Doruk Bey, Aslında tüm tartışmanın bu yönde gelişmesinden çekinerek
ilk soruyu soruyorum. Umarım düşündüğüm gibi olmaz ve diğer yapılarınız
hakkında da konuşulur. Tahminimce Gökkafes binanız ile ilgili olarak bu
forumda size eleştiriler gelecektir. Benim öğrenmek istediğim bir kaç nokta
var Gökkafes ile ilgili. Bundan sonra bu konu ile ilgili gelebilecek sorulara
zemin oluşturması açısından cevaplarınızın önemli olduğunu düşünüyorum.
Öncelikle Türkiye'de adı en çok anılan bir binanın mimarı olarak bu bina
ile ilgili yaşanan süreçleri bize çok kısa da olsa anlatabilir misiniz? Mal
sahibi kimdir; sizi nasıl buldu; nasıl imar izni alındı; söylendiği gibi
Valilikçe arazisinin ilçe sınırı Şişli sınırları içinde kalacak şekilde
değiştirildi mi; projenizde malsahibince değişiklikler sizin rızanız
olmadan yapıldı mı;... ve bunun gibi pek çok soru....
İkinci sorum daha genel bir soru olacak: Bu bina ile tüm tartışmanın ekseni
"Mimarlık Etiği" tartışmasına kaydı ve binanın eleştirilmesi
geri planda kaldı hatta hiç tartışılmadı. Bu kadar emek verdiğiniz ve düşünce
ürettiğiniz binanızın mimari tartışmasının hemen hemen hiç yapılmamasını
nasıl değerlendiriyorsunuz.
Zulkarneyn
Statik ve Gökkafes
Bende malum yapı hakkında kendimin olmayan bazı görüşleri iletmek ve bu konudaki görüşlerinizi öğrenmek bunları ilettiğim görüş sahiplerine mümkün mertebe bildirmeye yönelik bir soru soracağım. Öncelikle bizim okulda(msü) her dersten önce bir dakika gökkafesle yitirilen mimarlık için 1 dakika saygı duruşu yapılmadan derslere başlanmıyor, her hoca en az 10 ortalama 20 en fazlada 50 defa bu binanın eleştirisini yapmıştır,artık sıkılır hale geldik her konferansta kürsü başkanları kendi özgün gökkafes şiirerini söylüyorlar,neyse açıkçası fazla mimariye girememiş birisi olarak bende dolmabahçenin ardına geldiğini görünce soğumuştum o binadan fakat sormak istediğim bu binanın statiği yüzünden çok büyük kolonları olduğu ve mimarisini dahi etkileyecek görüşü daraltacak yapıda olduğu söyleniyor siz tasarım aşamasaında kolonların nerelere ve ne boyutlarda olacağını bilmiyormuydunuz yada sonra değişti mi anormal derecede sağlam bir olmuş deniliyor, bunun dışında dikdörtgen uzun bir kütle ve yeride kötü gerçi bunu birçok kişi söyleyecek zaten ama tasarımcı olarak sizin kontrolünüz dışında gerçekleşen şeylermiydi bunlar onu merak ediyorum, bizim hocalarımız bilgisayarı keşfederlerse belki foruma gelip size bu soruları bizzatta sorabilirler ama çok küçük ihtimal...
ZulkarneynÖncelikle bu göndereceğim mesajı daha önce atmıştım ama galiba
forumdaki sorun yüzünden silinmiş yada ben göremedim.
Sayın Doruk Pamir beye benim sorum gökkafes hakkında olacak, gerçi çok tartışılan
bir konu ama özelikle bizim okulda ,MSÜ ,hocalarımız derse başlamadan önce
bir dakika gökkafes için kaygı duruşu yapıyorlar.Her fırsatta bir laf
ediliyor aleyhine hatta bir ara şiir bile yazılmıştı bu konuda benim merak
ettiğim bu kadar tepki alacağını bilmiyor muydunuz yada tasarım aşamasında
yeterince özgür mü değildiniz.
