Haberler

Peter Zumthor Üzerine

Tarih: 16 Nisan 2009 Yazan: İhsan Bilgin
İsviçreli mimar Peter Zumthor'un Pritzker Ödülü'nü alması üzerine, İhsan Bilgin'in Nisan 2001'de Arredamento Mimarlık'ta yayınlanan "Maddenin Yoğunluğu" ve Mayıs - Haziran 2000'de XXI'de yer alan "Gugalun Evi" başlıklı yazılarını yayınlıyoruz.

Maddenin Yoğunluğu1

Peter Zumthor'un işleri cazibelerini nereden alıyorlar? İlk bakışta, hatta ikinci, üçüncü bakışta sınıflandırılması güç işler bunlar. Birine bakarak sonrakini ya da öncekini kestirmek mümkün değil. Her seferinde yeniden anlamak gerekiyor. Şaşırtıcı: Her işiyle mimarlık dünyasının dikkatini bir kez daha üzerine çekiyor Zumthor; bir kez daha şaşırtıyor. Şaşırmaya eşlik eden izlenim genellikle içtenlik oluyor. Güven veriyor: bizleri şaşırtmak için davranmadığına, motivasyonunu dikkatleri üzerine çekmekten almadığına dair bir güven bu. Aklı bizlerde değil, başka şeylerde gibi. Poz verirken değil de, dalmış işini yaparken dikkatimizi çekiyor adeta. Hassas bir denge bu. Bir "hinlik" sezildiği anda dağılıverecek hale. "Starlık" müessesesi tarafından öğütülecek, cansızlaşacak, sıkıcı müfredatların konusu olacak. Özenilirken burun kıvrılan ünlüler arasına katılıverecek. Farkında bile değil sanki bütün bunların. İşini yapmaya devam ediyor.

"Alın teri", çalışkanlık cazibeyi anlamaya yetmez. İçtenlik de öyle. Üstelik her ikisi de dikkatleri özne üzerinde topluyor. Öznenin karakter özellikleri olabilir bunlar; nesnenin değil. Oysa bizim dikkatimizi işler çekmişti başlangıçta. Kişiliğinin değil, işlerinin cazibesine kapılmıştık. Yazıya da öyle başladık.

Özneyle nesneyi nasıl ayıracağız? Belki de Zumthor örneğinde tersten gitmek lazım. Çalışkanlık, içtenlik gibi karakter özelliklerinin içine sığmayan, onların dışına taşan bir güç olduğunu söylemiştik bu işlerde. Zumthor belki de enerjisini işlerinin gücünden alıyordur. Olduğu gibi kalma gücünü, sahiciliğini onların gücüne borçludur. Onlara öyle bir şey geçirmiştir, öyle bir donatmıştır ki, o işler başkalarının dikkatini üzerlerinde topladıkları kadar onu da yeniden yapmaya, yenilenmeye kışkırtıyorlardır her seferinde. Tavuk-yumurta ikilemini küçümsememek lazım: Mantığın sınırına işaret eder bu ikilem. Ancak sarmalın bıktırırcasına yinelenmesi gerçeğini de değiştirmez mantığın iflası.

O zaman önce şu soruyu soralım: Zumthor işlerine neyi geçiriyor? Neleri kendisinin, kendi varoluşunun, tasavvurunun özelliği olmaktan uzaklaştırıp nesnelerinin kılıyor? Tasavvurları, niyetleri ve alışkanlıklarıyla kendisi çekildikten sonra geride ne kalıyor? Sonra da ikinci soru: Peki bu geride kalanlar güçlerini, cazibelerini nereden alıyorlar? Neden hep beraber bu işlerden etkileniyoruz? Onları hepimizin gözünde inandırıcı kılan ne?

İki yoğunlaşma odağı var Zumthor'un: madde ve durum. Öge, bileşen, mafsal, detay, form vs. değil, madde. Program, yer, işlev, davranış vs. değil durum. Daha doğrusu: öge, bileşen, mafsal, detay, form olarak madde; program, yer, işlev, davranış olarak durum. Mayalanmış, damıtılmış, her şeyi üzerine çekmiş, toplamış, sorumluluğunu üstlenmiş yoğunluklar olarak madde ve durum. Bir de bunlar üzerinde işlem yapan, düşünen, çalışan, emek sarfeden zihin ve beden var. Maddeden ve durumdan bağımsızlaşmaya, özgürleşmeye, onları kendi buyruğunun, becerisinin, iç enerjisinin tâbiyetine geçirmeye meyleden; motivasyonunu onlar üzerindeki egemenliğinden alan zihin ve beden. Biraraya getiren, ayrıştıran, soyutlayan, sınıflandıran, eğen, büken, düzleyen, söken, takan zihinsel ve bedensel emek. Zumthor, vazgeçemeyeceği temel tercihini tam da bu noktada yapıyor: Zihinsel ve bedensel emek, maddenin ve durumun tâbiyetinde olacak; onlara uyacak; onlara soracak; onlar ne istiyorsa onu yapacak. Her seferinde, her işinde bir kez daha yüzleştiğimiz gerilimin kaynağı tam da burada: özgürleşme, bağımsızlaşma, kendi başına kalma eğilimiyle, yüzünü her seferinde yeniden üzerinde işlem yaptığı maddeye ve duruma dönen, kendini onlara teslim eden irade arasındaki gerilim. Gerçekleşmemiş, tutuklanmış imkân ile kışkırtılan, ama bir türlü boşanmayan irade arasındaki gerginlik...

