Haberler

ArkiPARC 2008’in Katılımcılarından Hollandalı Mimar Kees Christiaanse ile İsviçre Kent Planlaması Üzerine

Tarih: 25 Ağustos 2008 Kaynak: Swissworld.org Çeviren: Ilgın Külekçi
15 – 17 Ekim 2008 tarihleri arasında Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi’nde düzenlenecek olan ArkiPARC 2008’in konuşmacılarından ve Roterdam Mimarlık Bienali’nin Küratörü Hollanda’lı mimar Kees Christiaanse, son üç yıldır Zürih’te yaşıyor.

Swiss Federal Institute of Technology Zurich (ETHZ)’te mimarlık ve kentsel tasarım profesörü olan mimar, Rotterdam’daki ofisi KCAP ile de çalışmalarını sürdürüyor. Christiaanse’nin Zürih’teki yerine bağlı olduğunu düşünmek yanlış olur. Seyahat etmek genlerinde var. Onun için her hafta Zürih’le, Rotterdam’daki ofisi arasında gidip gelmek, diğer Avrupa başkentlerine seyahatleri kadar normal. ETHZ’de iki ders veriyor, aynı zamanda ETHZ’nin Hönggerberg Kampüsü’ndeki “Science City”nin asıl planını ve projenin yürütücülüğünü yapıyor. ETHZ’de bulunan odasından Hönggerberg’deki tepelere bakarken, Christiaanse sözcüklerini özenle seçiyor ve mesleği olan kentsel tasarımcılıkta yaptığı gibi titiz, net ve aynı zamanda da esnek, hoş bir görüntü sergiliyor. İsviçreli muhabir Renske Heddema, Kees Christiaanse ile İsviçre üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

Renske Heddema: Bir kent planlamacısı olarak, sizin çalışma alanınız dünya. Yeni ikametgahınız olan Zürih, bakış açınızı değiştirdi mi?

Kees Christiaanse: Ben hayatım boyunca çok fazla seyahat ettim. 70’lerde, yani Delft’te okuduğum süreçte, seyahat öğrenciler için yaşama şekliydi.

1980’de Rem Koolhaas tarafından kurulan OMA’da uluslararası yarışmalar için tasarımlar yapmaya başladık. Bu, beni gezegenin her yerine götürdü. OMA, Paris’teki Parc de la Villette’de ikinci olduğunda, tüm Avrupa’da ders veriyorduk. Gezilerim sırasında eşimle tanıştım. Ben Bulgaristan’a gidiyordum, o da Viyana’da uçağa binmişti. Uçaktaki tek bayandı, bu sayede konuşmaya başladık. (Gülüşmeler)

RH: Evlendiniz ve oğullarınız Rotterdam’da doğdu. Günün birinde Berlin’e gitmek için Hollanda’yı, sonra da Zürih için Berlin’i terk ettiniz.

KC: Eşim ve ben Zürih’te eğitimci olarak çalışmak için davet aldık. Berlin Teknik Üniversitesi’nde ders verdiğimiz dönemde, okul gitgide artan finansal bir sıkıntı içerisindeydi. ETHZ, Avrupa’daki en iyi mimarlık okullarından birisi olduğundan, teklif reddedemeyeceğimiz bir konumdaydı. Yine de, Berlin’den üç oğlumuzla birlikte ayrılmak üzücüydü. En başta Zürih, küçük gelmişti. İsviçre’de konutlar pahalıydı ve okul sistemi çocuklar için fazlasıyla zordu. Ama üç yıl sonra, burada olmaktan mutluyuz.

RH: Fikrinizin değişmesinde ne etkili oldu?

