Geçen hafta salı günü, Doğuş Üniversitesi, gerçek bir kadirbilirlikle Füsun Akatlı'yı emeği açısından andı. Felsefeci Füsun Akatlı, Füsun'un tiyatro sanatına emeği, son oturum da edebiyatla haşır neşir Füsun Akatlı'ydı. Son oturumun konuşmacıları arasındaydım. Daha çok, Yaz Başına Neler Gelir'in bir bakıma 'hikâyeci', bir bakıma 'şair' Füsun'undan söz açmaya çalıştım.
1980 tarihli Yaz Başına Neler Gelir, Füsun Akatlı'nın farklı bir eseridir. Belki denemeler niteliğindedir ama, bu eserde yer almış yazılarda şiirin, öykünün, kimileyin de roman fragmanlarının esintilerini hissederseniz. O zamanlar sevgili arkadaşıma bir Edip Cansever duyarlığıyla yazdığını söylemiştim.
Füsun Akatlı yaşamı boyunca duyarlı çizgisini elbette sürdürdü, kılı kırk yardı. Ne var ki, Yaz Başına Neler Gelir'in hemen hep yürek yakıcı yazılarına bir daha geri dönmedi, eleştirel mesafesini kendisi için de korudu.
Bunda, öyle sanıyorum ki, 'yaratıcı edebiyat'ı derinden önemseyişinin payı büyüktü. Onun yazı çizi emeğini özümsemiş olanlar anımsayacak; çağdaş edebiyatımızın şairlerine, yazarlarına Füsun Akatlı hep sevginin yordamıyla yaklaştı. Bazan eleştirmenlere de. Örnek vereyim: Füsun'un Doğan Hızlan için kaleme getirdiği yazılar inceliklerle örülüdür. Eleştirinin sadece bir ölçüp biçme işi değil, aynı zamanda bir yaratıcılık çabası olduğunu usul usul ayırt ederiz.
Füsun Akatlı'yla Ankara'da tanıştım. Adalet Ağaoğlu'nun etkileyici romanı Ölmeye Yatmak yeni yayımlanmıştı. İkimiz de Ölmeye Yatmak üzerine yazmıştık. Ankara Sanatsevenler Derneği'ndeki bir söyleşide bir araya geldik. Hoş bir gün ve hoş bir akşamdı. Ölmeye Yatmak hem konuşuldu hem kutlandı.
Sonra yine Ankara'da Bilge Karasu'lu günlerimiz, akşamlarımız var. Adalet Ağaoğlu, Bilge Karasu, İlhan Berk, Selçuk Baran, Sevgi Soysal, Füsun Akatlı, Attilâ İlhan, Cahit Külebi, ne çok edebiyat kişisi o yıllarda Ankara'da yaşıyordu...
İstanbul'a özlem duyarlar mıydı, bilmiyorum. Derken, bazıları İstanbul'a yerleştiler. Füsun son gelenlerdendi. Fakat, değişen İstanbul'a dair kaygılarını ilk söyleyenlerden.
"İstanbul'u İstanbulca Yaşamak" adlı yazısında (Kültürsüzlüğümüzün Kışı) Boğaziçi, Kadıköyü, Beyoğlu için yeriniyor, "hepsi, içler acısı durumdalar" diye yeriniyor, öyleyken, gökdelenli, alışveriş merkezli, ayaküstü atıştırmacı İstanbul'dan aygın baygın söz açanlar cephesinde yer almıyor. O, "her geçen yıl değil, her geçen gün bir şeyler"in koparılıp götürüldüğü İstanbul için üzülüyor.
Şöyle saptamış:
"Fantastik bir kâbus gibi akşamdan sabaha; bir bahçe, bir ıhlamur ağacı, bir salaş balık lokantası daha siliniveriyor hayatımızdan. İlkokulu okuduğunuz yapı, tek kale top oynadığınız çıkmaz sokaklardan biri daha, iki yanı ağaçlı o güzelim yokuş, sanki sizin uydurduğunuz bir masalın mekânlarıymış gibi, hiç var olmamışçasına, yerlerini görkemli bir benzin istasyonuna, görgüsüzlük numunesi bir süper lüks siteye, alışveriş merkezlerine, bankınot matbaalarına bırakıveriyorlar."
Ardından, nostalji edebiyatına girişmeyeceğini, o kervana katılmayacağını belirtmiş. İstanbul için yazıp çizerken bazılarımızın kaygısı böyle. Meselâ, "sizin o nostaljik İstanbul yazılarınız..." demiyorlar mı, artık acı acı gülümsemekten başka bir şey yapamıyorum.
