkla buzdan neredeyse tamamen arınmış bir gezegen olacaktır. (...) Eğer insanlık, üzerinde medeniyetin geliştiği ve yeryüzünde hayatın uyum sağladığı gezegene benzer bir gezegeni muhafaza etmek istiyorsa, iklim tarihi verileri ve süregitmekte olan iklim değişikliği, CO2 miktarının, şu andaki 385 ppm (milyonda parçacık) seviyesinden, en fazla 350 ppm’ye indirilmesi gerektiğini gösteriyor.”[3]

Makalede, buzların erimesine bağlı olarak deniz seviyelerinde muazzam yükselmeler, yağış düzenlerinde müthiş değişiklikler de aralarında olmak üzere, geri döndürülemez nitelikte 6 ayrı “devrilme noktası” öngörülüyor.

Karbondiyoksit seviyesindeki artışının büyük bir hızlanma göstererek yılda 2.4 ppm’ye çıktığı, küresel ısınma üzerinde karbondioksitten çok daha büyük etkisi olan metan gazı seviyesinin ise, gezegeni bir insan ömrü içinde “iklim kıyametine” götürecek hızda bir artışa ulaştığı, Grönland’ın bir tek yıl içinde 2-4 derece (C) ısınabileceği, Kuzey Buz Denizi buz örtülerinin her yıl şaşırtıcı bir şekilde hızlanarak eridiği ve 5 yıl içinde, hatta belki de bu yaz sonunda, yaz buzunun tamamen ortadan kalkabileceği yolundaki bilimsel raporlar, aslında ne kadar kritik bir eşikte bulunduğumuzu ortaya koyan son uyarı fişekleri sayılabilir.[4]

Kritik eşiklerin aşılması anlamında aciliyet durumu nedir? Hansen ve meslektaşlarının “Target CO2” makalesinde anlatıldığı üzere, “devrilme/eşik seviyesi” ile “geri dönüşü olmayan nokta” arasında bir ayrım yapılması gerekiyor.

1) Devrilme seviyesi, sera gazlarında büyük, istenmeyen, hatta feci denebilecek sonuçlara yol açacak seviye. Bazı önemli sonuçlar açısından devrilme seviyesine zaten ulaşılmış durumda. Dolayısıyla, CO2 miktarlarında en azından 350 ppm’ye ve muhtemelen daha da düşük miktarlara ulaşmamız şart.

2) Geri dönüşü olmayan nokta ise, sürecin dinamiklerinin kontrolü ele aldığı an. Sürecin artık bizim kontrolümüzden çıktığı, bizim durduramayacağımız bir noktaya ulaştığı an. Örneğin, “artı geri besleme” (positive feedback) denen ve doğrusal olmayan, non-lineer gelişmeler veya zaten devam edecek olan ısınma yüzünden buzların erimesinin önüne geçilememesi. Kuzey Buz Denizi’ndeki buz, ne yazık ki, artık geri dönüşü olmayan noktaya gelmiş durumda. Yani, önümüzdeki bir-iki onyıl içinde tüm yaz buzlarını yitirmiş olacağız.[5] Esasen, tüm tedbirleri alıp derhal harekete geçmezsek, en fazla 10 yıl sonra büyük bir istikrarsızlık dalgası içine girmemiz işten bile değil.

Gezegenin Kaderini Bir Avuç CEO’ya Terkedemeyiz
Bilimsel gerçekleri yansıtan bütün bu raporlardan çıkan iç karartıcı tabloya rağmen, “herşeyin doğru yapılması” halinde, karbon salımlarının oldukça hızlı bir şekilde düşürülebileceğini, okyanusların da CO2’nin bir kısmını atmosferden çektiğini görmemiz pekâlâ mümkün. Ancak, bunun sağlanabilmesi için, dünyanın dört bir yanındaki siyasi karar alıcıların büyük çapta ve zahmetli (sıkıntı verici) birçok tedbirin hepsini aynı anda ve şu anda almaya başlaması zorunlu görünüyor.

Bunların hiç şüphesiz en önemlisi (ve mutlak öncelikli olanı) yeni yapılacak kömür yakıtlı elektrik santrallerine moratoryum getirilmesi. Yani karbon tutma teknolojisine sahip değillerse, tek bir tane bile yeni kömür santrali yapılmaması, mevcut santrallerin de önümüzdeki 20 yıl içinde aşamalı olarak ortadan kaldırılması. Bu konu, insanlığın ve bütün canlıların geleceği açısından yaşamsal önem taşıyor ve elbette Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için de her türlü hükümet politikasının özel bir dikkatle takibini gerektiriyor. [6]

Kömürün önemli bir ek dezavantajı da, beraberinde getirdiği büyük hava kirliliği. “Temiz kömür” diye bir kavram olmadığını da önemle belirtmek gerekiyor. Kömür mutlaka toprağın altındaki yerinde kalmalı!

