Söyleşi

Jacob van Rijs

Tarih: Şubat 2007


Fotoğraflar: Ali Taptık

Şevin Yıldız: Bugünün mimarlık üretiminde önemli bir yeri olan MVRDV’nin ofis ortamı nasıl? Kendinizi bir tasarım merkezi olarak mı, araştırma laboratuvarı gibi mi görüyorsunuz?

Jacob van Rijs:
Bizim ofisimiz bir atölye, bir stüdyo gibi. Biraz aslında loftu da andırıyor havası. Yukarıdan ışık alan eski bir endüstriyel binadayız. Çok hoş bir ortam bize göre iş ortamının güzel olması çok önemli. Ofiste herkes olanları devam eden projeleri görür. Sorunun araştırma kısmına gelirsek ise, eskiye göre daha az araştırma yapıyoruz. Biz özellikle araştırma yapalım diye araştırma yapmıyoruz. Bazı projelerimizde yer alıyor ve araştırma yapmaktan zevk alıyoruz. Mesela geçen sen bu Game 3 kitabını çıkardık. Bu kitap bizim epey zamanımızı aldı sanırım bir süre başka şeylerle ilgileneceğiz.

ŞY: Siz MVRDV olarak Europan yarışmasıyla bir araya gelip, ilk önemli başarınızı kazandınız.Sizce mimarlar için Europan yarışmasının önemi nerede yatıyor, hala bu yarışmalarda doğru kentsel meselelere değinildiğini düşünüyor musunuz?

JVR:
Evet kesinlikle. Europan her iki senede bir şehre gelen bir sirk gibi. Biz ikinci etap Europan yarışmasına katılmıştık. Europan’a katılmak bir ofis kurmak için gayet iyi bir yöntem. Biz ofisimizi kurduğumuzda Hollanda’da bakanlıktan teşvik ve maddi destek alabilmek için bir yarışmada ödül kazanmak gerekiyordu ve Europan buna çok yardımcı oldu. Şimdi ise Europan eskisi kadar büyük bir etkiye sahip değil, şu ana kadar o kadar çok kazanan oldu ki. Belki de yarışmayı her iki seneden bir değil de her üç senede bir yapmak lazım.

ŞY: Siz kendi Hollanda örneğinizi göz önüne alırsanız, Europan yarışmasının doğru kentsel meselelere dokunduğunu söyleyebilir misiniz?

JVR:
Hollanda için evet. Bu yarışmaya çok sayıda yabancı mimar da katılıyor. Hollanda’da kazanan yabancılar, Hollandalılar’dan daha fazla. İnsanlar yarışmayı Hollanda’daki mimarlık piyasasına bir giriş olarak görüyorlar. Ve bu beklenti de fazlasıyla gerçekleşiyor. Bir çok Fransız, Alman veya İngiliz ekibi Europan ile ofislerini kuruyorlar. Europan o anlamda bir erime potası da. Farklı ofislerde çalışanlar ekip kurup yarışmaya katılıyorlar. Bu nedenle mimarlığın bir sonraki kuşağında aynı ofiste çalışan çok farklı insanlar olacak.

ŞY: Neden bugünlerde mimarlık ofislerinin etnik farklılık ve çeşitlilik içermesi üzerine bu kadar vurgu yapılıyor, özellikle bir mimarlık ofis ortamı tasvir ederken?

JVR:
Bence bu olumlu bir adlandırma biçimi. Bir şeyleri daha doğru organize etmek için, bizler için de iyi bir özellik. Tabii ki bu vurguyu yapmak için de abartmamak lazım bazı ofis koşulları yıl içerisinde değişkenlik gösterebilir ama gene de benim için bu her zaman geçerliliğ olan bir seçenek. Etrafımıza baktığımızda böyle bir çeşitliliğin hala çok gerekli oduğunu görürüz. Monotonluk iyi değildir, insanların bireysellikleri hala önemli ama bir yandan da organizasyon ve düzen de önemli.

ŞY: Siz bu bilgi çağının ve bilginin, özellikle çeşitli bilgi akışlarının önemli olduğu bir dönemde, mimar tanımında bir değişiklik yaptığını düşünüyor musunuz? Sizce bu derinleştirici bir etki mi yoksa ilüzyonal ve yüzeysel bir tarafı mı var?