Yaklaşalım: İsviçre dağlarındaki bir işi: Zamanı tarih olmaktan çıkartıp bir töz olarak üzerinde toplayan yaşlı bir ahşap dağ kulübesi. Büyütülüp yeniden kullanılacak. Yüzünü vadiye dönmüş. Zemin arkasından yükseliyor. Kulübeyi arkaya doğru uzatıyor Zumthor; arkadaki tepeye dayıyor. Dayamak için tepenin formunu bozmadan zeminini sertleştiriyor. Ahşap lâtaların bir kenarını sertleştirdiği zeminin üzerine yerleştirirken, diğer kenarını evin dış duvarının içine sokuyor. 30-35cm aralıklarla üstüste yerleştirdiği bu ahşap lâtalar dış duvarın iskeleti oluyor. Düşey taşıyıcı yok. Yeni duvarı ev ve dağ tutuyor. İlave duvar onlara yaslanıyor. Sonra içeriden kaplıyor bu eve ve dağa yaslanan duvar konstrüksyonunu. Kapı, pencere açmak için aralarını boşaltıyor tahtaların ve çerçeveliyor. Üzerine hafif yekpare bir çatı koyuyor. İçi de, konstrüksyon, kaplama, merdiven, kapı ve mobilyaların içiçe geçtiği bir ahşap sistemle bitiriliyor ve evle ilavesi içeriden birbirine açılıyor. Lifleri, hareleri, yoğunluğu, sertliği, yüzey dokusu ve üzerinde işlem yapılma imkânlarıyla ahşap, zamanın kendisi gibi duran bir ev, bir yamaç, ışığı, havası, zemini vb. ile Alpler'in kır peyzajı, sessizlik, durağanlık. Bunlara bırakıyor kendini Zumthor. Pasif bir bırakma değil bu. Bir yoğunlaşma ve özdeşleşme işlemi; verili malzemeyle ve başlıbaşına bir durum olan o yerle. Bu öyle bir yoğunlaşma ki, kültürel dolayımları bile devreden çıkarıyor: verili zenaatkar alışkanlıklarını, duvarın, iskeletin, kaplamanın vb.'nin nasıl inşa edilegeldiğini; bir tip, hatta arketip olarak evin/kulübenin, pencerenin, kapının ne olduğunu, dolayısıyla nasıl olması gerektiğini.

Maddeyle ve durumla bunları bile araya sokmadan yüzleşiyor. Tek tek hiç bir karar, hiç bir işlem şaşırtmıyor bizi. En kolay ve en olmaları gerektiği gibi yapılmışlar sanki. Şaşırtıcı olan, gözümüzü takılmaktan alıkoyamadığımız şey bütünü. Tanıdığımız şeylere benzetemiyoruz. O eski evlerin replikası değil; soyutlama, kökenine çekilme gibi bir yorumu da değil. Evet, bir zıtlık var. Ama bu bildiğimiz türden zıtlaşmalara da benzemiyor. Çağ farkıyla gerekçelendirilmiş bir farklılaşmaya benzemediği gibi, örneğin kompozisyon tekniği türünden araçlar kullanılarak yapılmış gibi de değil. Her şey orada duruyor ve gördüğümüz kadar sanki. Yapılması gerektiği gibi yapılmış ve ortaya bu çıkmış. Zihnimize hitap edebilecek her türlü dolayım devreden çıkarılmış. Doğrudan duyularımıza hitap ediyor, dokunuyor. Ahşap üzerine, kulübe üzerine, kır üzerine biriktirdiklerimizi, tanıdıklarımızı devreye sokmamıza meydan vermeden yüzleştiriyor bizi onlarla.

Bütün bunlar, Scott Lash'in (Lash, 1994) kognitif (bilişsel) tutumun karşısına koyduğu estetik tutuma işaret ediyor. Kognitif tutum enerjisini, motivasyonunu zihinsel ve kavramsal olandan alırken, estetik tutum duyusal olan üzerinde işlem yapıyor, algısal ile temasa geçiyor öncelikle. Birincisi soyutlamaya, genellemeye, yani uzaklaşmaya dayanıyor; ikincisi ise somutlamaya, özgülleşmeye, yani yaklaşmaya. Kognitif tutum, özel (aykırı), mevcut (fenomenal) olanı genel (düşünülebilir, kavramsallaştırılabilir, sistematize edilebilir vb.) açısından işleme, eleştiriye tâbi tutar, değerlendirir. Estetik tutum ise tam tersine zihinselleştirilebilir olan geneli, özelin (fenomenal) merceğinden görür, değerlendirir, eleştirir. Birinci kanal içinde bulunduğumuz dünyayı yanlış işleyen (en azından "olabileceği kadar iyi işlemeyen") bir mekanizma gibi gösterir, daha iyi işleyişin imkânı aracılığıyla. İkincisi işe şaşırtır: Mevcut işleyişin içinde karşılaşmaya hiç hazır olmadığımız, beklemediğimiz bir durumla, bir şeyle dolaysız olarak yüzleştirerek yapar bunu. Karşımıza bir ihtimali değil, ânın kendisini çıkarır. Karşılaşma sonrasındaki muhakemeye değil, karşılaşmanın kendisine yapar yatırımını. Tekrarlanmaya, birikmeye, çoğalmaya yatkın değildir. Belirir, iz bırakır ve yiter. Her seferinde yeniden başlamak, yeniden deneyimlemek gerekecektir.

