Haberler

Çevreci Yurttaşlık

Tarih: 18 Eylül 2008 Kaynak: Açık Radyo
Ömer Madra: Yeni emisyon raporu üzerinde durma fırsatı bulamamıştık, bu arada Türkiye’de “çevrecilik nedir ne değildir, kim çevrecidir, kim değildir?” tartışması da devam ediyor. Mesela, Başbakan’ın Deniz Feneri hakkında Almanya’da açılan davayla ilgili Doğan Grubu gazetelerine taarruz ederken çevrecilikle ilgili söylediği sözler de ilginç. Biraz bunlardan ve termik santrallerden bahsedelim.

Semra Cerit Mazlum: Evet, çevrecilik Başbakan’ın gündeminden düşmüyor son günlerde. hükümet tarafından ve sivil toplumdan da farklı çevrecilik durumlarıyla ilgili açıklamalar ve çağrılar yükseliyor, aynı zamanda çevre sorunları da ağırlaşıyor. Çevre tartışması, çevre kalitesinin iyileşmesine olumlu bir katkı yapmıyor maalesef. Çevre Bakanı da bu tartışmaların akabinde hükümetin çevre karnesi hakkında açıklamalarda bulunmuş, bunu da izleme şansınız olmadı galiba?

ÖM: Hayır olmadı.

SCM: Özellikle Başbakan’ın, bu hükümetin çevreci bir hükümet olduğu açıklamasından sonra gelmesi açısından da önemli Çevre Bakanı’nın söyledikleri. Aslında, Çevre Bakanı’nın verdiği bilgilerden yola çıkarak gerçek anlamda bir çevrecilikten değil, parçacı bir iyileşmeden söz edebiliriz. 2006 yılına ilişkin olarak açıklanan ve İklim Değişikliği Sözleşmesi sekreteryasına gönderilen yıllık emisyon envanteri de pek çevreci bir iktidarın söz konusu olmadığını başka bir boyutuyla bir kere daha gösteriyor bize.

Bu rakamlara geçmeden önce, kısa bir haber vererek başlayalım isterseniz; 2009 yılı içinde İstanbul’da IPCC’nin 30. toplantısı yapılacak. Geçen hafta Cenevre’de yapılan 29. toplantıda, Türkiye’nin daveti üzerine Nisan ayında yapılacak olan 30. toplantının İstanbul’da gerçekleşmesi kararlaştırıldı; böylece biz de bir IPCC toplantısına ev sahipliği yapacağız. Belki bu toplantının İstanbul’da yapılacak olması Türkiye’nin emisyon durumunun daha derinlemesine, daha geniş bir şekilde tartışılmasına fırsat verebilir.

ÖM: O zaman belki o tarihe kadar çok uzun bir zamandır sürüncemede kalmış olan Kyoto Protokolü’nün imzalanması süreci de TBMM’den geçip tamamlanmış olur. Ondan sonra 2009’da Kopenhag’da yapılacak toplantıya, görüşmelere biz de katılabiliriz Türkiye olarak.

SCM: Hükümet Kyoto Protokolü altında yürüyen görüşmelere taraf ülke olarak katılma şansını ancak o durumda yakalayabilecek. Gana’da sözleşme altındaki görüşmeler çerçevesinde yapılan toplantılarda Türkiye kendi görüşlerini daha yüsek sesle dile getirmeye başladı. Umarım bu durum Kyoto Protokolü’yle bağlantılı olan görüşmelere de yansıyabilir. Zaten Kopenhag’daki konferansta, ayrı yürüyen bu iki sürecin bir şekilde birleşmesi ve tek bir metin haline gelmesi bekleniyor. Bunun Türkiye’nin kendi iklim politikası açısından olumlu sonuçları olabileceğini umuyoruz.

2006 yılı Envanter Raporu verilerine, sonuçlarına gelince; aslında son üç yılda açıklanmış olan üç raporun gidişatının bir kere daha tekrarlandığını, hatta arttığını görüyoruz. 1990’dan 2006’ya kadar Türkiye’nin toplam emisyon miktarı artan bir hızla yükseliyor. Bu artış hızı, 2006 yılında önceki yıllara göre artmış durumda. Toplam 331.8 milyon ton emisyon bırakmış Türkiye 2006 yılında atmosfere, yani 1990’daki 170 milyon ton’dan 2006’daki 330 milyon tona ulaşan bir rakam söz konusu.