MERHABALAR DORUK BEY YURTİÇİNDE VE YURTDIŞINDA DENEYİM EDİNMİŞ BİR MİMAR OLARAK ÇALIŞMA ŞARTLARI,EĞİTİM VB.ALANLARDA ŞUAN TÜRKİYEDE YAPILAN MİMARLIĞI YURTDIŞINDAKİ ÖRNEKLERİYLE KIYASLAYABİLİRMİSİNİZ. ŞUAN MİMARLIK OLARAK NERELERDEYİZ?EKSİLERİMİZ (EGER VARSA) ARTILARIMIZ NELERDIR SİZE GÖRE? ŞİMDİDEN TEŞEKKÜR EDERİM.İYİ ÇALIŞMALAR...
gökkafes'in o eskiden kırmızı olan ayrı bir bina gibi duran kısmının, tarlabaşından taksime gelirken bukadar büyük ve ışıklardan sonra o çatının altından geçiliyormuş gibi görüneceğinin farkında mıydınız yoksa bu görüntü sizi de şaşırttı mı?
Doruk PamirGökkafes’e ilişkin Rennie, Zulkarneyn ve Akaplan’ın sorularına birleşik
bir yanıt vermeye çalışacağım.
Şayet Gökkafes’e karşıt akademik tutum bir dakikalık saygı duruşu ve çeşitli
uzunluktaki günlük protesto diskurları ile sınırlı kalıyorsa buna da şükredelim.
Ya bir de sizleri her sabah dersler başlamazdan önce avluda toplayıp “Türküm,
doğruyum, çalışkanım ve de Gökkafes’e karşıyım” diye bağırtsalardı.
Şaka bir yana, gönül isterdi ki başta akademya olmak üzere profesyonel çevreler
hoşnutsuzluklarını sözlü ve yazılı, diğer bir deyişle retoriklerle değil
de, mimari bir tasarım dili ile sunsalardı. Örneğin orası için verilmiş
olan yapılaşma iznini (plato altı 35bin metrakere, plato üstü 30 bin
metrekare, bodrum için sınırlama yok) nasıl bir oylum olarak gerçekleştirilebileceğini
görsel ortamda mesela bilgisayar modelleri aracılığı ile gösterip tartışmayı
kentsel tasarım platformuna getirselerdi herhalde hepimiz için çok daha eğitici
ve anlamlı olurdu.
Yoksa “İstanbul’un kalbine saplanmış hançer” veya “Taşkışla’nın
yanında saygısızca dikilen yapı” benzeri söylemler, kusura bakılmasın
ama mesleki açıdan benim için hiç bir şey ifade etmiyor; ve maalesef bu eleştiriler
üstüne üstlük akademisyenlerce dile getirilmiştir. Yanlızca bir eleştiride,
ki bu ODTÜ öğretim üyelerince hazırlanmış olan bir bilirkişi raporunda
mesleki ve de akademik bir kurguya oturtmak teşebbüsü gördüm. Değerlendirme
kriterleri olarak Kevin Lynch’in otuz yıl önce yazmış olduğu “Image of
the city” kitabındaki savlar ele alınmıştı. Ancak kitabın içeriğini
galiba tam olarak anlayamadıklarını zannediyorum. Lynch’in hasbelkader öğrencisiydim
ve kitabının içeriğini çeşitli çalışma gruplarında tartışırdık. En
önemli noktalardan biri yollar ve bu akımları tarif edecek dikey vurgulara
gereksinme yargısıydı. Bunun doğruluğuna hala inanıyorum. Rapor ayrıntılarına
girmeyeyim ama bu bilirkişi raporunda bir eleştiri vardı ki değinmeden geçemeyeceğim.
Rapor Gökkafes’in üst katlarından Dolmbabahçe İnönü Stadyumu’ndaki maçların
burada oturanlar veya otel müşterileri tarafından bedava izlenebileceği
(yaklaşık 250-300m uzaklıkta) ve bunun da haksız kazanç sağlayacağı, yapının
olumsuz bir başka tarafı olarak vurgulanıyordu. Benim canım ODTÜ’m.
Laf üniversiteden açılmışken burada Akplan’ın sorusundaki mimarlık eğitiminin
Türkiye ve yurtdışı arasındaki farklılığına değinmeye çalışayım.
Tabii şu anda bazı toplantılar dışında ne Türkiye’de ne de yurtdışında
akademik bir görevim yok; onun için günceli içeren yargılarda bulunamayacağım.
Ayrıca Türkiye’deki akademik deneyimim ODTÜ ile sınırlı, o da onyıllar
önce. Ancak bir önemli farklılık hala geçerli olabilir diye düşünüyorum.