KC:
Zürih’in kültürel ve ulusal bağlamda çok zengin bir kent olduğunu keşfettik. Tüm dünyadan gelen pek çok eğitimli insan var. Harward ya da Berkley Üniversiteleri’nde bulabileceğiniz türden bir ortam oluşmuş. Neredeyse tanıdığınız iki kişiden birisi yabancı bir ülkeden ve bu insanların çoğu çok ilginç işlere imza atıyorlar. Zürih, bu insanlar için bir buluşma alanı ve evrensel anlamda birleştirici bir kent. Bu benim için çok şaşırtıcıydı. Bir başka olumlu yönü ise, ETZH’de kentsel tasarım profesörü olarak bulunuyor olmam, işimi engellemiyor. Almanya’da ya da Hollanda’da sorun olabilirdi. Buradaki insanlar, “bu adam profesör, ne yaptığını biliyordur, onunla çalışalım,” diyorlar.

RH: Kendinizi evinizde hissetmeniz yavaş yavaş oldu herhalde.

KC:
Evet, öyle oldu. Kentsel tasarım alanında yapacak çok iş var. Kentsel tasarım, İsviçre’de yok, çünkü ülkenin nüfusu az. Burada kent dokusu ayrı ayrı planlanmış binalardan oluşuyor. Bildiğime göre, tamamen dönüşüme uğrayan eski semtlerde karmaşık durumlar söz konusu olmuyor. Bugün Zürih, bir milyonun üstünde sakiniyle, gerçek bir kent politikasıyla yeniden yapılandırılmayı bekliyor.

RH: İşvereniniz ETHZ, dünyanın en iyi 10 üniversitesinden birisi. Bu sizin için ne ifade ediyor?

KC:
Burası gerçekten her seviyede çok ciddi bir şekilde seçim yapan bir okul. Profesörler, kadro, öğrenciler, tüm düzenlenme ilkesi en iyi sonuçları alacak şekilde hareket ediyor. Kadronun büyük bir kısmını yurtdışından gelenler oluşturuyor. Hollanda’da, akademik kadronun hep sabit bir işi vardı ama buradaki asistanların altı yıllık sözleşmeleri var. Yani, yeni bir öğretim üyesi olarak geldiğinizde biraz bekleyebiliyorsunuz, ama sonra kendinize göre yeni insanları bulup atayabiliyorsunuz. Bu diğer Avrupa ülkelerinde bulamayacağınız bir şey ve kalitenin sürekli ve yaygın olmasını sağlıyor.

RH: İsviçre’deki öğrencilerle ilgili görüşleriniz nelerdir? Çoğu hala aileleriyle yaşıyorlar. Beklediğiniz özgürlükte hareket edebiliyorlar mı?

KC:
İsviçreli öğrenciler çok yetenekli, çok çalışkan ama bana bazen fazla disiplinli geliyorlar. Bu yaratıcılıklarına zararı dokunan bir şey. İsviçreli saat üreticilerinin, çok titiz ve net oldukları söylenir. Öğrencilerimi düşündüğümde de bunda bir doğruluk payı olduğunu görüyorum. Bazen ilişkilerini nasıl sürdürmeleri gerektiğini ve iletişim yeteneklerini geliştirmelerini öğrenmeleri gerekiyor.

RH: Bunu onlara nasıl öğretiyorsunuz?

KC:
Kaosla nasıl çalışıldığını göstererek. Kentsel tasarım tamamen ortadaki kaosu düzenlemeyle ilgilidir. Mimarlık kendi düzeni ve estetiği içinde çalışırken, kentsel tasarım, kentsel ölçekte birbiriyle çelişkili güçlerle çalışır. Bu, içinde her türlü bakış açısını barındıran ve yenilerini de keşfetmeye açık olan bir beyin fırtınası sürecidir. Karmaşıklıkları ortaya çıkartır, hayal gücünü serbest bırakır ve yaratıcılık verir. Böylece öğrencilerin her zaman yapamadığı şeyi yaptırır, yeni fikirler ve ilişkiler üretmelerini sağlar.

RH: Uygulamış olduğunuz “Science City”nin esas planındaki ilke de bu muydu?

KC:
Hollanda’da ve Belçika’da, KCAP’ın kampüs tasarımında çok deneyimi var. Buradaki kampüsün sadece akademik kullanım için tasarlanmış bir konsepti vardı ve çok eskimişti. “Science City” için küçük bir ölçek yaptık, esnek bir “network” tasarımı, kafelerle, yaşama ve çalışma alanlarıyla kampüsü yaşayan bir yere dönüştüren, su yönetimi, enerji korunumu, yeşil çatılar vs. gibi geri dönüşebilir ve hareketli yönlerini de içine alan yerler oluşturuldu.