JVR:
Bence bu çağda birbirinden oldukça farklı mimar tanımları mevcut, mimar sözcüğü sadece tek bir anlam içermiyor artık. Asırlardır olduğu gibi bugün de mimarların asıl görevinin bina yapmak olduğunu savunan gelenekçi mimarlar var. Daha farklı bir grubun ise kendilerine ait bir dünyaları var ve onun dışında çıkmıyorlar. Belli okulları ziyaret ediyorlar, kendi dillerini oluşturuyorlar. Başkaları onların ne dediklerini pek de anlamıyor. Böyle birbirinden farklı birçok grup var. Ben okuldayken, mimarların bina yapması gerektiğine inanılırdı. Şu an ise bu geride kaldı artık mimar olarak bina inşa etmeniz şart değil. Bu konularda mimarlar arasında bir çok tartışma yaşanıyor. Bu zıt görüşlerdeki grupları aynı odaya koyarsanız çok komik şeyler yaşanır. Bize gelince, biz bu iki grubun arasında bir yerde duruyoruz. İki grupla da iletişim kurabiliyoruz. Biz sadece teori yapmak için teoriye veya sadece formsal deneyler yapmak için dijital teknolojilere girmiyoruz.

ŞY: Siz politik mercilerle ve bürokratlarla farklı diyaloglara sahip, zaman zaman beraber çalışan bir ekipsiniz. Bürokrasi ve politikayla iletişimi ve algıyı nasıl kurguluyorsunuz? Mesela PigCity projesini ele alırsak.

JVR:
Bu proje bir tarım enstitüsü tarafından maddi olarak desteklenen bir projeydi ama içerik olarak hükümetin politikalarına dayanıyordu. Bir çeşit yorumlamaydı, bir tartışma başlatmak istedik.



ŞY: Ne kadar anlaşıldığınızı düşünüyorsunuz?

JVR:
İstanbul’a gelirken uçakta, bir gazetede bizim PigCity projemiz ile ilgili bir makale okudum. İsmimiz geçmiyordu ama bizim önerdiğimiz yüksek çiftlik yapılarına atıf vardı. Bu proje ekonomik ve ekolojik boyutları olan bir proje. Hayvan hakları savunucuları, domuzlar için yüksek yapılar önerisini duyar duymaz, sinir krizi geçiriyorlar. Ama biz aslında onlara bunun hayvan haklarını iyileştirmek adına ne kadar önemli bir proje olduğunu anlattığımızda işler değişiyor. Kimse bugün geleneksel yöntemlerle yapılan hayvancılığa şahit olmak istemez. Bu tip yerlere gittiğiniz anda vejeteryan olabilirsiniz. Bazı şeyleri hiç bilmemeyi tercih etmek daha iyidir, hayvancılık da onlardan biri. Biz işte bir nevi şizofreni olan bu durumu ortaya koymak istedik. Bugün insanlar et yemeyi tamamen bırakmayacaklarsa, bu konuyla ilgilenmemiz gerek. Projenin tüm amacı buydu ama insanlar projeyi anlamakta zorluk çektikleri için agresif davrandılar.

ŞY: Küresel ölçekte iş yapan mimarlık ofisleriyle ilgili bir soru sormak istiyorum. Siz de veriyi zaman zaman üretiminizin temeline oturtuyorsunuz, peki küresel olarak çalışan bir ofis farklı bağlamlardaki veri akışlarına kendini nasıl adapte ediyor? Nasıl bir yöntem izleniyor yerellik anlamında?

JVR:
Her şey data değildir. Çok iyi bir başlangıç noktasıdır ama sadece veri ile tasarım yapılamaz. Bence veri bir şeyleri organize etmek için gerekli bir araç. Tarımda her zaman sihirli bir buluş beklenir, bazen veri de bu sihirli buluşun kendisi oluyor. Dünyada küresel olarak iş yapan mimarlara, örneğin bir Frank Gehry, Zaha Hadid veya Calatrava’ya baktığımda hepsinin çok güçlü bireysel üslupları olduğunu görüyorum. Zaten dünyanın çeşitli yerlerinde iş yapmalarının ve insanların onları istemesinin sebebi de bu çizgileri. İnsanların onlardan beklentisi bunu yapmaları ve bence gayet de iyi yapıyorlar. Bizim de projelerimizi bir arada tutan bazı prensipler var ama biz üslup açısından daha özgürüz, yerel etkilere daha açığız sanırım.