Zumthor'un madde ve durum üzerinde yaptığı işlem azaltmaktan, indirgemekten ziyade yoğunlaştırmaktır. Maddeyi ve durumu her şeyi üzerine çeken, üzerinde toplayan bir mıknatısa dönüştürür. Hiç bir şeyden vazgeçilmemiş, hiçbirinin yükü ötekine atılmamıştır. Bu adeta bir sıkıştırılma işlemidir. Sıkıştırıldıkça parçalarının birbirini güçlendirdiği yekpare bir enerji kaynağına dönüşmüştür adeta nesne; verili olan, dağınık duran herşeyi üzerinde toplamanın gücüyle göz kamaştırmaktadır.

Bregenz şehrindeyiz: Avusturya'nın Almanya ve İsviçre ile birleştiği nokta. Bodensee gölünün kenarı. Şehrin göle temas ettiği noktada göz kamaştıran bir kült var. Bir sergi evi. Suyun ışığını, rengini olduğu gibi üzerine çekmiş, üzerinde toplamış. Tıpkı gölün kendisinin güneşe yaptığı gibi: Suyun güneşten çaldığı rolü, ışığın kaynağı olma rolünü, müze de gölden çalıyor. Tarafsız yoğunluğuyla yansıttığı ışığın kaynağı haline geliyor. Güçlenerek, yayılarak yitiyor, kayboluyor. Varla yok arasındaki konumunu azalmaktan, indirgenmekten değil, çoğalma, genişleme, ışığı yayma kapasitesinden alıyor. Işığın kendisini değil, üzerine düştüğünü, gösterdiğini görebiliriz ancak. Kendisi göz kamaştırır.


Kunsthaus Bregenz, Vorarlberger Landesgalerie, 1997 (Bregenz, Avusturya)

Işığı yayan sadece cam değil. Camın kumlanması da yetmezdi arkasındaki belli belirsiz yüzey, karaltı olmasa. Camın kumlanması ve ardındaki duvar iki belirsizlik katmanı yaratıyor. Işığı önce tutup sonra bırakan, yayan da bu belirsizlik kademelenmesi. Şeffaf olsaydı ardını görecektik. Arkasında duvar olmasaydı ışık tutulmadan geri dönecek, yansıyacaktı. Işığı tutttuktan sonra bırakan kumlanmış camla koyu duvar arasında kalan boşluk, derinlik. İki malzemeyle kuruyor binayı Zumthor: dökme beton ve kumlanmış cam. Bir de demir kullanıyor. Camı betona bağlamak için. 25 m x 25 m'lik kare bir planı var sergi evi binasının. Kenarlara çekilmiş, birbirlerinden bağımsız 3 adet perde duvar binanın yükünü topluyor ve merdiven, asansör gibi düşey hareketleri binanın çeperlerine atıyor, tecrit ediyor. Kesitte katlar, duvar ve döşemelerin yekpare bir biçimde oluşturduğu U şeklindeki havuzlardan meydana geliyor. Taşıyıcı perdelere tutunan ve yekpare bir biçimde kat mekanlarını sınırlayan bu U beton havuzlar birbirlerine değmeden üstüste diziliyorlar; 1., 2. ve 3. kat olarak. Birbirlerine değmedikleri, havada asılı durdukları için aralarında hava boşluğu kalıyor. Hava ve ışık geçiyor bu boşluklardan. Katları birbirlerine beton perdeler bağlarken, hava ve ışık boşluğu ayırıyor. İçine tüm tesisat sistemlerini almış, eklemeye, çıkarmaya, kaplamaya, soymaya gerek bırakmamış beton perdeler ile beton döşeme ve duvarlar bunlar. Çeperlerde merdivenler var; yine aynı betondan. Her şey bu kadar.