RH: Geridönüşüm, İsviçre için büyük bir sorun. Genel seçimler, İsviçreliler’in gerçekten çevreye önem verdiklerini gösterdi.

KC:
Geridönüşüm ve süreklilik Avrupa’da her yerde çok önemli bir sorun. İsviçreliler de özellikle bu alanda gelişim için çok çaba harcıyorlar. Ama bu konudaki geleneksel teknikler bizim için sadece bir başlangıç noktası. Enstitümüz, aynı şekilde etkili bir çeşit sürdürülebilir kentsel ve sosyal önlemler alarak bir adım öteye gidiyor. Tasarımlarımızda gelişmiş gruplar ve hareket gereksinimini azaltacak çeşitli kullanımlara uygun kentsel alanlar gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Farklı işlevlerin bir arada olması sosyal güvenliği sağlıyor ve komşulukları geliştiriyor. Bu kavram, ETHZ’deki enstitümün kentsel tasarımının da odak noktasını oluşturuyor. Bu dönüşüm, çevre için enerji tüketimini azaltmaya, yıkıcılığı önlemeye ve güvenliği ve konforu artırmaya yönelik bir yaklaşım.

RH: Bu, dünyanın herhangi bir yerinde doğruluğu kanıtlanmış bir şey mi?

KC:
Bu konuda sınırlı sayıda bilimsel araştırma var. Ama aynı zamanda üstüne yazılmış pek çok kitap var. Örneğin, yakın zamanda vefat etmiş olan Jane Jacobs’un “The Death and Life of Great American Cities”i, Joel Garreau’nun “Edge City”, Albert Pope’un “Ladders” kitabı. Mesela Los Angeles’ın şehir sosyologu Mike Davis, “City of Quartz” adlı kitabında kentsel gelişimle suç arasında bir ilişki olduğunu belirtiyor. ETHZ’de karmaşık kentsel durumlar üzerinde çalıştığımızda kullandığımız belirli bir sosyal dönüşüm kriteri geliştirdik.

RH: Dağlarla çevriliyiz. Düzlük ve deniz seviyesinde bir ülkeden gelen biri için bu ne ifade ediyor?

KC:
Eşim Avusturyalı ve ben de 20 yıldan fazla süredir dağlarla çevrili olmaya alışkınım. Bugün doğanın içine kaçmayı çok çekici buluyorum. Hep kayak yapmayı ve uzun yürüyüşler yapmayı sevmişimdir. Hollanda’da bazen bir daha gerçek doğa bulamamaktan korkuyordum. Uygar dünyadan uzaklaşmanın tek yolu yelkenlinizle yola koyulmaktır, ama bu da biraz tek boyutlu.

RH: Hala yelken yapıyor musunuz?

KC:
Yapmaya çalışıyorum, ama burada çok rüzgar var. Zürih Gölü’nde küçük bir teknem var, fakat banyo küvetinde oyuncakla oynamak gibi bir his veriyor. Bunlar göl, deniz değil. İsviçre’de tekne kullanabilmeniz için ruhsat gerekiyor. Hollanda’da herkes kullanabilir, bisiklete binmek gibi. Benzer kültürel farklılıkları buz pateninde de görebiliyorum. Bu kış, Greifensee’deki tek buz patenli bendim. Hollanda’daki gibi uzun ringler yapılsa ve insanların buralarda kaymaları için ortam hazırlansa muhteşem olmaz mı? Onun yerine, yüzlerce insanın sırayla buz hokeyi yapabileceği sadece birkaç metrekare temizlenmiş. Breughel resimlerine benzemiş. İsviçre’yle Hollanda’nın kültürleri arasında ilginç farklılıklar var.

RH: Nasıl?