ŞY: Bu etkileri işinize nasıl uyarlıyorsunuz peki?

JVR:
Etrafa bakarak.

SY: Farklı ülkelerde işler yaptığınızda nasıl bir süreç izliyorsunuz, orada geçici ofisler mi kuruyorsunuz ya da oradaki mimarlar ve ofislerle mi işbirliği içine giriyorsunuz?

JVR:
Tabi ki işbirliği yapıyoruz ama daha çok bir bakış açısı, yaklaşım geliştirmeye çalışıyoruz. Mesela Çin’de bir yarışmada Zaha’ya karşı yarıştık, o kazandı. Daha sonraki mimari etapta ise olaya dahil olduk ve onun önerdiği kentsel tasarım içinde bir proje geliştirdik. Gördük ki böyle bir şey neredeyse imkansız. Proje çok güçlü bir Zaha Hadid projesiydi ve bizim MVRDV olarak var olmamız çok zordu. Birkaç deneme yaptık ama sonuç çok komikti. Zaha önerilerimizi beğendi ama işveren beğenmedi. Çin’deki bu projeye baktığınızda aslında yerel sorunlarla uğraştığını görürsünüz ama düşünce ve kavramsal olarak çok farklı bir yerde duruyor.

ŞY: “Reading MVRDV” adlı kitapta Bart Lootsma’nın şöyle bir tespiti var; “MVRDV katılımcı planlamayı daha büyük ölçekte kamusal yararlar ile ilişkilendirmek ve toplumla bir tartışma açabilmek konusunda ikna edici bir yaklaşıma sahip. Ama bu aynı zamanda onların zayıf noktası çünkü Batı Avrupa refah devletleri şu an temsiliyetçi demokrasiye olan inançlarını derinden etkileyen bir kriz içindeler.” Buna katılıyor musunuz?

JVR:
Bence biraz abartı var. Hollanda’da mimarlık ve demokrasi ile ilgili bir çok tartışma yaşanıyor ve sonuçta bazen oldukça tutucu ve gelenekçi yaklaşımlara gidiliyor. Peki bu kadar tartışılan bir konuyu ne kadar ileri taşımak gerekir? Bence Hollanda örneğinde bu demokratiklik bazı alanlarda hala geçerli. Geleneksel metodolojiler hala çok başarılı, ticari olarak başarılı çünkü işin ucunda para var. İnsanlar hala ev aldıklarında daha geleneksel evler almak istiyorlar çünkü sonradan satmanın daha kolay olacağına inanıyorlar. Aslında daha modern evleri beğenseler de içlerindeki ses ticari olarak bunun iyi olmayacağını söylüyor. Bu aslında dünyanın her yerinde olan bir durum. Modern mimarlık her zaman sürücü koltuğunda değil. Biz genelde bizim tarzımızı bilen insanlarla çalışıyoruz o nedenle bizden böyle şeyler talep etmiyorlar. Hollanda dışından aldığımız işlerde daha zekice, daha ilginç proje talepleri geliyor.

ŞY: Yani sonuçta Lootsma’nın mevcut durumu biraz abarttığını mı söylüyorsunuz?

JVR:
Bir yönüyle doğru ama bir taraftan da bazen mimari üslubun hiç önem arzetmediği projeler yapıyoruz. Daha kentsel ölçekte, kentsel tasarımla ilgilendiğimiz zaman esneklik imkanı daha çok oluyor ve insanlar kendi kendileri çok şey yapıyorlar. Kendi evlerini yapıp kendi cemaatlerini oluşturabiliyorlar. Böyle olduğu zaman mimar daha çok kentsel planlama tarafında oluyor, bir nevi zonlama yapıyor. Sonuç ürün de daha çok kullanıcıya bağlı bir duruma dönüşüyor. Şu anda Hollanda’da yaptığımız projede daha çok mahalle kavramı üzerine, kentsel alanlar ve düzenlemelerle ilgileniyoruz. Politikacıların sıkça kullandığı “organik kentleşme” kavramına baktığınızda bunun gelecekteki eğilim olduğunu görüyoruz. Toplum tarafından geliştirilen bir mahalle kavramı. Benzer bir durum, mimari üslup olarak farklı da olsa, 1970’lerde de vardı. Mimarlık aracılığıyla özelleştirme bizim ilgilendiğimiz konulardan biri. Bunu kendi evinizi seçebildiğiniz Silodam projesiyle gerçekleştirebildik ilk olarak.