ÖM: Yani neredeyse %100’lük bir artış var 1990’dan 2007’ye kadar.

SCM: Evet bu 16 yıllık süre içerisinde toplamda yaklaşık %95-96 oranında bir artış söz konusu. Geçtiğimiz 3 envanter raporuyla birlikte bir daha baktığımızda %74.6-86-96.

ÖM: %74.6’yla başlamıştı değil mi, ilk envanterde.

SCM: 2005 yılı artışlar %86 olarak gerçekleşti, 2006’daki artış da %96.

ÖM: Astrononimk bir artıştan bahsetmemiz mümkün galiba?

SCM: Evet 2004 yılında 196 milyon tondu emisyonlar, 2006’da 331 milyon tona çıkmış, yani 2006 yılında 2004’e göre 35 milyon ton daha fazla bir yılda emisyon bırakmışız. Bu artışın hızı şu açıdan çok önemli; Türkiye’nin Kyoto Protokolü karşısındaki konumunu belirlerken özellikle üzerinde durduğu nokta, bir yükümlülük altına girecekse bunun şeklinin ne olacağıydı ve bunu tartışırken hayati olarak öne sürdüğü yaklaşımlardan bir tanesi de mutlak indirim almaktan ziyade emisyon hızının artışında bir düşüş gerçekleştirecek şekilde, yani kendine göre ayarlanmış bir emisyon yükümlülüğü hedefi almaktan yana tavır koyuyordu. Bu 3 yıllık trendi dikkate aldığımızda, aslında Türkiye’nin kendi kendine tasarlamış olduğu ya da öngörmüş olduğu yükümlülük türünün gerçekleştirilebilir olmaktan uzaklaştığını görüyoruz. Sonuç olarak, artık Türkiye kendi politik tercihinin yaşama geçirilebilirliğini zor duruma düşürmeye başlıyor.

Kyoto Protokolü altında süren tartışmalar çerçevesinde, Japonya’nın önerdiği, 2005 yılının baz yılı olarak alınması gibi bir tartışma da var. Türkiye de baz yılının 90’dan 2005’e gelmesi önerisine yakın durabilecek bir pozisyonda, ama 2005’in baz alınması durumunda bile, önümüzdeki yıllarda bu şekilde bir artış devam ederse eğer, Türkiye’nin 2005’in altına da düşmesi mümkün olmayabilir.

ÖM: Hatta 2006’dan 2007’ye olan artışın da yine çok yüksek olacağını varsayabiliriz. Bu da çok yanlış olmaz herhalde?

SCM: Tahminler o yönde, zaten ilk ulusal bildirimdeki rakamlara baktığımızda, 2020’lere kadar uzanan bir süreçte hep bu şekilde bir artış söz konusu olacağı kestirimi söz konusuydu. Tabii enerji projeksiyonları da bunda önemli rol oynuyor; enerji bileşiminin değiştirilmesi çalışmaları var ve ağırlıklı olarak kömüre dayalı, yerli linyit kaynaklarının kullanılmasına dayalı tasarım dikkate alındığında bu artış hızının daha da yükseleceğini tahmin etmek çok zor değil

ÖM: Dolayısıyla 2005’den 2006’ya olan artış oranı %10 gibi bir şey oluyor ki bu da bilebildiğim kadarıyla Amerika’nın yıllık emisyon artış hızına çok yakın; Amerika’da %11 yanılmıyorsam. Türkiye, yüksek emisyon artışı olan ülkelerden bir tanesi durumunda. Türkiye’de şu anda, özellikle elektrik enerjisi üretimi potansiyelinin içerisinde doğalgaz önemli bir yer tutuyor, yani kullandığımız, tükettiğimiz elektriğin önemli bölümü doğalgazdan üretiliyor ve göreli olarak doğalgaz daha az karbondioksit salıyor atmosfere; dolayısıyla doğalgaz ağırlıklı bir enerji bileşimi bile söz konusuyken bu kadar yüksek olan emisyon artış hızları, bu bileşim içerisinde kömürün ön plana çıkmasıyla daha da artacaktır. Elektrik enerjisi üreten kaynaklar arasındaki dengenin mutlaka yenilenebilir enerjilerden yana değiştirilmesi gerekiyor, ancak o durumda Türkiye bu kendi artış kısırdöngüsünü kırabilir, içine düştüğü yüksek emisyonlu, karbon yoğun elektrik ve enerji üretim sürecinden kendisini kurtarabilir.

