Haberler

İstanbul'un gizli tutkunu

Tarih: 13 Haziran 2011 Kaynak: Zaman Yazan: Selim İleri
Bize birbirinden güzel denemeler, yazılar, eleştiriler arma­ğan ettikten sonra, Temmuz 2010'da aramızdan ayrılan sevgili arka­daşım -'sevgili eleştirmenim'- Füsun Akatlı gizli bir İstanbul tutkunu, gizli bir İstanbul yazarıydı.

Geçen hafta salı günü, Doğuş Üniversitesi, gerçek bir kadirbi­lirlikle Füsun Akatlı'yı emeği açısından andı. Felsefeci Füsun Akatlı, Füsun'un tiyatro sanatına emeği, son oturum da edebiyatla haşır neşir Füsun Akatlı'ydı. Son oturumun konuşmacıları arasındaydım. Daha çok, Yaz Başına Neler Gelir'in bir bakıma 'hikâyeci', bir bakıma 'şair' Füsun'undan söz açmaya çalıştım.

1980 tarihli Yaz Başına Neler Gelir, Füsun Akatlı'nın farklı bir eseridir. Belki denemeler niteliğindedir ama, bu eserde yer almış yazılarda şiirin, öykünün, kimileyin de roman fragmanla­rının esintilerini hissederseniz. O zamanlar sevgili arkadaşıma bir Edip Cansever duyarlığıyla yazdığını söylemiştim.

Füsun Akatlı yaşamı boyunca duyarlı çizgisini elbette sürdür­dü, kılı kırk yardı. Ne var ki, Yaz Başına Neler Gelir'in hemen hep yürek yakıcı yazılarına bir daha geri dönmedi, eleştirel mesa­fesini kendisi için de korudu.

Bunda, öyle sanıyorum ki, 'yaratıcı edebiyat'ı derinden önemse­yişinin payı büyüktü. Onun yazı çizi emeğini özümsemiş olanlar anımsayacak; çağdaş edebiyatımızın şairlerine, yazarlarına Füsun Akatlı hep sevginin yordamıyla yaklaştı. Bazan eleştirmenlere de. Ör­nek vereyim: Füsun'un Doğan Hızlan için kaleme getirdiği yazılar inceliklerle örülüdür. Eleştirinin sadece bir ölçüp biçme işi değil, aynı zamanda bir yaratıcılık çabası olduğunu usul usul ayırt ederiz.

Füsun Akatlı'yla Ankara'da tanıştım. Adalet Ağaoğlu'nun etki­leyici romanı Ölmeye Yatmak yeni yayımlanmıştı. İkimiz de Ölmeye Yatmak üzerine yazmıştık. Ankara Sanatsevenler Derneği'ndeki bir söyleşide bir araya geldik. Hoş bir gün ve hoş bir akşamdı. Ölmeye Yatmak hem konuşuldu hem kutlandı.

Sonra yine Ankara'da Bilge Karasu'lu günlerimiz, akşamlarımız var. Adalet Ağaoğlu, Bilge Karasu, İlhan Berk, Selçuk Baran, Sevgi Soysal, Füsun Akatlı, Attilâ İlhan, Cahit Külebi, ne çok edebiyat kişisi o yıllarda Ankara'da yaşıyordu...

İstanbul'a özlem duyarlar mıydı, bilmiyorum. Derken, bazıları İstanbul'a yerleştiler. Füsun son gelenlerdendi. Fakat, değişen İs­tanbul'a dair kaygılarını ilk söyleyenlerden.

"İstanbul'u İstanbulca Yaşamak" adlı yazısında (Kültürsüzlüğü­müzün Kışı) Boğaziçi, Kadıköyü, Beyoğlu için yeriniyor, "hepsi, iç­ler acısı durumdalar" diye yeriniyor, öyleyken, gökdelenli, alışve­riş merkezli, ayaküstü atıştırmacı İstanbul'dan aygın baygın söz açanlar cephesinde yer almıyor. O, "her geçen yıl değil, her geçen gün bir şeyler"in koparılıp götürüldüğü İstanbul için üzülüyor.

Şöyle saptamış:

"Fantastik bir kâbus gibi akşamdan sabaha; bir bahçe, bir ıhla­mur ağacı, bir salaş balık lokantası daha siliniveriyor hayatımız­dan. İlkokulu okuduğunuz yapı, tek kale top oynadığınız çıkmaz so­kaklardan biri daha, iki yanı ağaçlı o güzelim yokuş, sanki sizin uydurduğunuz bir masalın mekânlarıymış gibi, hiç var olmamışçasına, yerlerini görkemli bir benzin istasyonuna, görgüsüzlük numunesi bir süper lüks siteye, alışveriş merkezlerine, bankınot matbaaları­na bırakıveriyorlar."

Ardından, nostalji edebiyatına girişmeyeceğini, o kervana katılmayacağını belirtmiş. İstanbul için yazıp çizerken bazıları­mızın kaygısı böyle. Meselâ, "sizin o nostaljik İstanbul yazıları­nız..." demiyorlar mı, artık acı acı gülümsemekten başka bir şey yapamıyorum.