ŞY: Materyalite hakkında ne düşünüyorsunuz, sizin yaklaşımlarınızın materyalite kavramıyla nasıl bir ilişki içerisinde?

JVR:
Sanırım biz bu kavramla büyülenmiş gibiyiz. Bizim projelerimizde çok önemli bir yeri var. Bazen projenin kalbini oluşturuyor bazen de yapılıp bitmesi gereken bir şey haline dönüşüyor. Şu son zamanlarda malzeme projelerimizde daha da önemli bir hale geldi. Daha önceki projelerimizde mekansal organizasyonlar daha ön plandaydı. Ama dediğim gibi son zamanlarda yaptığımız projelerde bu değişti ve insanların da ilgisini çekti. Bize bu değişimi soruyorlar.



ŞY: Birçok sosyal konut projesi deneyiminiz var. Sosyal konut bugün kentsel planlamanın önemli bir başlığı. WoZoCo’dan Mirador’a bu deneyiminiz nasıl gelişti?

JVR:
Aslında bu durum biraz değişiyor.

ŞY: İnsanlar aslında planlamanın en zayıf noktasının sosyal konutlar olduğunu düşünüyor. Siz WozoCo ve Mirador üzerinden ne söyleyebilirsiniz?

JVR:
Mirador ve WozoCo birbirinden çok farklı bağlamlardı. Hollanda’aki sosyal konut politikaları epey değişti, İspanya’da ise başka bir sistem var. Sosyal konut projelerinde mimarlar çok özgürler çünkü emlak piyasasının koşulları onları bağlamıyor. Ne olursa olsun bu evler ya çok makul fiyatlara satılacak ya da kiralanacak. Geleneksel ev alım satımlarında yaşan beğeni krizi bu evlerde yaşanmıyor.Bu evlerde genel beğeni kıstaslarının önemi yok; ki bu kıstasların ne olduğuna dair de kimsenin bir fikri yok. Hep söylenen bir şey vardır; “insanlar bunu istiyor”, belki insanların %60’ı bunu istiyor ama peki geri kalan %40? Neyse WozoCo’ya geri dönecek olursak, WoZoCo tamamen sosyal konut olan bir proje oysa şu an yaptığımız konut projeleri daha karma, sadece sosyal konut değil. Mirador projesinde ise orada daha önce yapılmayan bir şey yapmamız istendi, konut üzerine tartışma yaratacak bir şey. Bu anlamda hedeflediğimizi başardık. Bir çok insan bu konutlar hakkında konuşuyor ama ilginç olan şu; bu evler satılık. Onları alan insanlar çok iyi fiyatlara alıyorlar. Mimari kalitesinden dolayı değil uygun fiyatlı olduğu için alıyorlar. Biz bu projeye başladığımızda bu detayları pek bilmiyorduk. O nedenle spesifik evler tasarladık ama şu an mesela tek katlı bir dairede oturmak isteyen kadının mutsuz olduğunu görüyoruz çünkü dubleks bir dairede oturuyor. Eğer tek katlı daire için bekleseydi, 3 yıl beklemesi gerekecekti. WozoCo’da oturan ilk nesil mimarinin farkında değil finansal sebeplerle oradalar, ikinci neslin ise evleri bilinçli olarak mimarisi için de aldığını görüyoruz. Bu şekilde kullanıcı profilinin değişeceğini düşünüyorum. Daha sonra aynı müşteri için başka bir proje yaptık bu sefer daha nötr, daha yalın bir tasarıma gittik. Binanın bütünü çok ilgi çekici ama evler tek tek bakıldığında daha yalın ve genel beğeniye hitap ediyor. Bunu insanlar, yaşadıkları mekanlarla daha az sorun yaşasın diye yaptık. Bir sosyal konut projesini ne kadar deneysel yapabilirsiniz. Burada deneyselliği üreteceğiniz yerler yaşama alanları değil de daha ortak alanlar, kamusal mekanlar olmalı. Bir çok durumda insanlar yaşadıkları iç mekanların deneysel olmasını istemiyorlar. Tekil evlerde ise bunu isteyen ve talep eden bazı müşterilerle de karşılaşıyoruz. O zaman da bu spesifik mekanları orada yaşayan o insanlar için yaratıyoruz. 12 senelik tecrübemizde öğrendiğimiz şey bu.