ÖM: Geçenlerde Türkiye’nin güneş enerjisi üreten Çinli önemli bir şirketle görüşmeler halinde olduğuna dair bir haber vardı gazetelerde. Yani güneş enerjisi potansiyelinden yararlanmak üzere Çin’le bir anlaşma yapılmasından bahsediliyordu, ama ne kadar doğru bilemiyorum.

SCM: Enerji Bakanı, geçtiğimiz günlerde, güneş haritasının da rüzgâr haritasında olduğu gibi hazırlandığını Türkiye’nin varolan güneş potansiyelinden enerji elde etmek üzere çalışmaların kısa sürede başlayacağını açıkladı. Çin’le yapılan görüşmeler de bu yeni yatırım sürecinin parçalarından birisi olabilir. Ancak, bunu söylerken güneş enerjisinin pahalı bir enerji olduğunu söylüyordu ve maliyet karşılaştırması yaparken aslında benzer oranlardaki yüksek maliyetlere sahip nükleer enerji karşısında kötü bir alternatif gibi sunuyordu; zaten açıklamayı da nükleer enerjiyle ilgili bir toplantı sırasında yapmıştı. Bu maliyet karşılaştırmalarını bugünün maliyetlerinin değil, geleceğin maliyetlerini dikkate alarak yapmak lazım, yapılan enerji yatırımının Türkiye’ye getirdiği çevresel maliyetleri de dikkate alarak, onu da içine katarak yapmak gerek. Yenilenebilir enerji hâlâ pahalı bir alternatif olarak sunulmaya devam ediyor maalesef.

ÖM: Bu rakamlar ışığında, Başbakan’ın kendi ifadesiyle, nasıl “çevrecinin en âlâsı” olduğunu izah etmek büsbütün güçleşiyor. AKP’nin iktidarda olduğu dönemlerdeki emisyon artışının büyük bir hızla devam ettiğini görüyoruz. Rakamların hepsi elimizde, dolayısıyla Çevre Bakanı çok da gerçeklere temas etmiyor aslında.

SCM: Çevre Bakanı’nın 6 yıllık süreyi kapsayan -2002-2008 arasını değerlendiriyor haberden anlayabildiğim kadarıyla çevre karnesinde iyileşme olarak sunduğu kalemlerin arasında görünen iklim değişikliği konusu, sadece Kyoto Protokolü’nün onaylanmasına ilişkin kararın Meclis’e gönderildiği, komisyonlardan geçtikten sonra da Meclis’te onaylanacağı ve taraf olacağımız şeklinde yer alıyor. Yani emisyon rakamlarıyla ilgili bir bilgi yer almıyor, o konudaki durumu ortaya koymuyor maalesef.

ÖM: Kaldı ki, yakından da takip ettiğimiz gibi, Çevre Bakanı da dahil olmak üzere hükümetin pek çok üyesi Kyoto protokolünün hükümet kararı halini alması sürecinde biraz da ite kaka, zorlana zorlana yer aldılar.

SCM: Öyle olduğu halde, hem hükümet, hem Cumhurbaşkanı da benzer bir açıklama yaptı, Protokol’ün onaylanmasını şimdiye kadar hiçbir iktidarın göze alamadığı bir karar olarak sundular, halbuki, dediğiniz gibi, bu öyle çok da kolay ve istekli alınabilmiş bir karar değil, ancak yükümlülük altına girmeyeceği garantisiyle alınabilmiş olan bir karar, bu konudaki siyasi atmosfer rahatlıkla gözlenebiliyor. Fakat hükümet bu durumdan da yararlanmaya çalışıyor, halbuki aynı hükümet döneminde, AKP döneminde sözleşmeye taraf olmuştu Türkiye, 2003’te Meclis’ten geçmişti sözleşmeye taraf olma kararı, uzun yıllar yapılan değerlendirmeler sonucunda, aslında bu hükümet kendisi 2003’ten 2008’e kadar Kyoto’yla ilgili kararı uzatmış oldu.