İstanbul'un mimarîden yaşama biçimine, 'kalıcı olması gereken' değerlerinin nostaljiyle, yurtsamayla ne ilintisi olabilir?! Geçmişe özlem, geçmiş özlemi değil huzursuzluğumuz; değerler kayboluşuna işaret, hepsi bu.
Bazılarımızın ortak endişesini Füsun'dan iz sürerek söyleyebiliriz:
"İstanbul, dıştan bakıldığında, her şeyden önce (yaşama kültüründen, sakinlerinin davranış özelliklerinden, dilinden, musikîsinden... önce) bir kenttir. O yüzden de, çürüyüşü, yok oluşu ilkin yapılarda, sokaklarda, meydanlarda, bahçelerde, korularda dışa vurur kendini, önce fiziksel olanın, duyularla algılananın erozyonu çarpar insanı.
Sonra İstanbul, açık ve kapalı mekânlarıyla bir arada hemen düşünülen, hatırlanan ya da düşünülmesi, hatırlanması gereken bir yaşam biçimidir. İstanbul sadece bir kentin değil, o kente bağlı başka şeylerin de adıdır.
O başka şeylerin en başında da, yaşam biçimi gelir. O yaşam biçimi tek değildir elbet. Bunun Pera'sı, Üsküdar'ı, Şişli'si, Maçka'sı, Yeşilköy'ü, Erenköy'ü, Ada'sı, Moda'sı, Eyüp'ü, Balat'ı, Edirnekapı'sı ilh. vardır. Ama bu farklı semtlerdeki, mahallelerdeki yaşam biçimlerinin çoğulluğunda bir birlik, bir ortaklık vardır ki, işte onun adıdır İstanbul."
İster istemez, bu uzunca alıntıdan sonra, handiyse zorunluluk, Moda'da bir akşamı hatırladım. Sevgili eleştirmenimle Koço'da buluşmuştuk. Kadıköyü'nün -ve İstanbul'un- en eski lokantalarından Koço'ya kimler geldi, hangi yıllarda geldiler, burada, günbatımında, yıldızlı gecede neler konuştular diye bir hayal yarışına çıkmıştık.
Peride Celal'in hikâyesini hatırlamıştık, Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı'ndaki "İskele"yi. Tuhaf bir tarih atılmıştır "İskele"nin sonuna: "1960-1988". Peride Celal yirmi sekiz yılda mı yazmış, bellisiz. Ama yirmi sekiz yıldan izdüşümlerle yazıldığı çok açık. İskele, lokanta, rıhtım yolu, gelip giden vapurların seyrekleşmesi, sandallar, daha bir sürü ayrıntı bu kısacık öyküde, gelgitlerle, göz açıp kapayana hatırlanışlarla zamanın müthiş tahribatını adeta bilinçaltımıza işler.
"Bütün İstanbul için öyle değil mi?" diye sormuştu Füsun.
Şimdi yeniden "İskele"ye göz attığımda şu tuhaf dayışla karşılaştım: "Başta, Nurullah Berk, Münevver Andaç, Fikret Adil, Ercüment Kalmuk; Koço'da buluştuğumuz dostların anısına."
İşte biz de yıllar önce aynı şeyleri konuşmamış mıydık!..
Dille uçsuz bucaksız bağı dolayısıyla, Füsun, İstanbul Türkçesini çok önemserdi: "Ben diyorum ki, Türkçenin elenikası İstanbul Türkçesidir. Tıpkı yaşam biçimlerinin elenikasının da, artık yaşı altmışlardan küçük olanların ancak hayal meyal hatırlayabildikleri İstanbul'un yaşama biçimi olduğu gibi."
Evet, "elenika"... Çoğumuzun hiç işitmediği bir sözcük. Füsun yukarıda andığım yazısında özenle açıklıyor; ama ben alıntılamayacağım. Meraklısı nasıl olsa öğrenir; meraksızına elden bir şey gelmiyor.
Akatlı bir başka İstanbul yazısında, "İstanbul'u Okumak"ta (yine Kültürsüzlüğümüzün Kışı'nda) Yahya Kemal'i, Sait Faik'i, Haldun Taner'i, Abdülhak Şinasi'yi, Salah Birsel'i özellikle anar. Metin Eloğlu "azıcık İstanbul"uyla belirir. Sonra Orhan Pamuk, Melisa Gürpınar. Sonsöz Tanpınar'dan. Ama neye yarıyor ki?
Geri dönülemeyeceğini de konuşmuştuk sevgili eleştirmenimle, yazmakta çizmekte kalakalınacağını. Koço'da değildi; Cibalikapı'daki Giritli'de olabilir. Uzaklardan Sezen Aksu'nun şarkısı, sesi yankıyor olabilir: "... yaşanmamış genç yıllarımı ve sebebini suskunluğumun..."