Sıra cam kabuğa geliyor. Cam, binadan bağımsız, dışarıda kendi başına bir yüzey oluşturuyor. Sadece beton duvarlardan 1 m kadar koptuğu için bağımsız değil. Ritmini, hizalarını binanın modülasyonundan almıyor. Özellikle kesitte belirgin bu. Cam birleşimleri her katta başka yerlere denk geliyor. Başına buyruk, kendi başına ayakta duran bir zar bu. İri pullardan oluşan bir zar. Balığın sırtı gibi. Birbirinin üstüne binen, birbirini kapatan pullar. Pul benzetmesi boşuna değil. Aralarında da neredeyse hiç bir şey yok; tam köşe noktalarında, her seferinde 4 camın birden dayandığı, tutunduğu mesnetten başka. Üstüste binip birbirlerini örtüyorlar. Tam 720 tane 1,5 m x 2,5 m büyüklüğünde kumlanmış cam içerinin ritmini önemsemeden binayı çepeçevre sarıyor. Başka hiç bir şey yok. Kapılar bile yitip gitmiş üstüste ve yanyana dizilmiş bu camların içinde. Camları tutan demir mesnetler yine demir bir konstrüksyonla arkadaki beton duvarlara yaslanıyor. Son ve önemli bir hamle: Katların üzeri, beton duvarların bitim hizasından yine kumlanmış camlarla kapatılmış. Böylelikle havada asılı duran katlar arasındaki hava boşluğu katlardan tecrit edilmiş oluyor. Kenarlardan gelen ışık bu boşluktan geçerken, ikinci kez süzülüyor ve içeriye giriyor. Kaynağı gizlenmiş, güçlü ve müphem bir ışık bu. Doğrudan yukarıdan gelmiyor. Bir karaltının, beton tavanın verdiği derinliğin tonunu aldıktan sonra giriyor içeriye. Kenardan da gelmiyor. Kenarla tavan, kaynakla perde arasında bir yerlerden geçtikten sonra giriyor nihayet içeriye. Merdivenlerde de kurtuluş yok bu ışıktan. Zemin kat merdiveninden itibaren kaplıyor binanın tamamını.

İki malzeme ve bir durum: Cam, beton, Alplerin havasından ve Bodensee gölünden süzülmüş bir ışık, göl kenarında seyrelip irileşen dokusuyla Bregenz şehri, dikeyine gelişmesi tercih edilmiş bir sergi evi programı. Buradan başlıyor ve buraya çakılıp kalıyor Zumthor. Başka şeylerin sızmasına direniyor. Kendi olası tercihleri, kaprisleri, becerileri de dahil, sızmaya çalışan her şeye karşı yeniden bu malzemelere ve duruma dönerek, onlar üzerinde yeniden yoğunlaşarak direniyor. Ve işin sonunda yine bunlarla çıkıyor. Ama aynı şey değil artık bunlar. Ya da başlangıçta olduklarından daha fazla "aynı şey"; daha da koyulaşmış, yoğunlaşmış olarak "aynı şey". Dışarıdan sızmalara karşı maddenin ve durumun verilerine her yeniden tutunma, her yeniden sarılma onları bir kez daha damıtmış, sıkılaştırmış, güçlendirmiş.

Peki ama neden? Neden bu dışarıya kapalılık? Zumthor'un esas dışarıda bırakmak, işlerine sızmasına engel olmak istediği şey ne? Şöyle demiş o her zamanki yumuşak ama kararlı üslubuyla 1988'de California'da verdiği tebliğde: "Belki postmodern hayatı şöyle tasvir edebiliriz: Kişisel biyografik verilerimizin üzerinden geçen her şey müphem, bulanık ve bir biçimde gerçek dışı gibi duruyor. Dünya şeyler için orada duran, ama son kertede başka şeylerin işaretleri olarak işlev gördükleri için kimsenin tam olarak anlamadığı işaretlerle ve enformasyonlarla dolu. Gerçek şey saklanmış olarak kalıyor. Kimse onu göremiyor. Buna rağmen, zedelenmiş olsalar da, halâ gerçek şeylerin varolduğuna inanıyorum. Toprak, su, güneş ışığı, peyzaj ve nebatat var. Ve makinalar, edevatlar veya müzik aletleri gibi neyse o olan, suni yükler taşımayan insanlar tarafından yapılmış nesneler var. Kendi içinde huzurlu gözüken nesnelerle veya binalarla karşılaştığımızda, algımız da özel bir tarzda sakinleşir, yatışır. Algıladığımız nesne bize bir sözü dikte etmez, öylesine oradadır. Algımız sessiz, önyargısızdır, tahakkümden uzaktır. İşaretlerin ve sembollerin ötesindedir. Açık ve boştur.... Şimdi, algının bu boşluğunda, izleyicinin [zihninde] zamanın derinliklerinden geliyormuş gibi bir hatıra belirebilir. Nesneyi görmek artık aynı zamanda da dünyayı bütünlüğü içinde sezmektir; çünkü ortada anlaşılmayacak bir şey yoktur..." (Zumthor, 1999, s.16-17)