Galiba Türkiye’deki mimarlık eğitimi bu eğitimi veren kişilerle kurumların
kabul ettikleri ve de değişmez zannettikleri değerler paketini öğrenciye
vermek ve öğrenciden performanslarını bu paramatreler içinde gerçekleştirmlerini
istemek. ABD’inde ise, ki akademik tecrübem yanlızca bu ülkeden kaynaklanıyor,
öğrenciden verilen ve bilinen değer sistemlerine alternatifler geliştirilmesini
istemek ve bunu öğretim üyesinin düşünce ve varsayımlarına taban tabana
zıt da olsa desteklemek ve teşvik etmek olarak gördüm. Diğer bir deyişle Türkiye
devamlı kendi kendini tekrarlama döngüsü içinde kalıp ancak dışarıdan
ithal edeceği yeni kabullere göre bazı değişimleri gerçekleştirmeyi çabalıyor
gibi geliyor bana. Yani gerçek anlamda kendi diyalektik dinamimizmimizi pek
kuramıyoruz. Bakın bir anlamda Gökkafes’e yapılan saldırıların altında
“tarihi binalar yanında yüksek binalar yapılmaz” yahut “kule yapılar
Boğaz’ın sahilini bozar” gibi bir çok tartışmasız kabul edilmiş
kurallar ki bunlara dogmalar da diyebiliriz, yatmıyor mu? Bunlar bazen öyle
boyutlara ulaşıyo ki karşımıza beyinsel hipnozlar olarak çıkmaya başlıyor.
Şimdi gelelim Rennie’nin sorduğu Gökkafes’in öyküsüne: 80’li yılların
başında Süzer Holding bu araziyi şahıslardan satın almış ve üzerine
rahmetli Sedad Hakkı Eldem’e otel ve bankacılık iş merkezi işlevlerini içeren
bir proje hazırlatmış ve bu proje ile de yapı izni alınmış. Projenin bir
özelliği Taşkışla’nın görüntüsünün engellenmemesi savı ile plato
üstündeki bölümün Taşkışla’nın subasman kotunu geçmeyecek 24.50 yüksekliğini
savunması. Bunu takip eden yıllarda değişen programlar sonucu bir kısım
yabancı mimarlarca beş değişik proje daha üretilmiş, ve hepsinin yüksekliği
24.50 ile sınırlı tutulmuş. Bu arada da Süzer Holding STFA ile kat karşılığı
bir sözleşme yapmış. Ben 1986 yılında Türkiye’ye dönüp büromuzu açtıktan
sonra STFA bizden de bir proje hazırlamamızı istedi. Önce bu 24.50 yükseklik
kuralını ele aldık. Bu kulağa hoş gelen “Taşkışla’nın subasmanını
geçmeyerek yapının görüntüsünü engelememek ve dolayısı ile gereken
saygıyı göstermiş olmak” tümcesinin basit bir irdeleme sonucu gerçekle
hiç bir alakası olmadığı meydana çıktı. Şöyle ki, gerek Taşkışla
gerekse de proje alanı oldukça dik bir meyilde üst üste yer aldığından
siz bırakın 24.50 metreyi 14.50 metre bile yapsanız bu bölgeye aşağıdan
bakıldığında ya Taşkışla’nın çok büyük bir bölümü gizleniyor ya
da ancak damını görebiliyordunuz. 24.50 yüksekliğindeki bir yapının Taşkışla’nın
tümünü göstermesi olanağı ise ancak Boğaz’ın üstünden 48m yükseklikte
uçularak bakıldığında mümkün oluyordu. Böyle bir hava trafiğinin varlığı
ise pek iddia edilemezdi.
Kule seçeneğinin ikinci ve bizce çok önemli bir nedeni ise Boğaz’a
dikeyde bir referans yapısı getirmekti. Galata Kulesi, Rumeli Hisarı hatta
Kuleli Lisesi’nin kuleleri kendi çağlarının arkitektonikleri olarak Boğaz’ı
tarif ederken 20yy’da iki köprü dışında çağdaş hiç bir dikey
vurgulama yapılmamıştı.
Boğaz bir dolaşım arteridir, diğer bir deyişle bir yoldur. Bir yolun da yer
yer düşey vurgularla algılanması gerektiğine inanıyorduk. İşte burda
Lynch’in kuralı bizim için anlamlı ve geçerli idi. Bir de Gökkafes’in sık
sık Boğaz siluetini bozduğu ileri sürülmekte. Sormak lazım, hangi Boğaz
silueti? Şayet bu denizden veya Anadolu yakasından bu bölgeye bakıldığında
sandıklardan oluşan ve Hilton Oteli’nin tepesinde bağdaş kurduğu bir
ardiye görünümündeki bir silüet ise bizim için kaale alınacak bir kentsel
değer değildi.
