Haberler

Türkiye'de Ulusalcılık ve Mimarlık Sempozyumundan Notlar

Tarih: 4 Haziran 2009 Yazan: Gökçe Aras

Kaynak: Wikipedia, Tempelhof Havalimanı

Osmanlı Bankası Müzesi (OBM), 05 Temmuz 2009'a kadar devam edecek "Sedad Hakkı Eldem II, Retrospektif" sergisi kapsamında, 02 Haziran 2009 tarihinde düzenlediği "Türkiye'de Ulusalcılık ve Mimarlık" adlı sempozyum yoğun bir katılımla gerçekleştirildi.

Oturumlarda 19. yüzyılın sonlarından, hatta "Usul-i Mimari-i Osmani"nin yayımlanmasından bu yana, Türkiye'de mimarlık ortamının ve estetik tahayyülün şekillenmesinde etkili olan siyasal düşüncelerin başında gelen "ulusalcılık" kavramı, kimi zaman Sedad Hakkı Eldem ve Türk mimarlık tarihi ekseninde kimi zaman da farklı eksenlerde ele alındı.

Sempozyumun ilk konuşmacısı Doç.Dr. Güven Arif Sargın, sözlerine ulusalcılık temasının bilgi kaynaklarının nereden geldiği hakkında konuşacağını söyleyerek başladı. Mekan ve siyaset arasındaki ilişkiyi okumaya çalışan birisi olarak mimari mekan için yaptığı değerlendirmeleri belli bir çerçeve içinde okumayı yeğlediğini belirten Sargın, ulusalcılığın iki kavramı olan söylemsel (mit) bilgi ve ideolojik bilgiyi alıntılarla da zenginleştirerek izleyenlere aktardı.

Ulusalcılık: İdeolojik Bir Araçsallaştırma
Günün ilk oturumu olmasına rağmen oldukça yoğun bir katılımın gözlendiği Sargın'ın "Ulusalcılık: İdeolojik Bir Araçsallaştırma" başlıklı konuşmasına Jameson'un "Mekan politik midir?" makalesini okuyarak başladı. Mimari mekanın söylencesel ve ideolojik serüveninin politik göndermelerin özgürce hissedildiği modern mimarlığın erken dönem devrimleriyle doğrudan ilgili olduğunu vurgulayan Sargın, söylemsel ve ideolojik bilginin mimarlığın üretim süreci içerisinde ve daha sonra temsiliyeti bağlamında nasıl operasyonel kılındığına ilişkin okumalar yaparak sözlerine şöyle devam etti:

"Bazı mimari hareketlerinin ideolojik ve söylencesel bilgiyle kurdukları ilişkiye en iyi örnek faşist modernist bir söylem üretme becerisini gösteren İtalyan fütüristleri ve Alman faşistleri. Faşizmi ulusal bir örgütlenme biçimi olarak gören Nazi Almanyası, İtalyan fütüristlerin öykündüğü makine, motor ve hız benzeri motifleri ideolojik bir araca dönüşterecek, daha sonraları ise Albert Speer'in de yardımıyla bildik mekansal tipleri ve dilleri kayıtsızca göreve çağıracak.

Bu dönem öğrencilerimizi Albert Speer'in Hitler'in emriyle tasarladığı Tempelhof Havalimanı'na götürdük. Bu büyük bina, emperyal bir güç olmak isteyen Alman ulusunu materyal anlamda temsil etmesiyle ilgili bir olgu. Bütün teknolojik imkanların sergilendiği bir 'şov' alanı. Havacılıkla ilgili gösterilerin sergilendiği bu 'şov' alanının çatısının da bir seyir terası gibi kullanılıyor onun da ötesinde binanın kendisi de seyirlik bir nesne. Dolayısıyla Tempelhof Havalimanı, faşist kurgusal inşaatın da içine denk düşen önemli bir öge.