Evet. Asıl dışarıda tutmak istediği şey anlam. İşaretlerle, sembollerle, temsiliyetlerle taşınan anlam. Martin Steinmann "semantiksizleştirme" (anlam örüntüsünden arındırma) olarak adlandırdığı bu tutumu (1994, s.11), içine Zumthor'la birlikte Herzog&de Meuron, Diener&Diener, Meili&Peter, Burkhalter&Sumi'yi de kattığı Alman-İsviçresi'ndeki grubun paylaştığı zemin olarak niteliyor. Steinmann'a göre bu tutum, mimari arayışın "anlam olarak şeyler"den, "dolaysız deneyim olarak şeyler"e kaymasıdır. Konvansiyonlar aracılığıyla deneyimlenen "anlam"ın kısa devre ile aradan çıkartılmaya çalışıldığı "semiyotik öncesi" (anlam öncesi) deneyime çekilme arayışıdır bu. İşaretlerle (ve onun teorisi semiyolojiyle) iş görmek, artık şeylerin kendi suretleri içinde çözülmeye başladıkları aynalar bahçesinde kaybolmak anlamına gelmeye başlamıştır. Steinmann'a göre bu grubun tepkisi tam da Baudrillard tarafından "şeylerin kendileri yerine suretlerinin arzu nesnemiz olmaya başladığı" saptamasıyla ifade ettiği duruma karşıdır. Anlamın yeniden ele geçirilebilmesi için, birer meta olarak dolaşıma girmeye meyleden konvansiyonların, bu konvansiyonların taşıyıcısı olan işaretlerin kısa devre ile aradan çıkartılması hedeflenmektedir.

Şarj için gerekli olan bir boşaltma işlemini andırmaktadır bu strateji. Anlamı boşaltmanın 20.yy. deneyiminden tanıdığımız iki yolu var: Birincisi dışa açılma, yayılma, genişleme. İkincisi içe çekilme, büzülme, daralma. Birincisinin yolunu Dadacılar açmıştı: anlam ihtimallerini uç noktaya kadar genişleterek içini boşaltma; absürd'e, saçmaya doğru sürükleme. Zihin üzerinde işlem yapan bir tutumdur bu. Schönberg ikinci tutumun öncülerindendi: Malzemenin (sesin) ve işlem yapma tekniklerinin kendisine dönerek konvansiyonları berteraf etmeyi denedi. Duyularla aracısız yüzleşme arayışıydı bu. Bruno Reichlin'in tanımıyla bu, işaretlerin gramerinin yerine malzemenin gramerinin geçirilmesidir. (akt.: Steinmann, s.12)

Yeniden Lash'in kognitif tutumun karşısında konumlandırdığı estetik tutuma geldik: Zihni, akıl yürütmeyi, ölçüp-biçmeyi devreden çıkaran; sonra yeniden devreye sokmak için çıkaran, bunun için de görmeye, işitmeye, koklamaya, tatmaya, dokunmaya, dolaysız deneyimle yüzleşmeye çağıran estetik tutuma. Zumthor, haysiyeti kırılmış, baştan çıkarılmış anlamla farklı koşullar altında yeniden buluşabilmek için, yeniden buluşma ihtimalini umabilmek için, üstelik de bunu paylaşılabilir bir deneyim alanına doğru çekmek için uyarıyor duyularımızı işleriyle. Duyularımızı bir kez daha duymamızı, deneyimin ateşleyicisi haline getirmemizi istiyor.

Geçen yaz, Expo 2000'de İsviçre pavyonunu gezen grubun Almanca konuşan rehberinin söze şöyle başladığına tanık oldum: "Zumthor'un pavyonu, reklâma, propagandaya dönüşebilecek her şeye karşı bir dirençtir." Nasıl oluyordu da, dünyanın en ortalama etkinliklerinden biri olan uluslararası bir fuarda, sırf o ülkenin tanıtılması amacıyla yapılmış bir pavyon propagandanın kendisine karşı bir direnç anlamına gelebiliyordu? Her zamanki gibi: İşleri fazla karıştırmadan, bulandırmadan, anlam sıçramalarına açılmak yerine kapanarak, madde ve durumla algının arasına dolayımlar sokmadan. Malzeme: ahşap. Konu: sürdürülebilirlik. Nesne: İsviçre.


İsviçre Pavyonu, Expo 2000 (Hannover, Almanya)
Fotoğraf: Thomas Flechtner

Bunlarla girip bunlarla çıkıyor yine Zumthor. 90'ların başlıca sloganlarından olan "sürdürülebilirliği", her türlü dolayımı, yan anlamı, mecazı dışarıda bırakan en düz anlamıyla yorumluyor: Kullanılan malzemenin fuardan sonra başka yerde kullanılması, yani yapıldığı gibi sökülmesi. Bununla bırakmıyor: bir de bunu bize gösterebileceği en sarih şekilde gösteriyor: İstifliyor 10cm x 20 cm kesitli tam 37.000 adet ahşap kalası. 448 cm ya da 290 cm uzunluğunda olabilen kalaslar toplam 2800 m3'lük bir hacim tutuyorlar. (Zumthor vd., 2000, s.233-234) Tertipli bir ahşap deposunda ne görüyorsak o duruyor karşımızda. İkişerli sıralar halinde 9'ar metre yüksekliğinde dizilmiş kalaslar. Çivi, vida, geçme vs. yok. Kalasların birbirleriyle teması aralarındaki 5 cm x 5cm 'lik ahşap takozlarla kesilmiş. Tıpkı depolarda olduğu gibi. Çelik halatlarla sıkıştırılarak stabilize edilmiş bu 9 m yüksekliğindeki istif duvarları. 12 tane istif grubu var. Grupların içindeki istif duvarları birbirlerine paralel duruyor. Farklı istif grupları ise birbirlerine dik açıyla konumlanıyor. 6'sı x, 6'sı da y ekseninde. Biraraya geldiklerinde kareye yakın labirentimsi bir örüntü oluşturuyorlar.