Burada hemen önemle vurgulamak istediğim bir konu var. Yaygın ve kanımızca
hantal bir yapı yerine bir kule yapmak tamamen bizim kararımızdır ve tüm
sorumluluğu bize aittir. Bu tutum ne işverenin ne de zannedildiği gibi zamanın
belediye başkanı Dalan’ın istekleri doğrultusunda alınmış bir karardır.
Hatta zaman zaman kule yapıya karşı şüphe ve isteksizliklerini dile
getirdiklerinde ısrarla ve yorulmadan görüşümüzü savunduk ve kabul
ettirdik.
Şimdi aşağıdaki iki resme bakalım.
Birincisi alçak çözüm seçeneğidir. Bu fotomontajda kütle boyutları
olarak Eldem’in ilk projesi esas alınmıştır. İkincisi ise bizim doğru
olduğuna inandığımız seçenek.
Gelin, artık bizlere gına getiren bu tartışmayı şöyle noktalayalım. Biz
kulenin altına imzamızı koyuyoruz. Karşıt görüşte olanlar birincinin altına
imzalarını koysunlar. Bakalım gelecek kuşaklar kimleri nasıl değerlendirecek.
Yapım esnasındaki hukuksal kördöğüşü ise bir anlamda Dalan ve Sözen
arasındaki politik kan davası idi, belki de ideolojik ve psikolojik boyutları
da olan bir çatışma. Bir taraf yaptırmamak diğer taraf yapmak için bütün
hukuki ve idari olanaklarını kullandılar. Bu benim de ne olduğunu izleyemediğim
karmakarışık bir süreçti. Sürecin evrelerini tümüyle öğrenmek
istiyorsanız Süzer Holding’in yöneticilerinden sayın Turgut Bolu ile
temasa geçmenizi öneririm.
Bu arada bir de saplama yapalım. Bana göre tarafların arasındaki çatışmanın
önemli başka bir boyutu da farklı değer yargılarından kaynaklanıyordu. Şöyle
ki, zamanın belediyesince Gazhane arkasındaki “Demokrasi Parkı”nda gerçekleştirilen
yapılar, düzenlemeler ve estetik ögelere bakıldığında onların arkasındaki
yaklaşımla Gökkafes olgusunun çarpışmasını hiç yadırgamamak gerek.
Yapım süreci esnasında, daha doğrusu bitimine yaklaşıldığında,
onaylamadığımız birçok uygulamalar oldu. Şimdi bakın, bir yapının mimarın
tam istekleri doğrultusunda gerçekleşebilmesi için kanımca en önemli koşul
işveren,uygulayıcı ve tabii ki mimar hiç olmazsa asgari müştereklerde kültürel
bir koalisyon olmasıdır. Bu üçlüye yapı tamamlandıktan sonra kullanıcıyı
da ekleyebiliriz. Baştaki üçlü koalisyon STFA işin içinde iken kanımca
vardı. Ancak onların çekilip Süzer Holding’in yapımı yükümlenmesi ile
böyle bir koalisyonun devam ettiğini söylemem. Bazı değişiklikler işlevlerin
değişmesi nedeni ile kaçınılmazdı; ancak bazıları örneğin binanın üzerine
yazılan yazılar, renklerin değiştirilmesi, özellikle kule üstündeki kafes
bölümünün iç düzenlemesi, öndeki parkın tasarımı ve benzeri değişiklikler
ise tamamen bizim dışımızda gerçekleştirilmiş uygulamar. Maalesef
elimizde bunlara müdahale edecek yasal düzenlemelerin olmadığını veya
yetersiz kaldıklarını gördük.
Üçüncü sorum çok daha genel bir soru: "Fluxus" adlı kullanıcımızın hemen hemen her konuğa sorduğu soruyu size de soracağını tahmin ederek ben başka bir soru soracağım: Postmodernizm sizce nedir?
Postmodernizm konusuna gelince:
Postmodernizm konusunda kendime göre bir yorum getirmeye çalışayım; ama
unutmayın ki ben bir mimarlık kuramcısı veya eleştirmeni değilim. Bu
nedenle aşağıdaki yorumları bir mimarın kişisel görüşleri olarak sunmak
istiyorum.