ÖM: Yani durum bize söylendiğinden farklı, yeni emisyon raporunun da gösterdiği gibi politikacıların sözleriyle gerçeklik arasında farklar var.

SCM: İyimser olmak için yeterli bir dayanak yok.

ÖM: Aynen öyle. Bir de İzmir civarında kömür yakıtlı yeni bir termik santral projesinden bahsetmiştiniz, biz onu duymamıştık.
SCM: Bu, Aliağa’da ikinci bir termik santral yapılmasıyla ilgili bir plan hakkında Radikal’in geçen haftaki bir haberiydi. Aslında daha önceki programlarda sözünü etmiştik, bir termik santral yatırımı planlaması söz konusu bölgede, Enka Grubu’nun yapmayı planladığı bir termik santral var, fakat ikinci bir termik santral daha için süreç başlamış ve işliyor, hatta son aşamasına gelmiş olduğunu öğrenmiş olduk biz de geçen hafta.

ÖM: Onu kim üstleniyormuş?

SCM: İzdemir’in yapmayı planladığı bilgisi yer alıyor haberde. Hatta bir üçüncü başvuru daha söz konusuymuş, ama reddedilmiş. Bölgede termik santraller konusunda hukuki mücadele yürütmüş bir kişi olarak Kemal Anadol önemli bir isimdir, onun yaptığı açıklamada bu sayının daha da fazla olduğu şeklinde. Yani Aliağa bir termik santral çekim bölgesi haline gelmiş görünüyor son yıllarda.

ÖM: Gemi sökümü atölyelerinin yanısıra.

SCM: Petrokimya tesisleri de var orada biliyorsunuz, demir çelik sanayi de var.

ÖM: Evet, o bölgeyi iyice çevre cehennemi haline getirmek çabası var galiba?

SCM: Türkiye’nin atık çöplüklerinden bir tanesi olması söz konusu olacak bu durumda galiba. Bu haberde İzdemir’in başvurusunda ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporunun tamamlanmak üzere olduğu, bugünlerde teslim edileceği bilgisi yer alıyordu ve halkın bu ÇED raporundan haberdar olmadığı gerçeği ortaya çıkıyordu. Bu bize çevreyle ilgili kamu yönetiminin, tabii aynı zamanda yatırım yapan şirketlerin de halkı dışlayıcı tutumunu bir kere daha gösteriyor. Haberde köy muhtarının bu ÇED raporundan haberi olmadığıanlaşılıyor, “bir ÇED duyurusu var, ama biz onu limanla ilgili zannediyorduk” diyor; halbuki köyün muhtarı, ÇED yönetmeliğinde de tarif edilen “ilgili halk” tanımının içerisinde, birinci elden bilgi sahibi olması gereken kişidir, ama köy muhtarının dahi bilgilendirilmediğini, haberdar edilmediğini gösteriyor bu haber. ÇED raporlarının genel olarak Türkiye’de yatırım sürecindeki yeri, çevre yönetimindeki yeri açısından önemli soru işaretleri uyandırıyor bu süreç

ÖM: Bu durum yalnız konumuz olan sürdürülebilir çevre meselesinin de ötesinde demokrasi ve şeffaf devlet meselesini de karşımıza çıkarıyor.

SCM: Evet, bir “çevresel yurttaşlık” olgusundan söz ediyoruz son dönemde, çevre hakkı korunan, çevreyle ilgili karar süreçlerine dahil edilen bir yurttaşlık demek çevreci yurttaşlık. Hükümetlerin, yönetimlerin, halkın sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkını güvenceye almaları gerekiyor öncelikle, fakat aynı zamanda halkı çevreyle ilgili karar süreçleri konusunda bilgilendirmeleri, onları kararın bir parçası haline getirmeleri gerekiyor, belki “çevresel rıza” olarak da adlandırabiliriz bunu. Çevreyle ilgili kararların alınabilmesi ve yatırımların yapılabilmesi için sonuçtan etkilenecek bölgedeki insanların, orada yaşayan halkın rızasının almak gerekiyor. Yurttaşlar açısından bakıldığında da bir sorumluluk anlamına geliyor bu. Yaşadığımız yerdeki doğal kaynaklarla ilgili olarak, toplumumuzun öteki bireylerine karşı, daha da genel olarak yeryüzüne karşı hak ve sorumluluklarımızı da içeren yeni bir yurttaşlık anlayışına, yeni bir yurttaş olma durumuna geçişi işaret ediyor bize de “çevresel yurttaşlık”. Bireylere sorumluluk yüklerken daha da önemlisi hükümetlere, yöneticilere büyük bir sorumluluk yüklüyor. Hükümetlerin öncelikle yurttaşlarının çevre hakkını koruması gerekiyor, aynı zamanda onları bu çevre hakkını kullanabilmeleri için gerekli olan araçlarla donatmaları gerekiyor. Bunun çok önemli bölümü de “çevresel bilgilenme hakkı” ve ÇED raporları gibi araçlarla çevre yönetimine katılma hakkı.

