Haberler

Koru(ma)mak mı?

Tarih: 21 Haziran 2005 Kaynak: Radikal Yazan: S. Özkal Yüreğir

Mülkiyet denen "kutsal" hırsızlık tüm insani boyutunu aşarak gelecek nesillerin yaşama alanlarını çalmaya başladı ve dünyada neredeyse her toprak parçasına sıçradı

Modern dünyada doğal çevrenin, fiziksel çevrenin ve kültürel çevrenin bozulmasına ilişkin duyarlılıklar sanayi devriminden sonra gelişmeye başladı. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında ise, özellikle kentlerin yaşam koşullarının zorlaşması ve doğa üzerindeki yoğun tahribat, koruma kavramını çağdaş ve güncel kavramların arasına soktu ve toplumun ilgisini çoğu zaman çekmeyi başardı. Ancak tarih boyunca ve özellikle bugün toplumsal isteklerin her zaman insani bir perspektifle belirlendiği söylenemez (Öyle bile olsa yine de koruma isteği değerli bir kavram olma özelliğini kaybetmez). Çoğunlukla günün modaları, turistik değerleri, toplumsal güç veya duyarlılık gösterileri bu istekleri şekillendirir. Ancak kesin olan bir şey "neyi" ve "kimden" koruduğumuz sorularının cevabıdır. "Nasıl" sorusuna verilmesi gereken cevaplar ise haddini bilemeyen aceleci bir belediye başkanının veya yetki sınırlarından haberi olmayan devlet adamlarının parlak(!) fikirlerinden medet umamayacak kadar ciddi, bilimsel ve çok disiplinli bir tartışma konusudur. Değişken olan cevap ise "neden" koruyoruz sorusuna verilen yanıtlar olur. İşte bütün kıyametler de bu soruya verilen cevaplarda kopar.

Geçmiş ve gelecek
21 Mayıs 2005 tarihinde Radikal gazetesindeki bir haberde Montreal'deki BM Biyolojik Çeşitlilik Kongresi'ndeki "korkutucu" rapor, son 50 yılda insan etkinliğinin biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkisinin, insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar tahribatı hızlandırıcı bir etken halini aldığını, ayrıca son yüzyıl içerisinde türlerin insanlar tarafından yok edilişinin de 1000 kat artış gösterdiğini yazıyordu. Aynı rapor kuş çeşitlerinin yüzde 12'sinin, memelilerin yüzde 23'ünün, amfibilerin yüzde 32'sinin nesli tükenme tehlikesi altında yaşadığını ve endüstriyel balıkçılığın gelişmeye başlamasından bu yana balık stoklarının da yüzde 90 azalmış durumda olduğunu da çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Yine aynı tarihli Radikal'in ilk sayfa haberinde Konya ve Aksaray illerinin kontrolsüz atıkları yüzünden Türkiye'nin ikinci büyük gölü ve tuz stoğumuzun tamamına yakınını elde ettiğimiz Tuz Gölü'nün çok ciddi bir çevre felaketinin kurbanı olmak üzere olduğu anlatılıyordu. Bu haberlerden iki gün önceki başka bir haberde ise soluduğumuz havadaki oksijenin çoğunu üreten Amazon ormanlarının kontrolsüz ağaç kesimleri yüzünden önümüzdeki yüzyıl içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu açıklanıyordu. Tüm bu ve benzeri haberlere göre doğaya verdiğimiz zararların hesabı tutulamayacak kadar büyük boyutlara varmış durumda olduğu açık.