Bana göre, özellikle mimarlık alanında doğal bir evrim olmaktan çok sosyo
ekonomik nedenlerden su yüzüne çıkan bir olgu. Mimarlıkta postmodernizm ABD
kökenli bir hareket. 1969-86 yılları arasında sıkça bu ülkede bulunduğumdan
kişisel izlenimlerimi şöyle sıralayabilirim:
A) Vietnam savaşı ve bu saçma serüvenin ekonomiye getirdiği yük, ve tüm
finansal yatırımların savaş üretimlerine yöneltilmesi sonucu ülke
genelinde mimarlık sanatlarına ayrılan fonların son derece azalması,
unutmayalım ki postmodernist yapılar genelde gerçekleştirilmesi çok ucuz
yapılardır
B) Ve bu sıralarda, sistemin okullarda yetişmekte olan mimarlık öğrencilerini
uygulayıcı olma yerine kerameti kendinden menkul metodoloji öğretilerine yöneltmesi
ve bu kuşakların fiziksel tasarım konusunda oldukça yetersiz kalması,
C) Modernist mimarlık etiğinin işlev-form ilişkisini dayanılmaz ve çözümlemesi
neredeyse imkansız boyutlarda bir deli gömleği biçimindeki diktasının
getirmiş olduğu bunalım.
D) Amerikan toplumu ve bir kısım enteligensiasının, ki buna medyayı da
ekleyebiliriz, doyumsuz “yenilik” maniası ve modernist hedeflere soyunamamış
veya bundan dışlanmış profesyonellerin ve bazı akademisyenlerin üzerine
balıklama atladığı bir fırsat.
Burada “yeniliği” ABD mimarlık eğitiminde evvelce bahsettiğim “karşıtlık”
ve “değişim” kavramları ile karıştırmayalım. Belki yukarıdaki kopuk
kopuk görüşlerimden bir anti-postmodernizm mesajı çıkartılabilir. Hayır,
bu akım hiç olmazsa bizim için yapıların yanlızca işlevsel ve bu işlevselliğin
üretebileceği estetik olgularla sınırlı olmadığını ve bazı simgeler ve
metaforların da tasarımla özdeşleşebileceğini gösterdi ki bunun değerini
yadsıyamayız. Örneğin Bangladeş projemizdeki merkez avlunun tarifindeki
kolonad ve girişi kutlayan taç kapı postmodernist bir yorum olarak görülebilir.
Sayin Doruk Pamir; 1-Projelerinizi hazirlamaktaki cabuklugunuzun,yaraticiliginizi körelttigini düsünüyormusunuz? Yani projelerinizin temelinde,teknik kaliplar mi yoksa özgün,yaratici çözümlemeler mi yatmaktadir? 2-Bir projeye baslarken;zihninizde olusturdugunuz tasardan,çizimlerin onaylanmasina kadar gecen sürec asamalarini kisaca özetler misiniz?Bu asamalardan sizi gerçekten en çok zorlayan safha hangisidir? 3-Mimarlik egitiminizde veya yasaminizda size "yeter" dedirtecek bir engel ile karsilastiniz mi?Karsilastiysaniz bu engeli nasil astiniz? Saygilar,Basarilar.
Bigman’in hızlı tasarım yaptığımıza dair sorusuna kısa bir yanıt
vermeye çalışayım. Proje temelinde yatan “fikir” aslında bence bir
“doğum” nedeni ve kuşkusuz çok önemlidir ve bu aşama kısa sürelerde
de irde edilebilir. Ama kanımca bundan belki daha da önemli olan bir fikrin
yapılabilir bir projeye dönüştürülmesidir. Bu ise çok uyumlu ve etkin bir
kadro gerektirir. İşte bu aşamada teknik birikim ve donanım önem kazanır.
Ve bunlar kapsamlı olarak varsa projelendirme süresi kısalabilir. Hemen
vurgulayayım, projelerimiz sevap ve günahları ile sadece “bana” ait değil,
“bize” yani büromuza aittir.
Bilgisayar kullanımına gelince, laf aramızda, kişisel olarak yetkin bir
operatör değilim. Ancak bu ortamın neler yapabileceği ve de nasıl
yapabileceği konularında galiba oldukça bilgiliyim ve bunu projelerimizde
etkenlikle kullanmaya çalıştım. Özellikle projelerin ilk aşamalarında
devamlı olarak ekran başında oluyorum ve bu ortamın sunduğu olanaklar bana
büyük keyif veriyor.