İstanbul'un mimarîden yaşama biçimine, 'kalıcı olması gereken' değerlerinin nostaljiyle, yurtsamayla ne ilintisi olabilir?! Geç­mişe özlem, geçmiş özlemi değil huzursuzluğumuz; değerler kaybolu­şuna işaret, hepsi bu.

Bazılarımızın ortak endişesini Füsun'dan iz sürerek söyleye­biliriz:

"İstanbul, dıştan bakıldığında, her şeyden önce (yaşama kültü­ründen, sakinlerinin davranış özelliklerinden, dilinden, musikîsin­den... önce) bir kenttir. O yüzden de, çürüyüşü, yok oluşu ilkin yapılarda, sokaklarda, meydanlarda, bahçelerde, korularda dışa vu­rur kendini, önce fiziksel olanın, duyularla algılananın erozyonu çarpar insanı.

Sonra İstanbul, açık ve kapalı mekânlarıyla bir arada hemen düşünülen, hatırlanan ya da düşünülmesi, hatırlanması gere­ken bir yaşam biçimidir. İstanbul sadece bir kentin değil, o ken­te bağlı başka şeylerin de adıdır.

O başka şeylerin en başında da, yaşam biçimi gelir. O yaşam biçimi tek değildir elbet. Bunun Pera'sı, Üsküdar'ı, Şişli'si, Maçka'sı, Yeşilköy'ü, Erenköy'ü, Ada'sı, Moda'sı, Eyüp'ü, Balat'ı, Edirnekapı'sı ilh. vardır. Ama bu farklı semtlerdeki, mahallelerdeki yaşam biçimlerinin çoğulluğunda bir birlik, bir ortaklık var­dır ki, işte onun adıdır İstanbul."

İster istemez, bu uzunca alıntıdan sonra, handiyse zorunlu­luk, Moda'da bir akşamı hatırladım. Sevgili eleştirmenimle Koço'da buluşmuştuk. Kadıköyü'nün -ve İstanbul'un- en eski lokantala­rından Koço'ya kimler geldi, hangi yıllarda geldiler, burada, gün­batımında, yıldızlı gecede neler konuştular diye bir hayal yarışı­na çıkmıştık.

Peride Celal'in hikâyesini hatırlamıştık, Melahat Hanımın Dü­zenli Yaşamı'ndaki "İskele"yi. Tuhaf bir tarih atılmıştır "İskele"nin sonuna: "1960-1988". Peride Celal yirmi sekiz yılda mı yazmış, bellisiz. Ama yirmi sekiz yıldan izdüşümlerle yazıldığı çok açık. İskele, lokanta, rıhtım yolu, gelip giden vapurların seyrekleşme­si, sandallar, daha bir sürü ayrıntı bu kısacık öyküde, gelgitler­le, göz açıp kapayana hatırlanışlarla zamanın müthiş tahribatını adeta bilinçaltımıza işler.

"Bütün İstanbul için öyle değil mi?" diye sormuştu Füsun.

Şimdi yeniden "İskele"ye göz attığımda şu tuhaf dayışla kar­şılaştım: "Başta, Nurullah Berk, Münevver Andaç, Fikret Adil, Er­cüment Kalmuk; Koço'da buluştuğumuz dostların anısına."

İşte biz de yıllar önce aynı şeyleri konuşmamış mıydık!..

Dille uçsuz bucaksız bağı dolayısıyla, Füsun, İstanbul Türkçesini çok önemserdi: "Ben diyorum ki, Türkçenin elenikası İstanbul Türkçesidir. Tıpkı yaşam biçimlerinin elenikasının da, artık yaşı altmışlardan küçük olanların ancak hayal meyal hatırlayabildikleri İstanbul'un yaşama biçimi olduğu gibi."

Evet, "elenika"... Çoğumuzun hiç işitmediği bir sözcük. Fü­sun yukarıda andığım yazısında özenle açıklıyor; ama ben alıntıla­mayacağım. Meraklısı nasıl olsa öğrenir; meraksızına elden bir şey gelmiyor.

Akatlı bir başka İstanbul yazısında, "İstanbul'u Okumak"ta (yine Kültürsüzlüğümüzün Kışı'nda) Yahya Kemal'i, Sait Faik'i, Hal­dun Taner'i, Abdülhak Şinasi'yi, Salah Birsel'i özellikle anar. Metin Eloğlu "azıcık İstanbul"uyla belirir. Sonra Orhan Pamuk, Me­lisa Gürpınar. Sonsöz Tanpınar'dan. Ama neye yarıyor ki?

Geri dönülemeyeceğini de konuşmuştuk sevgili eleştirmenimle, yazmakta çizmekte kalakalınacağını. Koço'da değildi; Cibalikapı'daki Giritli'de olabilir. Uzaklardan Sezen Aksu'nun şarkısı, sesi yankıyor olabilir: "... yaşanmamış genç yıllarımı ve sebebini suskunluğumun..."

Takvim
<<Mayıs 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
            1
2 3 4 5 6 7 8
9 10 11 12 13 14 15
16 17 18 19 20 21 22
23 24 25 26 27 28 29
30 31          
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.