Haberler

İstanbul’un bitki örtüsü

Tarih: 22 Ekim 2007 Kaynak: Zaman Yazan: Selim İleri
İstanbul’un bitki örtüsünde, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, ‘kuzeyli’ renk egemenmiş. Yani yine bozkırı andırır çalılıklar. Portakal ağaçlarına, palmiyelere, limonlara, hintincirine pek seyrek rastlayan Tchihatchef, güneyin iklim koşullarına pek de uzak düşmeyen İstanbul’un bu aldırışsızlığına şaşıyor.

İstanbul’a dair bilimsel yanı ağır basan bir kitap okudum: İstanbul ve Boğaziçi. Tarih Vakfı Yurt Yayınları 2000’de yayınlamış. Geçen gün, Beyoğlu’ndaki Megavizyon’da karşıma çıktı.

İstanbul ve Boğaziçi’nin yazarı Prens Pierre de Tchihatchef, Celal Şengör’ün kapsamlı giriş yazısından öğrendiğimize göre, 1847-1858 yılları arasında Anadolu’da, araştırma gezisindeymiş. Dev eseri Asie Mineure bu gezinin verimiymiş. Şengör’ün şu acı tesbitini alıntılamadan geçemiyorum:

“Bu dev eser 19. yüzyılda doğa bilimlerinin şahlanışına dikilmiş en görkemli anıtlardan biri olmasına rağmen, konusunu oluşturan ülkenin insanlarınca hemen hiç tanınmaz, onu -çoğunlukla okumadan- bibliyografyalarına alan birkaç jeolog, coğrafyacı, botanikçi ve zoolog ve onu elde edip satabilmek hevesiyle tutuşan bir iki kaliteli sahaf ve bunların müşterilerini oluşturan koleksiyoncular dışında duymuş olan hemen hiç kimseyi tanımadım Türkiye’de.”

Neyse ki, Le Bosphore et Constantinople, “Jeoloji” bölümü dışında, Ali Berktay’ın çeviri emeğiyle Türkçe’ye kazandırılmış…

Prens’in Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinden ve başkentte yaşayanlardan, özellikle Müslümanlardan hoşlandığını, sevgiyle söz açtığını söylemek zor. O dönemlerde İstanbul’a gelmiş bazı başka yabancı seyyahların şehir ve şehirde yaşananlar için yazdıkları hayranlık doludur. Prens Tchihatchef ise, İstanbul’daki Doğu’yu bir karanlık, çağın hayli gerisinde kalış, uygarlık dışı olarak görüyor. İstanbul’daki Batı’yı handiyse görmezden geliyor; sadece, kordiplomatik çevrelerin Batı’yı az buçuk temsil ettiklerini ileri sürüyor.

Onun yazdıklarını, sözgelimi Nerval’in, de Amicis’nin yazdıklarıyla kıyaslayan okur, epey şaşıracak.

Prens, ta Silivri’ye kadar, payitahtın Avrupa yakasını yazıklanarak tasvir ediyor: “Yarımadanın bu bölümü kesintisiz olarak uzanan dalgalı yaylaları ya da ovalarıyla bol ürün verebilecek bir alan olmasına karşın, tek yaşam belirtisini en bayağı türden sürüler ya da şurada burada dağınık vaziyette duran sefil köylerin oluşturduğu gerçek bir bozkır görünümündedir.” Zaten bu ‘bozkır’ gözlemi, İstanbul’un bitki örtüsü taranırken, sık sık vurgulanacaktır.

Prens, sebzelerin, meyvelerin dökümünü çıkarıyor. Üzüm dışında, Türk’lerin “çok düşük kaliteli” ürünlerle yetindiklerini, yeni zamanın tarım olanaklarından tümüyle habersiz yaşadıklarını belirtiyor. İncir, patlıcan, karnabahar idare ediyorsa da, geriye kalanlar tatsız tuzsuz… Hele, kuşkonmazla patatesin durumu!: Kuşkonmazın yabanisiyle yetinilmiş. Prens, “Bizim halklarımızın beslenmesinde çok büyük yeri olan patates ise İstanbul civarında sadece birkaç Avrupalı tarafından ekilmektedir. Onlar da yeterince ürün alamadıklarından Rusya, Fransa ve İngiltere’den patates getirmektedirler” diyor.

Sıra üzüme gelince, Prens, Üsküdar’la Gebze arasında yetişen çavuş üzümüne toz konduramıyor artık. Çavuş üzümünün Toscana üzümünden daha berrak olduğunu saklayamıyor…

İstanbul’un bitki örtüsünde, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, ‘kuzeyli’ renk egemenmiş. Yani yine bozkırı andırır çalılıklar. Portakal ağaçlarına, palmiyelere, limonlara, hintincirine pek seyrek rastlayan Tchihatchef, güneyin iklim koşullarına pek de uzak düşmeyen İstanbul’un bu aldırışsızlığına şaşıyor. Güneyde çok yetiştirilen bitkiler “Boğaz’dan, Trakya ve Bitinya yarımadalarından tamamen” kovulmuş!

Yalnız “Asya yakası”nda durum biraz değişecek. Örnekse, Üsküdar’ın güneydoğusu, doğusu, git git güneyli bir renk edinebilmiş. Aynı bitki örtüsü çeşidi, Prens Adaları’nda da hayat bulabiliyormuş. Üsküdar zeytin ağaçlarıyla çevrili; Büyükada’ysa, ağacı andırır fundalıklarla. Büyükada ve öteki adalar, deniz çamı, ardıç ağacı ormanları kuşanmış. Hem Büyükada’da, hem Heybeli’de “farnesa akasyası”, Roma’daki, Napoli’deki kardeşlerinden daha bereketli yetişmiş.

