Haberler

Irkçılık, Etik ve Mimarlığın Aktarımı Üzerine Leon van Schaik'le Bir Söyleşi

Tarih: 5 Temmuz 2010 Kaynak: Mark Çeviren: Pınar Koyuncu
Güney Afrika'da doğan ve İngiltere'de eğitim alan Leon van Schaik, 1987'de Avustralya Melbourne RMIT Üniversitesi'nde Mimarlık ve Tasarım Bölümü başkanı oldu. Sonraki yıllarını, yerel mimari topluluğunu geliştirmek için bitmek tükenmek bilmez bir kampanya ile uğraşarak, destekleyici bir eleştiri söylemi geliştirerek ve kamu projeleri için yenilikçi tasarımların yapılmasını teşvik ederek geçirdi. Aynı zamanda, önemli Avustralyalı ve uluslararası uygulayıcıları da pratik temelli bir araştırma programı için üniversiteye getiriyordu. Bu program şu anda diğer ülkelere de ihraç edilen yenilikçi ve etkili bir öğretme modeli. 2006 yılında mimarlığa ve topluma, bir akademisyen, uygulayıcı ve eğitimci olarak yaptığı hizmetlerden dolayı Order of Australia tarafından yönetici ünvanı verildi. Her zaman meşgul olmasına rağmen sohbet için zaman yaratmaya her daim istekli olan Schaik, sıklıkla kendini Melbourne'ün kafelerinden birinde mimarlar ve tasarımcılarla diyalog içerisinde buluyor. Alternatif olarak, şehir merkezindeki kütüphanesinde okumak, yazmak veya (şekillendirmek amacıyla çok şey yaptığı) şehri izlemek için terasta oturup inzivaya çekilmiş olabilir.

Şu anda ne okuyorsunuz?
Daha geçenlerde, yazdığı her şeyden zevk almama ve son yazımda onun fikirlerinden birini kullanmama rağmen, Orhan Pamuk'un beni biraz üzen Masumiyet Müzesi'nden umudu kestim. Hepimiz bir yazarın hitap ettiği belli bir hedef kitlesine sahip olması kavramına aşinayız ama Pamuk, her kitabın hitap ettiği bir yazar olduğunu ortaya atan ilk yazar. Bu fikir mimarlıkta da ilgimi çekti, çünkü bence her bina belli bir tür mimar olmak için mimara ihtiyaç duyar ve bu her seferinde aynı mimar olmak zorunda değil.

Yakınlarda Roberto Bolano'nun "The Savage Detectives" ve Javier Marias'ın büyüleyici üçlemesi "Your Face Tomorrow"u bitirdim. Ayrıca Peter Temple'ın son çıkan gerilim romanı "Truth"u okudum. Melbourne'de geçiyor ve Los Angeles'ın şiirselliğini çok iyi tanımlayan Raymond Chandler'e biraz benziyor. Bu gibi romancılar, yaşadığımız fiziksel çevreyi herhangi bir mimarlık yazarından daha doğru ve daha keskin bir şekilde tanımlıyorlar. Frank Moorhouse Milletler Cemiyeti'nin (Birleşmiş Milletler'in temeli sayılabilecek bu organizasyon, I. Dünya Savaşı'nın ardından İsviçre'de 10 Ocak 1920'de "Cemiyet-i Akvam" adıyla kuruldu.) yükselişi ve düşüşü ile ilgili, mimarlığın sosyal etkileşimi nasıl etkilediği ve politika üzerindeki doğrudan etkisini gösteren minik yöntemleri anlatan "Dark Palace" ve "Grand Days" diye iki ciltlik heyecan verici bir kitap yazdı.