Mimarlık yaşantımda bana “yeter” dedirtecek durumlar olup olmadığı
sorusunu ise şöyle yanıtlayayım: şayet demiş olsaydım herhalde bugün bu
uğraşı, çaba, inat veya ne derseniz deyin, mimarlık ortamı içinde olmazdım.
Doruk Bey,
Atilla Yücel ile yaptığınız şöyleşide "Bizim toplumumuz acaba
Topkapı Müzesi'nin büyütülmesi konusu çıksaydı, avlunun altını kazıp,
üstüne 40 metre boyutlarında çelik-cam karışımı bir piramiti yapmayı göze
alabilir miydi?" diyorsunuz, bence de göze alamazdı ve bunu tasarlayan
mimar herhalde vatan haini ilan edilirdi.
Sizce, Türkiyede modernizm ve korumacılık neden birarada düşünülemiyor ve
uygulamalar hep olumsuz eleştirilerin hedefi oluyor?
Cemmm
gelecekteki projeleriniz
ilk olarak şunu sormak istiyorum: güzelim istanbulu bu denli bozan bir binayı yapmaktan memnun musunuz, mimari açıdan bir eleştiri getirmek istemiyorum, bu bina belki sabancının ikizlerinin yanına çok yakışırdı,ama istanbulun en güzel yerlerinden birini işgal etti. Hiç pişmanlık duydunuz mu bundan dolayı? Eğer duymadıysanız şunu da sorayım, bundan sonraki projeleriniz nedir? Mesela ayasofyayı yıkıp, oraya da bir kafes yapabilirsiniz, ne kadar "zenginlestirir" istanbulu değil mi? en azından sizi zenginleştirecektir. Bence gökkafese imzanızı atarak yaptığınızdan bir farkı yok bunun... Okulum hemen sizin binanızın yanında, muhtemelen farketmemişinizdir çünkü çevreyi incelediğinizi sanmıyorum,ve her gün o binayı görerek okula girmek gerçekten acı veriyor bana.
Hayır. Ayasofya’yı yıkıp yerine bir kafes önermeyi düşünmüyorum. Ama gel seninle içinde kalmış bir ukteyi paylaşayım. Louvre’un avlusundaki piramiti keşke ben düşünüp tasarlamış olsaydım diye hep içimden geçirmişimdir. (Bu galiba Mona’nın sorusuna da bir yanıt.) Gökkafes’in seni rahatsız etmesine üzüldüm ama bunda yanlız sayılmazsın. Örneğin sizin okulun herhalde bir aneksi olarak gerçekleştirilmiş olan sarı duvar üstündeki mavi yapı, hemen çevrenizdeki parkta yer alan yapısal nesneler ve de en önemlisi Taşkışla’nın gün geçtikçe ufalanıp erimeye yüz tutmuş cephelerinin perişan durumu inan beni de çok mutsuz kılıyor ve elimden pek bir şey gelmiyor.
Sevgili Doruk,
19 Şubat'a hazırdım ama "elektronik sürpriz" ortamı geciktirdi.
26 Şubat'ta ise Dünya'nın öteki ucunda bambaşka bir zaman diliminde olacağım.
Forum'a katılmamın olanaksız olacağını şimdiden duyumsuyorum. Affet!
Sen mimarlık eğitimine ve uğraşısına seçenek getirmeye çalışan bir
kurumun (ODTÜ) mezunlarının öncülü, önderi, olmak sorumluluğunu
-istemesen de- üstlenerek, o konumunda çalışmak durumunda oldun. Hem ülkenin
egemen güçleri, hem de zaman süresindeki başat çıkar guruplarının kendi
yararlarına göre tanımladıkları "ülke gerçekleri" ile bir
yandan çatışmaya, öte yandan da o ortam içinde doğru bildiğin mimarlığı
gerçekleştirmeye çalıştın. Bence başarılı da oldun. Bunun en özgün
kanıtı TRT 2 nin Mimarca dizisinde seçilen "Altı Türk Büyüğü"
arasında yer alman oldu. 32 yıla yaklaşan savaşımın içinde yapmak isteyip
de yapamadıklarını ve yaptırılmayanları bu sitenin en anlamlı kitlesi
olan genç mimarlarla paylaşır mısın? Gençlar adına senden duymak istediğim
şikayetlerin değil; özlemlerin, düşlerin var olduğuna inandığım ütopyaların
neler?