Bütün bu araçsallaştırmaya karşın söylencesel ve ideolojik bilginin farklı coğrafyalardaki değişkenliğini de vurgulamak gerekiyor. Lefebvre: 'Mimarlık bir metin değildir, dolayısıyla bir metni okuduğunuz gibi mimarlığı okuyamazsınız, arkasındaki sosyal dokuyu incelemek gerekir', der.

Bu sunumun amacı mimari mekanın temsil etme gücüyle, o gücü harekete geçiren siyaset arasındaki ilişkinin varlığı üzerine. Diğer bir açılımla, mimari mekana ilişkin temsiliyetin ve bilgisinin bilgi kaynaklarının ne olduğu sorusu yeniden sorulmalı. Bana göre mekanı yapmaya/kullanmaya, kavramsal önermeye, algısal deneylemeye dair süreç, gerçekte disiplinel müdahelenin biçim ve içeriğine ilişkin kaypak karmaşık alanları resmedecektir. Bu müdahale, temsiliyetin söylence ve ideolojiyle kurduğu ilişki biçimlerini deşifre edecek sosyal aktör ve siyasi özneler arasındaki örtüşük çatışma alanlarını tanımlı hale getirecektir.

Benim özellikle ayrımını yapmaya çalıştığım bir çerçevede, mimarlık politikası veya mimarlıkta politika geçerliliğini koruyan ikircikli sorulardır ve cevaplanmayı beklemektedir. Yukarıda yürüttüğüm tartışmalar ise siyasetin, söylencesel ve ideolojik bilgiyle kaim olduğu ve bunun mimarlığı salt işlevsel bir araca dönüştürdüğü gerçeği üzerine yoğunlaşıyor."

Ulusalcılığın Çeşitlenen Yüzleri ve Mimarlık

Soruların ardından sözü görsel anlatımlarla da sunumunu destekleyen Doç.Dr. Elvan Altan Ergut aldı. Ergut "Ulusalcılığın Çeşitlenen Yüzleri ve Mimarlık" başlıklı konuşmasında ulusal mimarlık kavramının sınırları ve sorunlarını ele almaya 2. Dünya Savaşı dönemini inceleyerek tarihselleştirmeye çalışacağını belirterek sözlerine başladı:

"Mimari üretimin ulusal sınıflandırılmalarla ele alınması oldukça sık başvurulan bir yöntem. Bir grup mimarlık ürünü derlenip ulusal mimarlık olarak sunuluyor. Bu kabulün, akademik çalışmalarda da çok sorgulanmadığını görüyoruz. Ulusu temsil ettiği kabul edilen ulusal mimarlık da dolayısıyla bütüncül ve değişmez özelliklere sahip olarak görülebilmekte. Bu durumda sorun, mimarlıkta ulusal anlamı oluşturduğu kabul edilen bu bütüncül ve değişmez özellikleri tanımlamakta sınırlanmış oluyor. Mimari üretimde ve tarih yazımının genel geçer uygulamalarında bu sorunun mimari biçimlere odaklanma sonucunu doğurduğunu görüyoruz. Ulusal üslubu bulma çabasında biçimlerin içinde bulundukları bağlamdan bağımsız bir şekilde içsel ve değişmez anlamları olduğunu, bazı biçimlerin her zaman için geçerli olan ulusal anlamlarla yüklü olduklarının kabul edildiğini görüyoruz. Değişmez ulusal anlamlar taşıyan bu biçimler ise çoğunlukla tarihsel mimari ögelerden belirleniyor. Bu başlangıç noktasının geleneksel mimari uslüplarda arandığını görmek mümkün. Burada yeniden canlandırmacı olarak tanımladığımız mimarlıktan bahsediyorum. Bu kökleri ortak köklerimiz olarak kim seçiyor, neden bu kökler seçiliyor sorularını genellikle sormuyoruz. Bu tür bir yaklaşım geleneğin sadece bugün durduğumuz yerden tanımlandığı gerçeğini gözardı ediyor. Oysa bu sabit değildir, değişik koşullara göre yeniden belirlenir. 1980'lerde ulusalcılık kavramını ele alan teorisyenler, ulusalcı ideolojinin ulusu doğal, özsel, önceden belirli bir varlık olarak tanımlanmasını eleştiriyorlar. Eleştirmenler, bu kavramın icat, hayal ya da inşa edildiğini düşünüyorlar. Ulusal mimarlık nedir diye sormak yerine belirli bir zaman ve mekanda sürekli bazı istenmeyenleri dışarıda bırakarak neden ve nasıl özel bir ulusal mimari kimlik tanımlandığını anlamaya çalışmalıyız. Sadece biçimsel özelliklere göre yapılan saplandırma ve dönemlendirmeleri reddeden bu tür kapsayıcı bir analizin getireceği ilk sonuç, mimari üretimi yorumlamak için tek başına mimari üslubun yeterli olmayacağı. Ulusal mimariyi sadece üslupla değil, söylemi ve uygulamayı analiz ederek anlayabiliriz.