Yapma çevrenin romana özgü tanımlamaları belli ki sizin mimari şiirselliğe olan ilginizde de yankı buluyor. Yazılarınızın altında yatan diğer tema ise etik: Javier Marias'ın kitaplarının sarsıcı yollarla ele aldığı bir konu.
Evet, "Your Face Tomorrow" neredeyse tamamen etikle ilgili. Kitap, baş kahramanı kesin bir pozisyona koyarak başlıyor ve sonra ona geri bir adım attırıyor ve soruyor: Burası gerçekten devam ettirebileceğim bir pozisyon mu? Sonra tekrar geri adım atıyor ve soruyor: Bu gerçekten ortaya atabileceğim bir soru mu? Ve böylece, her birinin bir önceki durumu sorguladığı, etik uzaklaşmaların dikkatle katmanlaştığı bir çerçeve oluşturuyor. İngiliz İstihbarat Servisi için çalışan, gittikçe işinin masum olmadığının, hatta diğer insanlara fiziksel zarar verebilecek potansiyele sahip olduğunun farkına varan bir çevirmen ile ilgili. Mimarların yaptıklarında da aynı pek çok konuyu görüyorum. Büyük sorunlarımızdan biri, mimarlığın bir durumdan diğerine kolayca çevrilebileceği inancı. Mimarlığın bir sınırın öteki tarafına sürüklendiği her seferde, başarı, mimarlar ve müşteriler tarafından yapılan aktarımın kapsamlılığına dayanır. Fiziksel zarara değil de, konforsuzluğa sebep olma potansiyeli var.

Kültürler ve ülkeler arasındaki aktarımdan mı bahsediyorsunuz?
Hatta kentler arasında olandan. Özellikle Avustralya'da bunun farkına varıyoruz çünkü her bir kentteki kültür çok farklı. Peter Corrigan'ın söyleyeceği gibi, mimarlık temelde toplumların yaşamlarının anlamını inşa ettiği yollarla ilgili ve her kentteki yaşam birbirinden çok farklı.

Etiğin önemini ama aynı zamanda aktarımdaki zorluğu vurgulamakla, küresel olarak paylaşılan değerlerin var olup olamayacağı sorusunu akıllara getiriyorsunuz. Her şey her zaman şartlara ve çevreye mi bağlıdır?
Bu benim hayatım boyunca uğraştığım bir soru. Güney Afrika'da doğdum ama İngiltere'de eğitim aldım, çünkü annem ve babam ırkçılığa karşı kampanyalarından dolayı Güney Afrika'dan atılan politik aktivistlerdi. İngiltere'deki insanlar için kendini beğenmiş tutuma uyum sağlamak çok kolaydı, ama aslında Avrupa ve İngiltere dünya bağlamında ırkçı devletler. İmkanları kıt olanları her zaman kendilerinden uzak tuttular ve tutuyorlar. Beyaz Güney Afrikalılar, orada yaşamayanlar ve dolayısıyla anlamayanlar tarafından eleştirilemeyeceklerini söylerdi. Etik analiz bunu gözler önüne seriyor.

Şunu fark etmeye başladım, etik tartışmaların zor olan her bir kademesini tamamlamanız gereken bir hiyerarşisi var. Birincisi Kant'ın evrensellik prensibi. Herkes için istemediğiniz bir şeyi kendiniz için de talep etmeyebilirsiniz, bu "Animal Liberation" kitabının yazarı Peter Singer gibi insanların prensibi. İkinci prensip ise içerik. Soyut olarak bir etik tartışma yapamazsınız, aksi takdirde hepimiz ahlak yasalarını terk edebiliriz ama o durumda, örneğin nükleer silahların yapımında yardımcı olabilecek teorik fizik üzerinde çalışırdık. Üçüncü prensip bilgili olarak razı olma. Bu olmadan, diğer insanlara veya Peter Singer'in söyleyeceği gibi yaşamlara bir şey yapamazsınız. Dördüncü prensip, en iyi şekilde sibernetikçi Heinz von Foerster tarafından ortaya konulan cömertlik: Her zaman olasılıkların önünü kapatan değil, açan seçeneklerin peşinden gitmelisiniz.