4 ayrı mekâna (boşluğa) isim koyuyor Zumthor, bu labirentin içindeki: İkisi negatif, ikisi pozitif mekân bunların. Negatifler istif gruplarının arasında kalan artık alanlar. Birbirlerine sırtlarını döndüklerinde kalan ve "yan avlu" olarak adlandırdığı 3 adet boşluğa servisleri (wc, personel, mutfak, satış) yerleştiriyor; yüzyüze baktıklarında kalan ve "çapraz avlu" dediği yine 3 adet boşluk ise sirkülasyonun düğüm noktası olarak çalışıyor. Pozitif mekânlar ise istif gruplarının içinde bırakılmış boşluklar: müzik dinlemek için boşaltılmış 5 tane "tını mekânı" ile yeme-içmeye ayrılmış 3 tane "bar mekânı". İstif gruplarının aralarında kalan alanların üzerleri açık (hizmet alanları birer kapalı kutu haline getirilmiş), içlerinin üzerleri ise çinko derelerle kapatılmış. Çatının yerinde sadece çinko dereler var. Suyu alıp labirentin artık alanlarına, dolayısıyla pavyonun içine atıyor bu dereler. Suyun birikmemesi için, asfaltlanmış zemin suyun akabileceği bir eğimle duruyor. Duvarlar ve mekânlar da hafifçe yatıyorlar böylelikle.

"Labirent" dedik; kendisi de öyle adlandırıyor. (Zumthor vd., 2000, s.147-148) Ama önemli bir farkı da var bu kurgunun labirentten: 50 adet giriş-çıkışı var bu küçük pavyonun. (Zumthor vd., 2000, s.6) Her tarafından girilip çıkılıyor; seyrek bir elek gibi. Diğer pavyonların kapılarında biriken uzun kuyruklar yok. Herkes serbestçe girip çıkıyor. Peki ya güvenlik? Korunacak bir şey yok zaten içeride. Peynir, çukulata, tatlı yeniyor, şarap, kahve içiliyor, müzik dinleniyor, kalasların üzerine düşen elektronik yazılar okunuyor, personelin üzerinde taşıdığı giysilere bakılıyor. Bir de dolaşılıyor, oturuluyor, koklanıyor, dokunuluyor. O kadar. Her biri İsviçre'den getirilmiş, Zumthor'un seçtiği tasarımcılar tarafından yorumlandıktan sonra pavyona girmiş tatlar, sesler, sözler, giysiler ve nihayet kalaslar. Her şeyin anlamı, çağrışımı yerine kendisi var pavyonda. Duyularımıza dokunmak, değmek üzere. İsviçreli "şeyler"2.

Doğrudan doğruya nesnenin kendisini, şeyler üzerinden yaşanan deneyimi çıkartıyor propagandaya dönüşme ihtimalinin karşısına Zumthor. Her seferinde dışa açılmak yerine içine dönmeye çağırıyor kurduğu senaryo. Pavyonun hiç bir yerinde "İsviçre" yazmıyor, İsviçre bayrağı bulunmuyor. Bunlar yerine İsviçre'den taşınmış şeyler var; her seferinde sadece yine kendilerine işaret etmek üzere bulunan şeyler...

1980'lerin başında Berlin'in tam ortasındayız: Prens Albrecht Arazisi olarak adlandırılan yapı adasının üzerinde. Bir tekinsizlik duygusu uyandırıyor şehrin göbeğindeki boşluk. İki uzak köşede birbiriyle ilgisiz iki bina var. Issızlığı telâfi etmiyorlar. Zemini de gelişigüzel arazinin; şehir toprağı gibi "yapılmış" değil. Sanki uzunca süredir kendi haline bırakılmış, bakılmamış, kullanılmamış. Bir kenarından duvar geçiyor. Dünyayı ikiye bölen duvar. Bu araziyi "Batı"da bırakarak. Issızlığın, tekinsizliğin kaynağı sadece duvarın gölgesi değil. Daha 1933'den itibaren bu arazi üzerine yerleşmeye başlamış Nazi yönetimi. Aşama aşama, 1940'lara kadar, başta Gestapo olmak üzere Nazi rejiminin stratejik kurumları taşınmış buradaki binalara. Savaşta en ağır bombardımanlara sahne olmuş. Bütün Berlin'le birlikte. Berlin'den daha da fazla hasar görmüş, yerle bir olmuş. Sonra dokunulamamış. Lânetli yer muamelesi görmüş Doğu ile Batı arasındaki belirsiz bölge olarak kaldığı süre içinde. Hem Batı'nın, hem de Doğu'nun en çabuk unutmak istediklerini üzerinde toplayan, kara delik misali bir yoğunluk alanı gibi. 1960'ların başında duvarla birlikte Batı'da kalmış. Sonra bir-iki çekingen müdahale, proje; o kadar. Unutulmak, görülmemek istenen lânetli yer yazgısını koyulaşarak sürdürmüş duvarın gölgesinde de. Ta 1980'lere kadar. 1980'lerde Doğu-Batı karışımı bir inisiyatif, bir sivil toplum örgütü burayla ilgilenmeye başlamış. İlk kez ciddi bir ilgi, sahici bir temas. Örtmenin, kapamanın, unutmanın yerini, kazıma, belgeleme, hatırlama almış tam 40 yıl sonra. Duvarın yıkılmasından sonra "Berlin'in Ortasının Yeniden İnşası" programı içine dahil olmuş bu arazi de. Kararlı inisiyatifin varlığı, unutturucu, silici bir müdahale ihtimalinin önünü kestiği gibi, yeniden inşa programını kendi yaptıklarının desteğine de dönüştürmüş. Rüzgârı arkasına almış. (Rürup, 1997)