Erken Cumhuriyet döneminde batılılaşma çabasıyla modern mimariye ilgi olduğunu görüyoruz. O dönem mimarlık dergilerinde hem proje yayınlarında hem de makalelerde, Avrupa mimarlığının takip edildiğini söylemek mümkün. 1930'ların ortalarına doğru Batı ülkelerinde de olduğu gibi modern mimari yerine tarihle kurulan ilişkinin öne çıktığı görülüyor. Mimarlık tarihçileri bu dönemi 2. Ulusal Mimarlık Akımı diye tanımlıyor. Türkiye'ye yansıyan bu akımda o dönemde Almanya'nın Türkiye'yle arasının iyi olmasının ve Almanca konuşan mimarların etkisinin olduğunu söylemek mümkün. O dönemi mimari örneklerle değil de devlet eliyle yapılan sergilerle ele alacağım. Mimarlık, yarattığı sembolik ve fiziki etkiyle hedeflenen ulusal düzeni üreterek ve bunu bizzat fiziksel varlığıyla sergileyerek ulusun inşası sürecinin önemli bir parçası oluyor. 1940'larda açılan devletin bayındırlık işlerinin sergilendiği sergi, dönemin makalelerinde ulusal bir kimlik oluşturulamadığını söylenerek eleştiriliyor. Daha sonra ulusal ilişkilerin de şekillenmesiyle İngiltere ve ABD'deki örnekler de dikkate alınıyor ve sergiler açılıyor. 1940'larda mimarlık alanındaki tartışmalar ulusalın arayışı çerçevesinde şekilleniyor ve çoğul tanımlarla belirleniyor. Benzer yaklaşımların savaş sonrası İngiltere ve ABD'de bölgesel özellikler üzerine olduğu söylenebilir. Bu dönemde Türkiye'de de geleneksel ögelerden yararlanıldığı görülüyor. Ulusal mimarlığın ancak geçmişten gelen geleneksel köklerle yaratılabileceği düşünülüyor.

Ulusal mimarlık politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel oluşumların özgün bağlamında sürekli değişen bir süreçte tekrar üretiliyor ve bilimsel ve biçimsel sınırlamaların yerine ancak bu tür bağlamsal bir çerçevede yorumlanabiliyor. Ulusal kimliğe yüklenen tüm anlamlara rağmen mimari üretim aslında uluslararası bir karaktere sahip. 1930'ların ve 1940'ların mimari üretimi ulusalı yaratma çabasının aslında ne kadar uluslararası bir çaba olduğunu açıkça örnekliyor."