Romancılar, Güney Afrika'dan sınırdışı edilip Avustralya'ya göç etme ve hatta hayvan hakları ile ilgili konuşurken, birden aklıma JM Coetzee geldi. Tanışıklığınız var mı?
Hayır, kendisiyle karşılaşmadık. İlk işleri karşısında büyük heyecan duydum ama onun dünya görüşünde benim rahatsız edici bulduğum bir dar kafalılık var. Bu sanırım geçmişlerimizin benzer olmasından kaynaklanıyor. Benim babam Afrikan dili konuşan bir ailedendi ama annem İngilizce konuşuyordu. Bu tür evlilikler sosyal olarak kabul edilemezdi, bir tür ırk melezleşmesi olarak görülüyordu. Ben her zaman dışlanan biriydim ve bunun Coetzee için de böyle olduğunu biliyorum. İkimiz de uzun süre Londra'da yaşadık. Gelişmekte olan sanat ortamında Pop Art, Archigram vs. ile çok güzel zaman geçirdim. Ama Coetzee daha tatsız bir bakışla gelmiş gibi görünüyor, genellikle hakkında konuştuğu durumlarda da bunu fark ediyorum.

En son okuduğunuz mimari kitap neydi?



(Gülüyor.) Sanırım sizinki (After the Crash: Architecture in Post-Bubble Japan, Princeton Architectural Press, 2008). Açıklığını ve yaratıcılığını sevdim, ama böyle olmayan uzun bir mimarlık kitapları listesi var. Pek çok insan vaktini, filozoflardan alıntı yapmak ve çözmesi bir hafta sürecek cümleler kurmak için harcadı. Biraz da bugünkü konuşmamıza hazırlanmak için en son çıkan RIBA Journal'a göz attım ve Zaha Hadid'in MAXXI Centre'ı ile Nottingham'daki Caruso St John binasını karşılşatıran bir yazıyı okumaya çalıştım. Benim için tam bir zaman kaybıydı, sadece zamanın her şeyi göstereceğini söyleyerek biten bir dizi klişe ve bilindik mecazlar. Binaları daha geniş bir kültürle ilişkilendirme konusunda, Li Shiqiao'nun "Power and Virtue: Architecture and Intellectual Change in England" kitabındakinin aksine, bir girişim yok. Bu kitap İngiltere'de fikirler evrenini (realistlerle Platonistler arasındaki savaşı) etik, ahlaki, politik ve mimari bir düzeyde keşfetmemizle çok büyük bir heyecan sunuyor.

İstekli bir şekilde okuduğum bir başka kişi de son zamanlarda Ignasi de Sola-Morales. Yazdığı her şey yeni hayallere yol açan bir cömertlikle, tam bir keyif vesilesi. Ben Kenneth Frampton'un yazılarının pek meraklısı değilimdir, çünkü neyin doğru neyin yanlış olduğunu ortaya koymak için yanlış örnekleri seçse bile etkileyici sorular sorarak şaşırtabiilen Ignasi'nin tersine genelde bir şeyleri kapatmaya çalışıyor. Kentlerimizin fazlasıyla tasarlanmış olup, insanların tasarlanmamış olan, terk edilmiş boşluklara bağlanmaya başlaması kaygısıyla "zayıf" mimarlık ile ilgili yazan ilk insan oydu. Bir kere bu alanların gücünü fark edersek, ne yapacağız? Bu yerleri koruyacak mıyız? Böyle yerler tasarlamak mümkün müdür?

Melbourne'de insanlar sürekli bir şeyleri düzenlemeye çalışıyorlar. Demiryolu hatlarının üzerini kapatıyorlar, kamusal alanlar inşa ediyorlar, vahşiye, umulmayana, kısıtlanmamışa yer bırakmıyorlar.

Dikkate değer yazarlar arasında saydığınız mimarlar var mı?
Aldo Rossi iş ve yazı yazmayı fantastik bir şekilde bir araya getirdi. Ayrıca Peter Corrigan'ın tüm yazdıklarını okudum. 1970'lerde, Birleşik Devletler'de yüksek lisans öğrencisi olduğu zamanlardaki işleri etkili ve zekice. Ama daha sonra yazdıkları gittikçe bulanıklaşmış, sanki iş yaşamı baskın gelmiş. Tüm bunların arka planında benim büyük hayranı olduğum bir mimarlık yazarı olan Steen Eiler Rasmussen var. "Experiencing Architecture" çok güzel yazılmış. Mimarlık okulundaki ilk senemde zorunlu okumalarımız arasındaydı, ama o kadar anlaşılır ve basitti ki bu kitabı hor görmüştüm (gülüyor). Yıllar geçtikçe, bunun yazının da peşinde olduğu bir şey olduğuna karar verdim. Kitabım "Spatial Intelligence"ın bu sıralamanın bir parçası olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. Zamanın filozoflarının önünde reverans yaparak kendini geçerli kılmaya çalışan yazıları okumak konusunda kendimi ikna edemiyorum. Eisenman'ın yazılarını okumaktansa çizimlerine bakmayı tercih ederim.