KC:
İsviçre çok güzel bir ülke. Yolların çamurun içine batmasını izlemek zorunda da değilsiniz, çünkü taşlar üzerine yapılmış. İklim çok güzel, biraz rüzgar var, konfor geçerli bir seçenek, en azından ülkenin dağlık olmayan yerlerinde... Bu, Hollandalılar'ın alışık olmadığı bir kavram. Biz toprağın üstünde havayla ve rüzgarla savaşıyoruz.

RH: İsviçreliler, kayalarla uğraşmak zorunda kaldıkları için diğer düzlük ülkelerden farklı bir tarzda mı yapılar yapıyorlar?

KC:
Yüz yıl önce, Portekiz’de, Hollanda’da, İsviçre’de yapı tarzları, yerel ve uygun malzemelerin kısıtlamalarına ve teknolojinin seviyesine bağlı olarak birbirinden tamamen farklıydı. Bugün, hepimiz aynı malzemeyi kullanabiliyoruz. Binadaki farklılıkları artık yüzeysel bir bakışla anlamak çok zor oldu. Yine de sosyokültürel anlamda bir evin değeri, Orta Avrupa ülkelerinde, Anglosakson ülkelerden çok farklı. Britanya’da, Hollanda’da ya da İngiltere’de ev, buzdolabı ya da araba gibi alıp sattığın bir çeşit eşya. Beş yıl sonra, ya da birden sıkılınca yenisini satın alıyorsunuz. Bir evi finanse eden tüm sistem, bu rotasyon ilkesi üzerine kurulu. Ama Almanya, Avusturya ve İsviçre gibi Orta Avrupa ülkelerinde gayrimenkul kuşaktan kuşağa devredilen ciddi bir kapital. Ev, aslında, yavaş yavaş kapital oluşturmada önemli bir adım.

RH: Bu iyi mi, kötü mü?

KC:
Ne iyi, ne kötü. Bu sadece İsviçre’deki insanların bir eve ya da bir binaya daha fazla değer vermesi anlamına geliyor. Bu nedenle daha kaliteli. Güvenlik ve işlevsellik anlamında değil ama binanın niteliği ve detayı konusunda daha kaliteli. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’de ve Hollanda’daki binalarda rol oynayan esas etmen seri üretim meselesi oldu. Buna ev konusunda yaşanan yokluk yol açtı. Yalnız İsviçre’de geleneksel olarak binalar daha çok ısmarlama üzerine yapılıyor. Şimdi, gelişen yapı teknolojilerinin küreselleşmesiyle işler değişmeye başladı. Uluslararası para transferlerinin değeri ve kapitalin değişmesiyle, hız ve serilik de önem kazanmaya başladı. Sonuçta bugün, Zürih ile Avrupa’nın herhangi bir yerindeki havaalanı arasında görebileceğiniz benzer yapılar var, ama onlar hala daha nitelikli ve aynı zamanda daha pahalı.

RH: Burası yol yapımının, belirlenen açılış tarihinden önce bitirilebildiği tek ülke. Bu nasıl mümkün oluyor?

KC:
Bu bir yaklaşım meselesi: Herkese karşı sorumluluk duymak. İsviçreliler'in hassasiyet ve ciddiyet bakımından gelenekleri böyle.

RH: Doğrudan demokrasiyle ilişkili olabilir mi? Bugün İsviçre halkının daha büyük güçleri ve sorumlulukları yok mu?

KC:
İsviçre’nin politik çevresi küçük ve bu ülkeyi daha kolay idare edilebilir yapıyor. Siyaset, hiçbir zaman uzakta değil. Ülke ölçeği, Londra’dan ya da Hollanda’daki Randstad’tan büyük değil. Federalizm, merkezi olmayan politik bir sistem yaratıyor ve büyük avantajları var.

RH: Jean Nouvel, Lucerne’deki “Concert Hall”un açılışında İsviçreliler’den daha iyi zanaatçi tanımadığını söyledi. Bu övgüye katılıyor musunuz?