Kaynak: WowTurkey, Dolmabahçe Sarayı

Osmanlıcılık Ekseninde Tarih Kurguları ve Mimari
Öğleden sonraki oturumların ilki olan Yrd.Doç.Dr. Ahmet Ersoy'un Osmanlıcılık Ekseninde Tarih Kurguları ve Mimari başlıklı konuşması ise Cumhuriyet dönemi yerine Osmanlı Devleti'nin tanzimat ve sonrası eğilimlerini ele alıyor. Ersoy,'un "Erken ve Geç Tanzimat" olarak ikiye ayırdığı,dönemin ulusalcılık kavramına da teğet geçen konuşmasını şöyle özetlemek mümkün:

"Erken Tanzimat (1830-1860 başları) döneminde Balyanlar'ın da etkisiyle Batı endeksli mimari bir dil olduğu söylenebilir. Bu uluslararası dilin yerel ve geleneksel devamlılıkları da oldu. Tarihçiler Tanzimat üslubunun şahikası olan Dolmabahçe Sarayı'ndan bile oryantal bir fantezi olarak bahsediyor. Buradaki birçok eleman Batı'nın, ama bir araya gelişlerinde geleneksel bir dil var. Saraylarda, idari ve dini binalarda mümkün mertebe geleneksel dilden uzak durulup bu ortak dilin kullanıldığını görüyoruz. Örneğin camilerdeki sultan mahfilleri idari binalara benziyor. Bu dönemdeki mimariyi kozmopolit olarak tanımlamak mümkün. Bu kozmopolitlik Osmanlı mimarisinde bir çöküş olarak nitelendiriliyor.

Geç Tanzimat'ta ise (1860 - 20. yy'ın başları) büyük bir beyin göçünden ve saraydan bağımsız entelektüel bir kitleden bahsediyoruz. Aydınlar tarafından Tanzimat'ın batılılaşma eğiliminin sorgulandığını görüyoruz. Aydınlar geçmişten aşılmaz bir uçurumla kopulduğuna dair bir fikre kapılıyorlar. Bu uçurumu aşmanın tek yolunun ise geçmişi temsilden geçtiğini düşünüyorlar. Mimaride de aynı tür bir yaklaşım olduğu görülüyor. Bu dönemde geçmişe bakıp uygun olanı alma eğilimi görülüyor (Çırağan Sarayı). Bu dönemde hibrit ve melez bir mimari ortaya çıktı. Bu dönemin mimari anlamda ciddi bir yozlaşma dönemi olduğu söylemi var."

Modern Harekette Nasyonal-Beynelmilel Tartışmaları ve Türk Nasyonalizminin Mimari Arayışları
Soruların ardından sözü milli modernizm derslerinden ve Sedad Hakkı Eldem sergisi kitabı için hazırladığı makaleden notlarla zenginleştirdiği konuşmasıyla Doç.Dr. Sibel Bozdoğan aldı. Bozdoğan, iki dünya savaşı arası modernizmin içinde milliyetçilik meselesini ele alacağını belirterek, "Modern Harekette Nasyonal-Beynelmilel Tartışmaları ve Türk Nasyonalizminin Mimari Arayışları" başlıklı konuşmasına başladı:

"Üzerinde durmak istediğim konu mimarlıkla ulus inşası arasındaki sıkı ilişkinin içinde bulundurduğu ikilik. Birinci türden bir ulusallık modern mimarlık ilişkisi eleştirel, ampirik, çoğulcu ve üslup karşıtı bir modernlik anlayışına işaret ediyor ki, bunu ikinci türden formülleştirilmiş, ideolojik olarak araçsallaştırılmış bir ilişkiden ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Burada Bruno Taut'un klasikleşmiş deyimiyle 'İyi mimarlık her zaman nasyonaldir' sözü önemli geliyor bana. 'İyi mimarlık, yerine, iklimine ve konumuna uygun olacağı için oraya aittir' demek istiyor. Bu temaya İtalya ve Türkiye ekseninde iki dünya savaşı arasındaki duruma bakmaya çalışacağım.