Türkiye’de yurttaşlık çevresel yurttaşlığa dönüşemiyor maalesef, yurttaşlıkla ilgili daha genel sorunlarımız var halletmemiz gereken, ama yenilenmiş, güncel, çağdaş bir yurttaşlık anlayışının içine mutlaka çevrenin de dahil edilmesi gerekiyor. Yasal düzenlemeler, kurumsal değişiklikler, 1990’lardan bu yana yürütülen çevre alanındaki çalışmalar sonucunda yurttaşlığı çevresel yurttaşlığa taşımak konusunda yeterli bir ilerleme kaydedilmedi maalesef.

ÖM: Özellikle bu sıralarda Deniz Feneri meselesi gibi olaylar şeffaflıktan yoksunluk problemine epey dikkatimizi çekiyor.

SCM: Evet, çevre konusunda da, en şeffaf olması gereken alan olduğu halde, giderek kapalılaşma ve gizlilik eğilimi ağır basmaya başlıyor. Hatta çevreci olmak azarlanmayı gerektirecek, suçlu hissetmeyi gerektirecek bir durum haline geldi.

Aliağa Termik Santrali ÇED raporuyla ilgili olarak, yatırımı yapacak olan, Enka grubunun sözcüsü Kemal Anadol’un açtığı davayla ilgili bir soruya cevap verirken şöyle söylüyor; “Danıştay’ın bu sefer olumsuz karar vereceğini zannetmiyorum, çünkü bu sefer ÇED raporu var”. Çevre yönetim sürecinde bu ÇED raporunun nasıl algılandığını biliyoruz, bu daha da tehlikeli bir durumu ortaya koyuyor; İzmir’deki arsenikli su sorunuyla ilgili olarak da ÇED raporu, hem hükümet tarafından hem yerel yönetim tarafından bir engel olarak gündeme getirildi. Hürriyet gazetesinde yer alan bir habere göre, AKP İzmir İl Başkanı şöyle bir açıklama yapıyor, belediye başkanına bir çağrıda bulunuyor; “Birlikte gidelim, Çevre Bakanı’yla konuşalım, ÇED raporunu hemen alalım”.

ÖM: Şu şekilde ele alınıyor; “ya standardı biraz yukarı çekelim, böylece arsenik sağlığa aykırı da olsa aykırı değilmiş gibi gösterilsin raporda ya da ÇED raporu alalım ve bu sorun bitsin”. Bu, olabilecek en absürd ve en tehlikeli durum gibi geliyor bana da.

SCM: ÇED raporu alınacak bir şey değil aslında, ÇED raporu çevre yönetimi içerisinde bütün dünyanın üzerinde buluştuğu en önemli sürdürülebilirlik araçlarından, önleyici araçlardan bir tanesi.

Sürdürülebilir kalkınmanın genel tanımı ya da hedefi nedir? Çevre ve ekonomiyi bütünleştirmek, ekonomiyi çevreye zararsız bir şekilde yürütür hale getirebilmek ya da ekonomik gelişmeyi çevresel olumsuzluklarından ayırt ederek, onlardan kurtararak, onlardan bağışık hale getirerek gerçekleştirmek. ÇED de bunun en önemli uygulama araçlarından bir tanesidir. ÇED raporları da yapılması düşünülen bir yatırımın bütün çevresel etkilerinin saptanması ve mümkünse bunların ortadan kaldırılması, o mümkün değilse en aza indirilmesi yoluyla ancak bu yatırımların yapılabilmesini sağlayacak bir araç olarak tasarlanmış ve bizim de çevre hukukumuza bu amaçla dahil edilmiş olan bir çevre politikası aracıdır, bir kurumdur aynı zamanda ÇED. Fakat Türkiye’de algılanış biçimi, gerek kamu tarafından, gerekse özel sektör tarafından, yatırım sürecine eklenmiş başka bir engel, aşılması gereken, üstesinden gelinmesi gereken, mümkün olduğunca kısa sürede alınıp yatırımla ilgili izin mercilerine teslim edilmesi gereken bir angarya şeklinde. Dolayısıyla, bunun sosyal içerimleri de genellikle gözardı ediliyor. Çevresel açıdan bu şekilde içi boşaltılmış olarak kullanılma eğilimi ağır bastığı gibi, bunun toplumla ilişkisi de genellikle kurulmuyor, ÇED raporu süreçleri toplumsal tabandan uzaklaştırılarak yürütülmeye çalışılıyor.