ŞY: Özellikle Mirador projesine bakarak, kamusal alan sınırlarını ve tanımını değiştirdiğinizi, genişlettiğinizi, yeni bileşenlerle bütünleştirdiğinizi söyleyebilir miyiz?

JVR:
İspanya’da aslında oldukça dışa dönük bir proje geliştirdik. Bu kentsel açıdan da önemli bir projeydi çünkü yüksekliği nedeniyle uzaktan görünüyordu. Orada yaratılan mekanları nasıl kullanacakları ise tamamen orada yaşayanlara bağlı. Büyük bir ihtimalle bazı insanlar kullanmak isteyeceklerdir, bazıları ise kullanmak istemeyeceklerdir. Oradaki kamusal alanlar oranın bir bonusu oradaki insanlara bağlı bir şey değil. Biz aslında o boşlukta bir oyun alanı yapmak istiyorduk ama kimse yapmaya yanaşmadı çünkü bütçeye dahil edilmemişti. Belediye de bunun onları ilgilendirmediğini söyleyince, vazgeçmek zorunda kaldık. Çünkü onların kontrolü olmayan bir yer olacaktı. Şu an Amsterdam’da yaptığımız projede farklı bir şey yaptık, bu alanları baştan bütçeye dahil ettik. Ortak alanlar için gerekli para baştan bütçeye dahil oldu.

ŞY: Sosyal konut projeleri, yaşama alanları, komşuluk birimi gibi konular söz konusu olunca, bir çok Hollandalı mimarda olduğu gibi sizde de bir Team 10 etkisi olduğunu hissediyorum.

JVR:
Evet onlardan etkilendiğimiz doğru. Aslında bunun sebebi biraz da Delft’teki hocalarımız. Onlar Team 10’den çok etkilenmiş bir nesildi. Böyle dönem dönem farklı etkiler oluyor okullarda. Mesela OMA ve Rem Koolhaas da okulu çok etkilemiştir. Tabii sadece OMA veya Team 10 olduğunu söyleyemem, dışarıdaki humanist hareketlerden de ok etkilendik. Eğitim hayatımızın arka planında bunlar vardı.

ŞY: OMA’dan bahsetmişken OMA’nın MVRDV olma süreci üzerindeki etkisini sorabilir miyim? Win Maas ve siz OMA’da çalıştınız bir dönem.

JVR:
OMA hem Hollanda içinde hem de Hollanda’nın dışında çok etkileri olan bir oluşum oldu. OMA’nın getirdiği yeni bir kavramsal yaklaşımdı. Onlarınki bir çalışma metodolojisi. Bizim orada öğrendiğimiz şey bu oldu. Ama bütününde OMA çok büyük bir ofis, insanlar geliyor ve gidiyor. Şu anda çok da bağımız kalmadı çünkü bizim zamanımızdan tamamen farklı insanlar çalışıyor.

ŞY: Küçükçekmece için yaptığını yarışma projesini nasıl kurguladınız? Projede dikkate aldığınız şeyler, nelerdi?