Rasmussen açıkça hedef kitlesinin sadece mimarlar değil, daha geniş bir kitle olmasını istedi. Sizin hitap ettiğiniz hedef kitle kimlerdir?
Umuyorum ki mimarlığın önem taşıdığından şüphe duyan insanlar olur. Mimarlar kendi etkileri konusunda daha bilinçli olmalılar ve kendi disiplinlerine daha az kapılmalılar. Tüm eğitim sistemimiz, bu aktarım sorununu anlamaya karşı olarak, kriterleri tanımlamak ve geri çıkarmak üzerine kurulu. Son zamanlarda beni bunu düşünmeye iten kişi Dalibor Vesely. Yazılarının okunması zor diye adı çıkmış, ama kendisi bildiğim kadarıyla ansiklopedicilerin binaları tarihlerine ve yerlerine gömmek yerine, katedraller arasında karşılaştırma yaparak dünyayı parçalama yolunu tanımlayan ilk insan. Sonuçta her şeyin bir üslup olduğu ve her şeyin taşınabilir olduğu bir duruma geliyorsunuz.

Kitapları hiç tekrar okuduğunuz olur mu?
Her yaz zamanımı evdeki kütüphanemde bulunan bir kaç bin kitabı tekrar okuyarak geçiririm. Kitaplarım alfabetik veya kronolojik olarak düzenlenmiş değildir, ama konularına göre gruplandırılmışlardır. O odada oturup, o kitaplara çok önemli anlarda erişebilecek durumda olmadan yazı yazamam. Her zaman başvurduğum bir grup kitabım var: Gaston Bachelard'ın "The Poetics of Space", Guy Underwood'un "The Pattern of Past", William Lethaby'nin "Architecture, Mysticism ve Myth" kitapları. Sanatla ilgili de pek çok kitabım var, çünkü mimarlığı tamamen kültürün içine gömülü bir şey olarak görüyorum. Şiir de benim için çok önemli, özellikle de Frank O'Hara'nın şiirleri. Aktarım ve yerden bahseden, içerisinde biz olmadan hiçbir şeyin var olmayacağını gösteren şiirlerle ilgileniyorum. Bunun pek çok mimarlık yazısında eksik olduğunu görüyorum. En sevdiğim kitaplardan biri Beatriz Colomina'nın "Sexuality and Space" kitabıdır, ama şiirler ve romanlar konuyu tarafsız olmadan daha iyi anlatır. Entellektüel, uzamsal, cinsel ve aşçılıkla ilgili deneyimlerimizi bölümlere ayırmamız konusunda rahatsızım. Bu beni uzmanlık konusundan uzaklaştırıp, kitap raflarımda her şeyi karıştırmaya iten şeyin bir parçası.

Bazı kitaplar gerçekten, geri dönülmez biçimde düşünce tarzınızı değiştirir, onları okuduktan sonra dünyayı hiçbir zaman aynı şekilde göremezsiniz. Sizin insanlara okumamalarını tavsiye ettiğiniz kitaplar var mı?
Hayır, herkes okuyabildiği her şeyi okumalı (gülüyor). Marco Polo ile ilgili, yıllar önce izlediğim kötü bir film vardı. Polo, filmde çölde yakalanıyor ve insanların işkence görmesi vs. gibi korkunç şeylerin olduğu bir yeraltı kentine alınıyordu. Polo ve cizvit arkadaşı despotun kütüphanesine götürüldüğünde etraflarına bakınıyorlar ve Marco Polo şöyle diyordu: "Tüm dünyanın muhteşem kitaplarına sahip!" Cizvit, bilgece şöyle cevap veriyordu: "İnsanlar kitap okurlar oğlum, kendi doğrularını bulabilmek için."

Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.