ÖM: Zaten aleyhte hiçbir ÇED raporu çıktığı pek görülmüyor son dönemde.

SCM: Evet, istatistiklere bakıldığında olumlu rapor alan başvuruların oranı olumsuz kararlarından çok daha fazla; hep böyle oldu bu. ÇED Yönetmeliği 1993’te çıktığından bugüne çok sayıda değişiklik geçirdi. Çevre mevzuatı içerisinde en fazla üzerinde oynanan, sürekli düzeltmeler yapılan mevzuat bileşenlerinden bir tanesi. 28 Temmuz’da yeni bir ÇED yönetmeliği yayımlandı. Belki kısa bir sürede o da değişecektir, çünkü neredeyse her sene ÇED yönetmeliğinin değiştiği dönemler oldu.

ÇED Yönetmeliği “Tanımlar” kısmına bu sefer önceki yönetmeliklerde olmayan eklemeler yapılıyor, yeni kavramlar koyuluyor. ÇED Yönetmeliği başından beri “halkın katılımı toplantısı”nı düzenliyor, ama “Tanımlar” kısmında buna yer verilmiyordu, şimdi “halkın katılımı toplantısı”, “ilgili halk” gibi kavramlar daha yönetmeliğin başında, “Tanımlar” kısmında yer alıyor. DolayısıylaÇED sürecinde halkın nasıl yer alacağı konusunda bir ilerleme olduğu yönünde bir izlenim uyandırıyor. Fakat yönetmeliğin içinde, halkın bilgilendirilmesi, halkın katılımı konusunda önemli bir değişiklik yok,. Daha en başta bir toplantıyla halk katılıyor, sonraki aşamalarda yalnızca valilik tarafından yapılan duyurular yoluyla, “ÇED raporu Çevre Bakanlığı’nda”, “Komisyon’u geçti”, “rapor yayımlandı”, “ÇED olumlu raporu alındı” vs. şeklinde bilgilendirmeler yapılması öngörülüyor. Fakat Aliağa olayında bunun yapılmadığını görüyoruz, eski yönetmeliğe göre de gerekli bilgilendirmelerin yapılması gerekiyor. Bunun gerçekleşmediğini, halkın bu bilgiye sahip olmadığını görüyoruz. ÇED aracının, çevresel ve toplumsal olarak içinin bu şekilde boşaltılması sürecinin, çevre üzerinde, Aliağa örneğinde olduğu gibi, başka yerlerde olduğu gibi, yıkıcı etkileri bir kere daha ortaya çıkıyor. Termik santraller yapma sürecinin hızla devam ettiğini gösteriyor.

ÖM: En vahim olanı belki de bu. Nükleer meselelerine de biraz geçebilirdik, ama bir sonraki programda etraflıca ele almak imkânımız olacaktır.

SCM: Bir sonraki programımızda yerel seçimler bağlamında, iklim değişikliği ve belediyelerin görevleri konusunu da mutlaka ele alalım. Emisyon Envanteri de aslında bize bu konuda önemli bir uyarı veriyor. Toplam emisyon artışlarının içerisinde birinci sırada enerji üretimi varken, ikinci sırada atıklar var, yani atıklardan kaynaklanan emisyonlar %9 oranında bir yer tutuyor toplam emisyonlar içerisinde. Bu da katı atık yönetiminden sorumlu olan birimler olarak, belediyelerin görevlerini hatırlatıyor bize.

ÖM: Bu halkadan hareket ederek biraz da sıkıştırmamız şart.
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.