1932 yılında Amerika'da bir enternasyonal sergisi ve aynı yıl Roma'da da faşist mimarlık sergileri düzenleniyor. Enternasyonal üslup lafının ve ulus devlet anlayışının altın çağını yaşadığı iki dünya savaşı arasında ortaya çıkması, modern mimarlık tarihinin en önemli paradokslarından birisi. Aydınlanma çağını ilk yaşayan uluslar daha çok 19. yy'ın uluslarüstü ifadesi olan neoklasik ifadeleri tercih ediyorlar. Endüstrileşmeye geç kalmış ülkeler ise ulusallaşma sürecini hep kimlik saplantısıyla yaşamışlar, tarihsel ve verneküler referansları kullanma eğilimleri var. 'Nasyonal romantizm' adı verilen bu akım daha çok Kuzey Avrupa ülkelerinde görülüyor.

Sedad Hakkı Eldem'e gelecek olursak, erken dönemlerindeki eskizlerinde makine çağına karşı eleştirel ve çoğulcu bir yaklaşımı var. Yine bu dönemde Eldem'in Akdeniz eskizleri yaptığı görülüyor. Eldem bir anlamda Avrupa'daki Akdeniz tartışmasına da eklemleniyor. Güney Avrupa'da Akdeniz'den gelen daha lirik bir modernizm anlayışı var. Modern mimarlığın millileştirilmesinin en kolay yolu alınan argümanın zaten oraya ait olması. Dolayısıyla Alman kökenli mimarların Orta Anadolu'daki tasarımlarında bu argümanları kullandığını da görüyoruz."

Bozdoğan, sözlerine araçsallaştırılmanın son dönem örneklerine de değinerek son verdi.


Kaynak: WowTurkey, İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi

Mimar Müellifin İcadı, Mesleğin Fethi, Ulusun İnşası
Sempozyumun beşinci oturumunda ise Prof.Dr. Uğur Tanyeli, ağırlıklı olarak "mimar müellifin icadı" meselesine değindiği konuşmasında yeni bir bakış açısıyla Cumhuriyet Dönemi ve ondan önceki dönemlerde mesleğin icrasına mesafelenerek bakmamızı sağladı. Mimardan bahsedeceğini söyleyerek başladığı konuşmasına şöyle devam etti:

"Mimarlık tarihinde müelliflik meselesinden bahsedildiği söylenemez. Örneğin Sinan üzerine yazılan kitaplarda dahi müelliflik meselesine değinildiği görülmez. Bu mesele sanki mimarlık tarihinin bir sorunu değilmiş gibi görünür. Alberti'yle bir 19. yy mimarını aynı statüde saymamızın ne kadar mümkün olduğunu kendimize sormalıyız. Alberti ünlü kitabında şu tanımı yapıyor: 'Bir yapının maddi olarak inşasını gerçekleştirenle o yapının zihinsel inşasını gerçekleştirenler başka kişilerdir.' Bunu bu kadar açık bir biçimde 15. yy'da anlatan birisi var karşımızda. Türk mimarlık tarihi ise bu meseleyi görmemek için üstün bir çaba harcar. Tarihteki bütün mimarları aynı kategoride değerlendirmek gibi bir hüner gösterebiliriz. Mimarın tarihini görmek istemeyiz. Bu görmeme ısrarı bilinçli olarak var edilmiş gibi görünüyor. 'Meslek Türklerin elindeyken bir süre sonra gayr-i müslimlerin eline geçti. Erken Cumhuriyet döneminde bu süreç tersine çevrilerek meslek yeniden fethedilmelidir' anlatısı inşa edildi. Ortada aslında geri alınan bir şey de yok, yeniden inşa edilen bir mimar kimliği var. Müellif mimar olarak adlandırılan bir insan tipinin inşa edildiğini görüyoruz. Her dönem tarihi yapının mimarını biliriz ama sorumluluk alanlarıyla ilgili bir şey bilmeyiz. Adını bildiğimiz bütün mimarların aynı sorumluluk alanına sahip olduğunu kabul etmemiz ise problemli gözükür. Kaba bir müelliflik tanımını yapmak gerekirse, bir biçimde o yapının yapılması esnasındaki etkinliğiyle anonimlikten sıyrılması mümkün gibi görünüyor. 1894 yılında deprem sonrası İstanbul'da hasar gören binalarla ilgili şöyle bir belge var: 'Yerli kalfaların stiller hakkında hiçbir fikri yok, dolayısıyla her türlü stillerle ilgili bilgisi olan mühendis D'Aronco görevlendirilmelidir'. Burada tasarımdan konuşuluyor ama hala özne, yapının stilinin ardına gizlenmiş birisi. Mimar sözcüğünün bulunduğu bir dilde mühendis tanımını kullanmak da ilginç. Yerli mimarlar kalfa olarak adlandırılıyor ve hala mimar sözcüğü kalfa sözcüğüyle eş tutuluyor. Dolayısıyla D'Aronco ayrıştırılmak isteniyor ve daha havalı olarak görülen mühendis sözcüğüyle nitelendiriliyor.