Sevgili Süha,
Biraz abartılı da olsa onur verici düşüncelerine çok teşekkürler. Senin
sorun çok kapsamlı; üzerinde ciddi bir biçimde düşünüp yanıtlamak
gerekli ve de bunu da becerebilir miyim bilmiyorum. Bu nedenle bir iki noktaya kısaca
değinmeye çalışayım. Ütopik özlemlerim konusunda tanrıya şükür bir kısmını
kendi çapımda gerçekleştirdiğimi sanıyorum. Örneğin Bangladeş kampüsü,
Gökkafes veya Ankara Dikmen Köprüsü benim için ütopik düşlerden
kaynaklanan çabalardı. Yarım yamalak da olsa gerçekleştiler. Gelecek için
ütopyalarımı bilemeyeceğim; çünkü galiba çözümlenmesi gereken sorunlar
ki bunlara tasarlanması istenen projeler de diyebiliriz, ortaya çıkmadan salt
özlem ortamında bir şeyler söyleyebilmek benim için zor hatta olanaksız.
Gençlere öğütlerim ise kısaca şunlar:
A) Hipnozlara dönüşebilecek varsayımları sorgulamadan kabullenmeyin,
B) Doğruluğu su götürmez yargıları irdeleyip alternatiflerini aramaktan kaçınmayın
Doruk Bey,
Üsküdar Meydanı için açılmış yarışmayı kazandığınız projeyi 1987
yılında tasarlamışsınız. O günden bugüne (15 seneye yakın) şehircilik,
kent yaşamı ve meydanlar konusunda çok şey değişti. Aynı zamanda İstanbul'un
ve Üsküdar'ın da toplumsal yapısı değişti. Aynı yarışmaya şimdi
girseydiniz yine benzer bir tasarım mı yapardınız?
Benim resimlerden gördüğüm kadarı ile tamamen yayalara ayırmışsınız
alanı. Bu kadar geniş ve boş alanlar Türkiye'de maalesef başka amaçlarla
kullanılıyor yapıldıktan sonra: Örneğin belediyeler oraya Ramazan çadırı
dikiyorlar ya da sürekli işporta alanı olarak. Bunu önlemeye yönelik
stratejiler düşünür müydünüz. Ayrıca Üsküdar İstanbul'un ulaşım
konusunda en önemli düğüm noktalarından biri. Ama siz bütün yolları yer
altına almışsınız; motor ve vapur iskelelerini de ortadan kaldırmışsınız.
Neden bu tür bir çözüme gittiniz?
Saygılarımla
Doğru, Üsküdar Meydanı önerimizde araç trafiği yer altına alınmış ve yüzeyde tasarlanan meydanın bir yaya bölgesi olarak yaşatılması öngörülmüştü. Bugünkü çapaçul işportacı olgusunun ise mimari tasarım yolu ile nasıl önlenebileceğini pek bilemeyeceğim. Başka üst düzey toplum gereksinmelerine yanıt verebilecek kentsel yaya meydanlarından salt bu yüzden vazgeçmek bana pek doğru gelmiyor. Ramazan çadırı ise beğenelim beğenmeyelim orada neredeyse gelenekselleşmiş bir olgu. Bu konudaki önerimiz ikinci projemizde ele alındı. Siz galiba yarışma projesini sorguluyorsunuz. 1998-99 yıllarında düzenlediğimiz revize projede bu sorularınızın yanıtlarını zannederim bulacaksınız.
selene
yerellesme
Mimarlikta yerellik konusunda dusunceleriniz nelerdir?
seleneİslam Teknik Eğitim ve Araştırma Merkezi projenizde, yerellik, imaj ve semboliklik, kurgu ve teknoloji acisindan egilimlerinizi ve yaklasiminizi anlatir misiniz?
Bangledeş kampüsü pek tabi yerel bir olgudur. Ancak bu bazı mahalli mimarlık ögelerinin bir şekilde taklit edilerek aktarılması olmayıp, bölgenin yerel teknolojisi ve sınırlı yapı malzemeleri ile gerçekleştirilmiş bir projedir. Merkezi çevreleyen su ögesi mikroklima yaratma açısından özellikle Moğol yapılarından öğrenilmiş bir karardır.