Bir sergi binası programı hazırlanıyor bu arazi için: Adı "Terörün Topoğrafyası". Malzemesi, bu yapı adasından bütün dünyaya saçılan tüyler ürpertici olayların, baskınların, işkencelerin, toplama kamplarının, katliamların, savaşın belgeleri olacak, bulunabilmiş en küçük ayrıntıya kadar: Burada alınan kararlarla işkence görenlerin, katledilenlerin biyografilerinden, yürütme kurullarının görev paylaşımlarına ve karar tarihlerine kadar bu yerden kaynaklanan her şey. 1980'lerden beri süren çalışmaların ürünleri bunlar. Konu mimari yarışmaya açılıyor. Dieter Hofmann-Axthelm'in tanımıyla, açık bir yaranın sanatkârane bir biçimde kapatılmaya çalışılmadığı, "dekore edilmemiş bir zar" istiyor jüri yarışmacılardan. (akt. A.Nachama, Zumthor, 1996, s.5) Sözlerini kırk kere imbikten geçirdikten sonra sarfetmeyi üslup haline getirmiş Adorno'ya bile "Auschwitz'den sonra şiir yazılamaz!" dedirten, çağımızın dolayıma, mecaza, yan anlama en kapalı, en kırılgan belgeleri sergilenecek burada. Durumun, olgunun dolayımsız haliyle yüzleşmeye en hazırlıklı mimar, Peter Zumthor kazanıyor yarışmayı. Jürinin sözle tarif ettiğinin resmini çizerek, maketini yaparak...

"Fikirler sadece nesnelerin içindedir ve onların dışında hiç fikir bulunmaz." diyor bu sayıda yayınlanan metninin sonunda. Sahiden bulunmaz mı? Peki o kendi fikirlerini marangozluk eğitimine, sanat okuluna mı borçlu? Peter Handke, Martin Heidegger, Wallace Stevens mi okutuluyor, Edward Hopper mi gösteriliyor o okullarda? Peki; sonra New York'da da eğitim görmüş; hatta daha da sonra California'da, Münih'de eğitmiş. Ama her bu istisnai yolu izleyen başıyla sonunu onun gibi birarada tutabilir mi, başladığı yere dönebilir mi? Bu bambaşka dünyaları, sanki dünyanın en tabii seyriymiş gibi aynı bünyenin parçası kılabilir mi? Pek inandırıcı gözükmüyor. Ama bir kez kılındımı da, bu dünyanın dağınık ilgisinin bile her seferinde yeniden toplanabileceğinin, hizaya getirilebileceğinin tanıklarıdır Zumthor'un işleri.

1 Arredamento-Mimarlık, Nisan 2001, s. 59-68

2 Bir de kitap: Klangkörperbuch (Tını Gövdesi Kitabı). Pavyonun kataloğu. Bütün kataloglar gibi İsviçre'yi, pavyonun amacını, kurgusunu, nasıl yapıldığını anlatıyor. Ama artzamanlı bir kurgusu yok kitabın. Önce "anlam ve önem", sonra içerik, sonunda da niyetlerle biten bir katalog değil bu. Ansiklopedi formatında. Pavyonun içinde yer alan her şey, tatlarla, seslerle, sözlerle, giysilerle, tekniklerle, şahıslarla ilgili her şey toplam 928 maddede toplanmış ve alfabetik sırayla arka arkaya dizilmiş. Tıpkı ansiklopedilerde olduğu gibi, maddelerin anlatımında ilgili maddelere referans verilmiş. Baştan sona okunması istenen bir metin değil. Merak edilen konudaki bir maddeyi yakalamak yetiyor o konunun zincirinin içine girmek için.

Kaynaklar
Beck,U., Giddens,A., Lash,S., (1994), Reflexive Modernisierung / Eine Kontroverse, Suhrkamp Verlag, Frankfurt.

Gilbert,M., Alter,K., (derl.), (1994), Construction-Intention-Detail: Fünf Projekte von fünf Schweizer Architecten; Artemis Verlag, Zürich, München, London.

Lash,S., (1994), Reflexivität und ihre Doppelungen: Struktur, Ästhetik und Gemeinschaft, (Beck, Giddens, Lash [1994] içinde s.195-285).