Erken Cumhuriyet döneminde 1930'lardan itibaren diplomasız kalfaların hareket alanına da kısıtlamalar getiriliyor. Dünyanın hiçbir yerinde o dönemde böyle bir çaba yok. Örneğin Le Corbusier'nin ve Wright'ın diplomaları yok. Bu yüzden Vedat Bey'in mimarlar birliğine kaydolması bir mesele haline gelmiş. Yeni doğan Türk mimar kuşağı kalfalarla karıştırılmak istenmiyor. Ulusalcı bir yeniden fethin kahramanı olmak istiyorlar. Önceki dönemin yaptıkları işi esnaflık olarak niteliyorlar ve kendilerini daha farklı görüyorlar. Mimarlık mesleğinin ekonomik olmama hali mesleğin içine sızacak ve kazanç için mimarlık yapmak kötü bir şey olarak görülecek. Kazanç için yapılmayan mimarlık tabii ki ulusal bir yeniden fethin amaçları için yapılıyordur. Ekonomik kazanç ise bu mesajın kutsallığını bozar. Bunun en güzel örneğini 1941 yılında Yapı Dergisi'nde Sedad Hakkı Eldem'e yapılan eleştirilerde görmek mümkün. Kazanç peşinde koşan biri olarak takdim edilir ve sürekli olarak hırpalanmaya çalışılır.

Mimar Sinan'ın inşa edildiği müelliflik mitolojisi ise Osmanlı Klasik Çağ içinde bir kamu otoritesinin yan ürünü olacak. İşler azdı ve en büyük müşteri de devletti. 1900'lü yılların başında başlayan Sinan kutlamaları hala devam ediyor. Kutsallıkla sarılmış tek azize sahip olan bir mimarlık mitolojisine sahibiz. Kamu otoritesine eklemlenmeye çalışan bu kesim mimar müellifi icat ettiği anda kaybedecektir. Örneğin Sedad Hakkı Eldem'le Emin Onat'a İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi inşası işini verdikleri zaman bürolarına bu işi vermiyorlar, devletin açtığı ayrı bir büroda projeyi gerçekleştirmelerini istiyorlar. Burada mimar müellifin müellifliğinin bir parçası aslında yok."

Sedad Hakkı Eldem'den Korporatist Bir Manifesto
Günün son oturumunda sözü alan Bülent Tanju ise "Sedad Hakkı Eldem'den Korporatist Bir Manifesto" başlıklı konuşmasında Sedad Hakkı Eldem'in metinleri üzerinden korporatizm okuması yapmayı amaçladığını söyleyerek öncelikle korporatizmin kısa tanımını yaptı. Sedad Hakkı'nın milli mimari akımını da tanımladığı metinlerinden alıntılar yaparak okumalar yaptı. Bülent Tanju'nun konuşmasının ardından sempozyuma son verildi.

Osmanlı Bankası Müzesi'nin ev sahipliği yaptığı "Sedad Hakkı Eldem II, Retrospektif" sergisi 05 Temmuz'a kadar izlenebilecek.

Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.