İkinci olarak da, kumul petrolleri, bitumen, zift gibi alışılmadık fosil yakıtlarının büyük oranda çıkarılıp kullanılmasını önlemek için karbon salımlarına yeterince yüksek bir fiyat konması. Fosil yakıt çağını birkaç onyıl içinde zaten geride bırakmak zorunda kalacağımız besbelli iken, bunu çabucak gerçekleştirmek ve yenilenebilir enerji (rüzgâr, güneş, jeotermal, vb.) çağına geçmek, örneğin, temiz hava ve su, enerji bağımsızlığı, güvenlik sorunlarının azalması, istihdam kaynaklarının artması gibi birçok açıdan, yeryüzündeki insanların ezici çoğunluğu için son derece mantıklı görünüyor. Güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının belki ilk bakışta göze çarpmayan bir avantajı da, su tüketimine pek ihtiyaç göstermemeleri. 21. yüzyılın belki de en önemli krizini su kıtlığının oluşturacağı ihtimali ve su kaynaklarının değerinin giderek müthiş bir oranda arttığı gerçeği gözönüne alındığında, bunun ne büyük bir avantaj oluşturduğu hemen anlaşılabiliyor.[7]

Tabii, fosil yakıt sektöründeki bir avuç şirket yöneticisini bu ezici çoğunluğun dışında tutuyoruz! Ama ne yazık ki, bu bir avuç özel çıkar sahibi başta ABD olmak üzere pek çok ülkede hem siyasetçiler, hem de medya üzerinde büyük bir nüfuza sahipler. Fosil çıkarlarının küresel ısınma konusunda “tereddüt ve kuşku” yaratma konusundaki yoğun propaganda çabaları, “yeşil badana” (greenwash) girişimleri hâlâ etkili olmaya devam ediyor.[8]

Gençlik, Aktivizm ve Umut
Bununla birlikte, özellikle son yıllarda başta ABD’de olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde, çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakacağımız gezegeni kasıp kavurmaya niyetli olanlara engel olmak konusunda yükselen büyük bir hareketin oluştuğu apaçık ortada. ABD’nin pek çok eyaletinde, 500’den fazla şehrinde Kyoto Protokolü’nün öngördüğü kısıtlama tedbirlerin çok ötesine geçen kararlar alındı. Aynı anda 1200 şehirde aktivist hareketleri yapıldı, 50’ye yakın sayıda gençlik örgütünün birleşip kurduğu Energy Action (Enerji Eylemi) koalisyonu, ABD başkanlık seçimlerinde 1 milyon genç insanı doğa adına ve dev fosil yakıt ve enerji şirketlerine karşı seferber etmiş durumda. James Hansen, tam 20 yıl arayla ikinci kez Amerikan Kongresi’nde tüm dünya gençliğini fosil yakıt CEO’larına karşı seferberliğe ve eyleme çağırdı.[9] Avustralya’da kuraklık ve aktivistlerin mücadelesi, seçimlerde liberal iktidarın tepetaklak gitmesine yol açtı, yeni gelen İşçi Partisi hükümetinin ilk icraatı ise Kyoto Protokolü’nü imzalamak oldu. İngiltere’de yeni uçuş pistleri yapılmaması için Heathrow havaalanı önünde kamplar kuruldu, uçakların kuyruğuna, parlamento binasının tepesine esprili pankartlar asıldı. Britanya’da 30 yıl aradan sonra yeni kömür santralleri yapılması planları üzerine, en büyük kömürlü santrale giden dev kömür trenleri durdurulup yükleri demiryoluna boşaltıldı, trenin üstüne “Kömür Toprakta Kalmalı” diye dev boyutlu bir pankart asıldı.[10]

Türkiye’de Kyoto’nun imzalanması için bir aydan biraz fazla bir süre içinde 170 bine yakın imza toplandı ve imzalar koliler halinde taşınıp TBMM’ye dilekçe olarak teslim edildi; son üç yılda küresel ısınmayı protesto için dünyanın belli başlı tüm ülke ve şehirleriyle eşzamanlı olarak binlerce insanın katıldığı 4 büyük gösteri yapıldı; nükleer santral ihalesini protesto eden genç aktivistler Enerji Bakanlığı’nın çatısına çıkıp oradan “Bakan Çıplak, Nükleer Masala İnanma!” yazılı bir pankartı sallandırdılar; Kaz Dağları’nda altın arama faaliyetlerine karşı güçlü protesto gösterileri yapıldı, “Kaz Dağı’nın Altı Değil, Üstü Altındır” pankartları asıldı ve benzeri çevre eylemleri birbiri ardınca sürüp gitti.[11] Bu yöndeki gösteri ve protestoların dünyanın her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de güçlenerek arttığı ve kamuoyu vicdanında giderek daha fazla yankı bulduğu gözleniyor.

Yani, özet olarak, fosil yakıt çıkarlarının karşısında aktivistlerin, genç insanların, doğanın yanında yer alan bütün insanların, yaşama dürtülerini izleyerek, şu yeryüzünde büyük bir dönüşüm gerçekleştireceklerini, mutlaka galip geleceklerini ve tek evimiz olan bu gezegeni bir avuç şirket yöneticisine kesinlikle teslim etmeyeceklerini düşünmek için çok sebep var ortada. Büyük dönüşümler, çevre analisti Lester Brown’un söylediği gibi [12], kimse farkında değilken, birdenbire oluşuveriyor. Berlin Duvarı’nın sessiz sadasız yıkılıvermesi, 68 hareketinin beş kıtanın sokaklarına bir bahar sabahı âniden yayılıvermesi gibi... Gezegenin fosil yakıt talancılarından kurtarılıp koruma altına alınması da böyle oluverecek muhtemelen – âniden ve kimse farketmeden.

Velhasıl, görüldüğü gibi, belirtiler hızla çoğalıyor. O yüzden, biz mücadelemizi umut ve iyimserlikle sürdürmeliyiz.

Ve evet, biraz da çabukça.
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.