Rürup,R., (derl.), (1997), Topographie des Terrors: Gestapo, SS und Reichssicherheitshauptamt auf dem "Prinz Albrecht-Gelände" / Eine Dokumentation; Willmuth Arenhövel Verlag (11.Baskı).

Sack,M., (1997), "Über Peter Zumthors Art zu entwerfen, also zu denken", (Zumthor,P., [1997] içinde, s.69-76).

Steinmann,M., (1994), "Die Gegenwärtigkeit der Dinge", (Gilbert,M., Alter,K., (derl.), [1994] içinde, s.8-25), Artemis Verlag, Zürich, München, London.

Zumthor,P., (1996), Stabwerk: Internationales Besucher- und Dokumentationszentrum "Topographie des Terrors", Berlin; Topographie des Terrors Stiftung, Berlin.

Zumthor,P., (1997), Drei Konzepte; Birkäuser Verlag; Basel, Boston, Berlin.

Zumthor,P., (1998), Peter Zumthors Works: Buildings and Projekts 1979-1997, Lars Müller Publishers; Baden.

Zumthor,P., (1999), Architektur Denken; Birkäuser Verlag; Basel, Boston, Berlin.

Zumthor,P., vd., (2000), Klangkörperbuch: Lexikon zum Pavillon der Schweizerischen Eidgenossenschaft an der Expo 2000 in Hannover, Birkäuser Verlag; Basel, Boston, Berlin.

Gugalun Evi1



... İsviçre'de küçük bir dağ kulübesi. Sadece ait olduğu İsviçre kırları için değil, belki bütün dünya için en sıradan ve en tanıdık nesnelerden biri. Bulunduğu yerdeki ağaçlar, çimenler, bulutlar, çobanlar kadar oraya ait, orada bulunması doğal. Dünyanın o parçası sanki onunla birlikte yaratılmış. Modern dünyanın içinde bina yapmanın varoluşsal sorunlarının içinden gelen tecrübeli mimar Peter Zumthor'un bu ahşap kulübeyle yüzleşme biçimi hassas ve kırılgan duyarlılığın yoğunlaşmış bir ifadesi gibi. Değiştirmek bir yana, dokunmaya bile çekiniyor adeta. Ama olan olmuş, bir kere karşısına çıkmış. Üstelik avarelik ederken, dolaşırken değil, bir "iş" olarak, bir "işlem" olarak, bir "müdahale" olarak çıkmış karşısına: Kulübeyi büyütecek. Belli ki onu büyüleyen, şaşırtan binanın formundan, penceresinden, kapısından önce ahşabın yüzeyi. Yani zaman. Zamanın ev üzerindeki izi. Zamanın derin izlerine rağmen evin hiç bir şey olmamışcasına öylesine durmaya devam etmesi. Zamansızlığı. Dokunmak yerine "ilişiyor" bir kenarından Zumthor. Eklediği bölümde ters-yüz ediyor ahşap duvarı. Alışılageldiği gibi konstrüksyonun üzerini kaplamıyor. Duvarı ham bırakmış oluyor böylece. Ancak üzerini kaplamadığı bu tahtaları sonuna kadar işlemden geçiriyor. Duvar olarak ham, malzeme olarak işlenmiş bir yüzey çıkıyor ortaya. Pencere de açmıyor. Işık gereken bir kaç yerde tahtaların arasını boşaltıyor sadece. Duvar biraz daha hamlaşıyor. Eskiyle yeni ters tarafa doğru gidiyorlar böylece: Birinin eskidiği, eksildiği noktada öteki işlenmiş, korunmuş. Öte yandan onun çoktan tamamlandığı, penceresi, kapısı, eskimişliği ve tanıdıklığıyla şu bildiğimiz "dağ kulübesi" olduğu yerde de diğeri olmamış, olgunlaşamamış. Ham kalacak hep. Bir şeye benzemeyecek. Ancak eskinin yanında bulunarak, ona bağımlı kalarak varolabilecek. Yeni eskiyi bulunduğu yer içinde görünür kılıyor, ortaya çıkarıyor, dikkat çekiyor. Eski de yalnız başına ayakta duramayacak olan yeniyi varediyor, mümkün kılıyor. Zumthor karşısına çıkan evi kaybetmemek, bir hayale, imgeye dönüşmesine engel olmak için onu sıkıca tutuyor. Öte yandan da kendisini varetmek için ona tutunuyor. İyi konsantre olunmuş, sonuna kadar damıtılmış bir iş. Eskiyle yeni birarada, sapasağlam ayakta duruyorlar. Ancak tekrarlanabilecek bir durum değil bu. Tek seferlik. Gelecek sefere yeni baştan, en başından başlamak gerekecek. Modern dünyanın, modern evin kırılganlığı tam da burada değil mi zaten?

1 20. Yüzyıl Mimarlığı Barınma Kültürünün Hassas Dengeleriyle Nasıl Yüzleşti?, XXI Mimarlık Kültürü Dergisi, Sayı 2, Mayıs-Haziran 2000, s. 110-116 (yazının son paragrafı)

YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.