Kültürel miras tahribatı
Doğaya yapılan tahribat kültür ve kültürel miras üzerinde de çok benzer bir şekilde görülür. 12 Haziran'daki Radikal İki'de Uğur Tanyeli ve Aykut Köksal hocaların "Restorasyon mu tahribat mı?" başlıklı yazılarının konusunu oluşturan 1500 yıllık Küçük Ayosofya Camisi'nin "restorasyon" adı altında başına gelenler, tüm olup bitenlerin çok açık bir dille ortaya konmuş özeti gibidir. Her gün yanan konaklar, bilimsel araştırma adına kazıldıktan sonra kendi halinde yok olmaya bırakılan arkeolojik alanlar, bu alanlardan ve müzelerden çalınan heykeller, depolarda çürüyen ya da NATO toplantısına götürülmek için daha paketlenirken hasar gören dünyanın en nadide mozaikleri, "Nemrut" gibi dünya harikalarımızdan birine, filmlerde bile rastlanmayacak absürd reenkarnasyon hikâyeleriyle müdahale edilmeye (kazılmaya) çalışılması, vs gibi örnekler, bizi geçmişimizden ve geleceğimizden her gün biraz daha uzaklaştırıyor. İnsan olma tarihimiz boyunca birlikte evrim geçirmiş olan doğa ve kültür, insanoğlu için ayrı düşünülemeyecek kadar birbirine bağlı iki kavramdır. Birisi bizi geçmişimize bağlarken diğeri geleceğimize tutunabilmemizi sağlar. Aslında bir anlamda ikisi de insan için vazgeçilmez birer "oksijen" kaynağıdır. İşte bu iki kavramla ilişkileri kopan bir toplum için ise yavaş yavaş intihar ettiğini anlamaktan başka bir çare kalmaz.

Modern zamanlar
Teknolojinin getirdiği bazı kolaylıklar ve konfor çoğu zaman psikolojik ve biyolojik olarak kaldırmakta zorlandığımız ağırlıklar yükler sırtımıza. "Çok modern" insan topluluğu bizi çeşitli numaralar, güvenlik sistemleri, alt kimlikler, etnik kimlikler, global korkular, prestijli meslekler, zeki olanlar, başarısızlar, vergi verenler, iki yabancı dil bilenler toplumun sırtına yük olanlar, vs. şeklinde sınıflandırıyor. (Örnek: bkz sık sık muhatap olduğumuz bankalar ya da devlet kurumları). Artık yakın çevrede bile ismimizden önce bu kavramlar bizi tanımlıyor ve ilişkilerimizi belirliyor. Mülkiyet denen "kutsal" hırsızlık ise tüm insani boyutunu aşarak gelecek insan nesillerinin yaşama alanlarını çalmaya başladı ve dünya üzerinde neredeyse her toprak parçasına sıçradı. Önceden tanımlanmış ve müsaade edilmiş toprak parçaları yani çitlerin dışı(!) bugünkü ve bundan sonraki yaşam alanımızın sınırlarını belirliyor.

Yaşadığımız veya yaşamak zorunda olduğumuz mekânlar ise insanı fiziksel olarak küçültmekte ve ezmekte ısrar ediyor. Tarihi bir kentin sokaklarında dolaşmakla evimiz ve işyerimiz arasındaki herhangi bir sokakta dolaşmak arasındaki duygusal farkı hemen hemen herkes hisseder ama isimlendiremez. Yine eski geleneksel bir evin avlusu ile apartman katımızın balkonu arasındaki fark da yalnızca yükseklik farkı değildir. Mimarlık ve mimarlığımız adına, hâlâ büyük bir kısmı ayakta duran tarihten öğrenecek hiçbir şey kalmamış gibi davranıyor ve sebatla inşa ediyoruz. Yakın bir tarihsel döneme kadar insana insan gibi hissettiren binalar yerlerini insansız binalara bırakmış durumdalar. İnsanlar binaların içinde ancak kusursuz bir makinenin insan kaynakları uzmanları tarafından özenle yerleştirilmiş verimli birer parçası olarak yaşayabiliyorlar. Bu "modern zamanların" çağdaş mimarlık ürünü binaları artık insan için ölçeği kaçmış aynalı bir bulmacadan öte bir şey değil. (Malum; mimarlık her dönemde toplumların aynasıdır). Sokakta yürürken, yemek yerken hatta kendi yatak odamızda tavana bakarken bile önemsizlikten başka bir mekânsal duygu içimizde kıpırdayamıyor.

"...Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza öğretmeniz gerekecek. Biz nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz. Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize?
Biliyorum, beyaz adam bizim gibi düşünmez. Beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istediğini alınca başka serüvenlere atılır. Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur..." Şef Seattle'ın 1854 yılında topraklarını satın almak isteyen Amerikan Başkanı'na yazdığı mektubun bir bölümü.

İşte hal böyleyken korumacıların, benzerinden yüzlerce olan bir konağı veya bir kaplumbağa türünü neden koruduğunu anlatabilmek için daha sağlam dayanaklar aramasına gerek bile yoktur. Korunan her konak, arkeolojik alan, kaplumbağa ya da bir çiçek soğanı dünyanın kurtarılmış alanlarıdır.

Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.