Ama kuzeyli renk daima baskın çıkacak: “Örneğin Prens Adaları’nda bile incir ağacının yaprakları ancak mart ayında çıkmaya başlar ve defne, phyllirea, ladin, tekçiçekli yonca, zeytin yoncası, yabani mercanköşk yapraklı kılıçotu, vb gibi tamamen güneyli temsilcilerden oluşmuş bir kalabalığın süslediği Bulgurlu tepesinde karaağaçların çiçek açmış olmalarına karşın yaprak filizleri ancak nisan sonunda, yani Paris’le aynı dönemde, İngiltere’nin güney kıyısına oranla on beş gün ve Napoli’ye oranla tam bir ay gecikmeyle sürer.”

Bulgurlu, hatırlayacaksınız, modern, yeni anlayıştaki resmimizin ilk ustalarının, Üsküdarlı Ressamlar’ın çok sevdikleri, pek çok peyzajda işlenmiş semt… Herhalde zengin bitki örtüsünün çekiciliği rol oynamış.

Boğaziçi’nden söz açan yerli ve yabancı yazarlar, çınar ağacı üzerinde dururlar. Tchihatchef, Boğaziçi kıyılarındaki çınarların yaprakları üzerinde duruyor. Bu çınarlar, Akdeniz’deki akrabalarından yaprak kesimlerinin özel biçimi dolayısıyla ayrılıyor. Bitkibilimciler, bu yüzden, Doğu çınarı-Batı çınarı ayırımını yapabilmişler.

Asya yakasındaki gürgenlere gelince, “bu ağaç yerini daha şık bir şekilde dantellenen, daha küçük yapraklarla süslenmiş bir türe” bırakıyormuş.

Boğaziçi’ni sevmemekte, beğenmemekte neredeyse direten Prens, Anadolu yakasındaki “orman kütlesi”ne Türk’lerin “Ağaç Denizi” dediklerini yazmış. Ağaç Denizi’nin yaygın ağacı ise meşe. Ağaç Denizi vadilerde; denize kadar ulaşamıyor. “Boğaz’ın o çok hoş manzarası bitki örtüsünden çok sahil çizgisindeki sayısız güzel girintiden çıkıntıdan” kaynaklanıyor. Deniz kıyısında, bir tek, Hünkâr İskelesi’nin bitki örtüsü göz okşuyor.

Rumeli yakasında “önemli sayılabilecek” tek ormanlık alan, Belgrad Ormanı. Gelgelelim Belgrad Ormanı da hemen Paris’inkilerle ölçülüp biçilecek, oranlanacak: “Örneğin tek tek ağaçlarının sağlamlıkları ve boyları açısından bu orman (en azından bütünü içinde) Paris çevresinin güzel ve ulu ağaçlarıyla boy ölçüşemez.”

Prens, Belgrad Ormanı’nda asıl güzelliği, bendlerin, bol ağaç çeşidinin var ettiği kanısında. Başta meşe, sonra kestane ağaçları, ardıçlar, çeşit çeşit fındık ağaçları, gürgen, akçaağaç, aksöğüt, kavak, akdiken… Yer yer, çam türleri, mesela Halep çamı, bazı başka kozalaklılar...

Doğu’yla Batı’nın farklı anlayışlarını saptamak açısından, Belgrad Ormanı’yla ilintili şu gözlem, bence çok önemli:

“Belgrad Ormanı’nın rakipleri karşısında, özellikle manzara ressamı gözüyle, sahip olduğu bir diğer avantaj hiçbir çevre duvarı, hiçbir hizalama çabası, doğanın yapıtlarını denetlemeye ya da güzelleştirmeye yönelen ve bu arada bu yapıtların kendi şiirselliklerinin görünür düzensizliğini bozan hiçbir yapay düzenleme bulunmamasıdır.”

Çok geçmeyecek, Pierre de Tchihatchef, yine ağaçsızlıktan yakınacak: “Büyükdere ile İstanbul arasında kalan bölgede” hepi topu birkaç fıstık çamı, servi, çınar… Neyse, Kâğıthane, hele bahar mevsimlerinde Prens’in hoşuna gitmiş. Bütün vadinin düğünçiçekleriyle, nergisler ve kardelenlerle, beyaz papatyalarla, çayır tereleriyle bezendiğini söylüyor. O zamanların Kâğıthane’si öyle güzel ve çekiciymiş ki, seyrine doyum olmuyormuş.

İstanbul ve Boğaziçi’nin en zengin bitki örtüsü “mezarlık koruları”nda. “Bu ağaçlıkları ziyaret edenler, deyim yerindeyse, zaman zaman, yaşayanlar ile ölülerin konutlarını iç içe geçiren o törensi ve melankolik servi topluluklarının görüntüsünü unutamaz.” Pera’nın mezarlıkları, “Üsküdar’ın o muhteşem” mezarlığı özellikle anılmış.

Prens, buralara sıkça uğramış olmalı. Servilerin sütunlar gibi yükselerek gökyüzünü “aradıklarını” düşünüyor. Türk’lerin “görkemli mozoleler”e gönül indirmeyişlerini enikonu anlamlı buluyor. Bu mezarlıklarda kendinizi “daha duygulu, daha huzurlu hissedersiniz” diyor...
Takvim
<<Nisan 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
        1 2 3
4 5 6 7 8 9 10
11 12 13 14 15 16 17
18 19 20 21 22 23 24
25 26 27 28 29 30  
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.