KC:
Kesinlikle. Evimi tekrar yaparken birebir gözlemledim bunu. Çalışanlar çok titiz, hızlı ve becerikliler. İş bitmeden durmuyorlar. Diğer ülkelerde olmayacak bir titizlik, konsantrasyon ve güçle çalışıyorlar.

RH: İsviçre’nin Avrupa Birliği üyesi olmamasının daha iyi olduğunu mu düşünüyorsunuz?

KC:
Bu çok zor bir soru. Avrupa Birliği konusunda çok çeşitli düşüncelerim var. Bence Avrupa Birliği, kendi piyasası ve kendi parasıyla iyi bir kuruluş. Ama Brüksel ve Strasbourg’dan gelen amaca zararı dokunacak kadar çok yasa ve bürokrasi var. Bazen biraz Sovyet sistemine benzeyen bir sisteme doğru gidiyor gibi geliyor. Bazen de teşvik edeceği yerde işbirliğini engelliyor. Bu çerçevede, İsviçreliler'in koşullarını ve ayrıcalıklarını anlayabiliyorum.

RH: Ama siyasi anlamda, İsviçre konu dışındaymış gibi algılanıyor. Ülke Brüksel’de gözlemci konumunda.

KC:
Yani? Bu benle küçük bir politik konuşma herhalde. İsviçre’de çok sayıda iyi çalışan dünya çapında kuruluş var. Çok uluslu ve küresel pek çok organizasyonun merkezi var. Ülke, dünya çapında para transferleri için çok önemli bir konumda ve uluslararası bilimadamlarına mükemmel araştırma kolaylıkları sağlıyor. İsviçre’nin sistemi Avrupa Birliği’yle kolay birleşemez. Şu anki ikili anlaşmalarla, hiçbir dezavantajı olmadan İsviçre neredeyse Avrupa Birliği’ne üye sayılır.

RH: İsviçre markası sizin için ne ifade ediyor? Bir profesör ya da bir kentsel dönüşümcü olarak hala İsviçreli etiketi altında mısınız?

KC:
Hayatınızda bir şeyleri çok kez değiştiremezsiniz. Bu enstitüyü istediğim hale getirmek benim beş yılımı alır. Eğer ETHZ’de iyi bir iş yapmak istiyorsam ve aile hayatımı da çok değiştirmek istemiyorsam, gerçekçi olarak profesyonel hayatımın geri kalanını İsviçre’de geçireceğimi söylerim. KCAP’nin Zürih’te yeni bir ofis açmasına karar verdim. Yani, Hollandalı olmamı bir kenara bırakırsak, İsviçreli bir mimar ve profesör olacağım söylenebilir.

RH: İsviçre’nin önümüzdeki birkaç yıl içinde ne yönde gelişeceğini düşünüyorsunuz?

KC:
Bence İsviçre eşsiz bir şekilde müthiş potansiyele sahip bir altyapı ve servis sistemleri yarattı. Bu pek çok insanı çekmeye devam edecek. Aynı zamanda devletin de yenilikler ve araştırmalar konusunda çok ciddi olduğunu düşünüyorum. Bu çerçevede, İsviçre çok verimli bir şekilde çoğalan ve gelişen bir ülke. Ülke de küçük olduğu için, İsviçreliler stratejilerini gerçeğe dönüştürmekte kolaylıkla başarılı olabiliyorlar. Örneğin, araştırma konumunu dolduracak sayıda akademik eleman yok, yani çok bilgili çalışanlar büyük bir hızla geliyor. Burası için gelecek hakkındaki görüşlerim olumlu denebilir.

RH: Bu noktada İsviçre vatandaşlığına geçmeyi düşünüyor musunuz?

KC:
Bunu tersten cevaplayayım: Hollanda vatandaşlığımı kaybetmek istemem. Dünyanın her yerine seyahat ettiğim dönemlerde farkettim ki Hollanda’yla aramda gittikçe artan duygusal bir bağ var. Burada ne kadar çok yaşarsam yaşayayım, Hollanda vatandaşlığımı ve Hollanda’daki çalışma ortamımı da kesinlikle kaybetmek istemem.
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.