JVR:
Bu bizim o bölge için çok önemli bulduğumuz bir öneriydi, özellikle de kıyı şeridi açısından. Çok özel bir nokta. Biz kıyıyı ulaşılabilir, herkesin kullanabileceği bir alana dönüştürmek istedik. Kıyının rotasını tekrar çizmek gibi. Küçükçekmece’de çok yoğun bir yerleşim dokusu var, onu biraz hafifletmek, yeşillendirmek istedik. O bölgenin kendine has özelliklerini, oraya geri döndürebilecek farklı bir yaklaşım oluşturduk. Örneğin o bölgede kaç tane plaj olduğunu saydık ve daha fazlasına ihtiyaç olduğunu gördük. İstanbul suyla iç içe bir şehir ama Barselona veya Los Angeles ile kıyaslandığında suyu çok az kullanıyor. Biz bu anlamda denizi biraz daha şehrin içerisine soktuk. Önerimizde ayrıca bir marina da vardı, tüm bu tuzlu-tatlı su sistemi, marina o nokta için bir stratejiydi. Sonucu stresli de olsa üzerinde düşünülmüş, karmaşık ve ilginç bir projeydi. Bugün baktığımda arkasındaki kurgunun ve düşüncenin hala sağlam olduğunu düşünüyorum. Tabii şu an yapabileceği tek şey, seçilmediği için, başka insanlara ilham vermek. (Gülüyor)

Ömer Kanıpak: Bu proje bölgesinin problemli bir tarafı var çünkü aslında orada bir alt merkez yaratılmak isteniyordu ama kazanan projenin böyle bir potansiyel yaratma gücü olduğunu düşünmüyorum.

JVR:
Bence orada yapılacak projede erişilebilirliği, bölgenin doğal güzellikleriyle birleştirmek lazım. Haftasonları insanların arabalarıyla çevresinde dolaşabilecekleri, kamusal erişime açık bir alan. Aynı zamanda ekolojik ve doğal olarak da oldukça ilginç bir yere dönüşebilir. Bunların birbirlerini dışlamaları gerektiğini düşünmüyorum.

ÖK: Jürinin oraya koyduğunuz otel bloğuyla ilgili bir tartışması oldu değil mi?

JVR:
Evet ama ana proje oraya yapılan otel değil ki o sadece bir bina. Eğer bunun yüzünden seçmedilerse, seçim kriterlerinde büyük bir yanlışlık var demek ki. Temelde bu bir kentsel tasarım projesiydi ama bazı binaların da tasarlanmasını istediler. Tamam bu hoş bir başlangıç olabilir ama sonuçta seçim oradaki mimari üsluba bağlı olmamalı çünkü bu bir kentsel düşünce üretme projesiydi biz orada kentsel bir gelişim stratejisi ürettik. Marinanın mimarisi değil de konumu çok önemli, bu tip kararlar mimari beğeni kıstaslarıyla verilmemeli.

ŞY: İç mekanlara karşı ilginç bir yaklaşımınız var. Mekanları adapte edilmesi için esnek bırakıyorsunuz. Kontrolü kaybetmek ve kullanıcıya devretmek konusunda bir probleminiz yok sanırım?

JVR:
Ah evet, sanırım böyle söyleyebiliriz. Buna iç mekanların kolonileştirilmesi de diyebiliriz, insanların özelleştirme biçimleri. Her şeyi önceden tanımlamak ve belirlemek yerine, bir sistem kurup onun kendi kendine gelişmesini izlemek. Ama tabii bunu her projemizde yapmıyoruz. Birkaç sene önce NAI’de bir sergimiz vardı; Endless Interiors of MVRDV diye.

ŞY: O sergiyi görmüştüm biraz da onunla ilgili bu soru.

JVR:
Evet işte oradaki düşüncelerden biriydi bu ama her proje kendine özel bir tecrübedir. Belli projelerde bu kolonileştirme oluyor.

ŞY: O projeleri belli yapan ne sizin için?

JVR: Sanırım tecrübenin bütünü ve mekansal algı.

ŞY: Hangi projenizin buna en iyi örnek olduğunu düşünüyorsunuz, kontrolünüzden çıkan ama çıkışın hoşunuza gittiği bir proje?

JVR:
Bence Vpro buna gerçekten de iyi bir örnek çünkü o binada çalışan ve sürekli olarak orayı dönüştüren çılgın bir insan grubu var. Her şey o kadar hızlı değişiyor ki Vpro’da. Bina tüm arkitektoniği ve katılığına rağmen iç mekanlar değişken. İki sene sonra gittiğinizde her şeyin değiştiğini görüyorsunuz. Bazen bu hoşunuza gidiyor, bazense gitmiyor. Ama binanın kendi kalitesi sağlam olduğu için bu iç mekanların değişkenliği yapının tümünü etkilemiyor.