Modern mimari herhalde teknolojinin olanaklarının yalan söylemeden ve namuslu görsel vurgularla topluma yapısal boyutlarda sunulmasıdır. Ancak, belki de bu idealler zaman zaman çok yüzeysel biçimlerde yobazcasına zorlandı ve postmodernizm gibi bir akıma çanak tuttu.
FLuXuS
...
"...teknolojinin olanaklarının yalan söylemeden ve namuslu görsel
vurgularla topluma yapısal boyutlarda sunulmasıdır."
...teşekkürler Sayın Pamir.
Merhaba hocam benim sorum şöyle
Türkiye'de iyi bir işim var ama aklımda hep Amerika'ya gidip master yapmak
var ve bundan dolayı işime konsantre olamıyorum. Sizce master yapmak, işimi
bırakmama değer mi? Biraz garip oldu ama sizin önerinizi dinlemek isterim.
Bu çok kişisel bir durum. Bu kararın size gelecekte getireceği artı ve eksilerine ancak siz karar verebilirsiniz.
1 numaralı diploma
Doruk Bey,
ODTU'den 1 numaralı diploma ile mezun olmak size bir misyon yükledi mi?
Mimar olarak ve akademisyen olarak pek çok konuda alışılmışlığa karşı
direnmeniz için ODTU'nün 1 numaralı diploması mı size güç verdi?
Saygılarımla
Bir numaralı diploma sadece hoş bir anı, özel bir misyon yüklediğini zannetmiyorum. Alışılmışlığa karşı varsa bazı direnmelerimde mutlaka ODTÜ’nün ve ondan sonraki okulların büyük etkisi olmuştur.
daire
Doruk Bey,
hemen hemen tüm projelerinizde görebileceğimiz "daire" formunun
kullanışı çok ilgimi çekiyor. Acaba "daire" sizin için tasarımlarınıza
attığınız bir imza mı?
Daire, kare, dikdörtgen, üçgen gibi temel geometrik biçimlerden biri ve uygun düştüğü yerlerde kullandığımız ve projelerimizde belki sıkça tekrarladığımız bir öge, yoksa bir imza filan değil.
mrb doruk bey
ben 3 aysonra mimarlık unvanı alacak bir öğrenciyim.
Krizlerin olduğu ve hep işsizlik seslerinin yükseldiği bir dönemde bu mesleği
elime almak üzereyim.Ben açıkçası bu meslekten türkiye ortamında
umutsuzum.Çok severek ve istiyerek yapıyorum projelerimi.Ama bu belirsizlik ve
mesleğe güvensizlik beni korkutuyor.
Sizce bundan sonra mimarlık mesleğinin Türkiye'deki iş sahası nasıl olur?
Mimarlığı çok severek ve isteyerek yapıyorsanız zaman zaman ortaya çıkan ve bizlerin dışında olan belirsizliklerden yılmamak lazım. Mimarlığın Türkiye’deki iş sahasını Türkiye’nin gelecekteki ekonomik dinamikleri yönlendirecektir. Bu dinamiklerin ne olacağını hiç olmazsa ben kestiremiyorum.
iyi çalismalar,vaktiniz icin tesekkürler.
kendimi.bir mimarlik ögrencisi olarak Türkiye'de bulunmakta sanss1z
hissediyorum.ve yeni mezun biri olarak o hirs ve istegi malesef icimde göremiyorum..
bii anlamda da cogu insanin dili olarak size bir soru sormak istiyorum..
ne yapmali?
Şayet hırs ve istek kaybı geçici bir ruh hali değilse belki tasarım dışı bazı mimarlık alanlarına kaymanızı önerebilirim.
İŞ Kolu Olarak Mİmarlik
SAYIN DORUK PAMİR,
Mimarlık da diğer meslekler gibi bazı amaçlar doğrultusunda belli
beklentiler için yani para kazanmak için yapılan bir iş sonuçta. biz genç
mimarlara örnek olması için kendi başınıza aldığınız ilk işi nasıl
aldınız ve devamını nasıl getirdiniz? kısaca anlatır mısınız?
Kendi başımıza aldığımız ilk iş Kemal Güngör Aran ile katıldığımız
Mersin Sahil Şeridi düzenleme yarışmasıydı.
Bina olarak ilk yaptığımız iş Burdur Ziraat Bankası binası idi. O yıllarda
çok sayıdaki banka yapıları mimarlara doğrudan verilmişti.