ŞY: MVRDV olarak yadığınız yazılarda kendinize sorduğunuz bir çok soru var bunlardan biri de yoğunluk ile ilgili. Ben de size sormak istiyorum, daha çok yoğunluk daha iyi ve içerik olarak zengin şehirler mi demek?

JRV:
Bence öyle. Düdüklü tencere benzetmesi yaparak ve ona dayanarak çoğunlukla bunun doğru olduğunu söyleyebilirim. Yoğunluk, sosyal olarak dinamik alanlara sebep oluyor. Dünya üzerindeki bir çok yoğun bölge aynı zamanda da çok enerjik ve iyi. Mesela bana birkaç yoğun kent ismi verin.

ŞY: Tokyo, Mexico City, Sao Paolo...

JVR:
Hepsi harika şehirler(Gülüyor). Bence kaçış noktaların ve sübapların olduğu sürece kentsel yoğunluk çok çekici bir kavram. Ama dediğim gibi kaçabileceğiniz nefes alma noktalarının, dağın, yeşilin olması gerek.İşte o zaman harika yaşam alanları oluşuyor. Bilmiyorum belki de benim bunu bu kadar çekici bulmamın sebebi Hollandalı olmamdır. Hollanda bu anlamda o kadar homojen ki biz bunu çekici buluyoruz. Örneğin bizim büyük kentlerimiz, Dünya’daki diğer büyük kentler göz önüne alındığında oldukça küçük kaçıyor. Bizde birçok orta büyüklükte şehir var ve bunların arasındaki alanlar çok küçük, çok klostrofobik. Biz de bu yüzden yoğunluğu yüksek, açık alanları çok geniş olan tasarımları tercih ediyoruz.

Ömer Kanıpak: Peki sizce, yoğun şehirleri daha yaşanılır kılarsak banliyöler yok olur mu?

JVR:
Hayır bence her zaman farklı tercihler bir arada olacaktır. Herkes farklı tercihler yapmaya devam edecektir. Ama tabii ki yoğunluğu düşünürken, yoğun olmayan bölgelerin yaşam koşullarını da iyileştirmeyi düşünmeliyiz. Ulaşım gibi sorunları.

ŞY: Ütopyalar için ne düşünüyorsunuz? Mesela Archigram’ın metinleri veya Thomas Moore gibi yazarların tariflediği ütopya kentleri hakkında?

JVR:
Evet biz bu tür eserleri her zaman ilginç bulduk ama her şeyde olduğu gibi bu eserleri de bire bir almak veya yorumlamadan kabul etmek çok yanlış.Ama gene de tabii ki bunlardan etkilenip, ilham alıyoruz.

ŞY: MVRDV yakın zamanda yeni bir kitap yapacak mı?

JVR:
Hemen değil. Birkaç sene içinde olabilir ancak çünkü son kitabımız Game’yi yapmak epey zamanımızı ve enerjimizi aldı.

ŞY: Şu aralar ne tip projelerle ilgileniyorsunuz? Nasıl projeler yapmak istersiniz?

JVR:
Maalesef her zaman seçim şansımız olmuyor. Hollanda dışında çok projemiz var şu an. İlginçtir ki biz Hollanda dışında daha çok tanınıyor, daha kolay iş alıyoruz. Europan ile yaptığımız iyi başlangıç ve sonrasında Hollanda’da iyi işler yaptık ama artık alıştılar ve gene mi MVRDV diyorlar bazen. (Gülüyor) Şu anda Avrupa’nın çeşitli yerlerinde, Almanya, Fransa, İskandinav ülkelerinde projelerimiz var. İstanbul da çok çekici, çok enerjik ve ilginç, mimarlar burada olmak ister.

ŞY: Röportaj için teşekkür ederiz.

JVR:
Ben teşekkür ederim.

Konuyla İlgili Linkler
Söyleşi Arşivi
Dönem içinde gerçekleştirilen söyleşilerin listesi aşağıdadır. Ayrıntılarına ulaşmak istediğiniz söyleşiyi listeden seçiniz.