reklam

Yazılarından
Diyalog 2003 > Günkut Akın

Tarih: 16 Aralık 2003
Yer: Arkitera Forum

 

Felsefe Mimarın Ne İşine Yarar?
Mimarlık ve Felsefe Sempozyumu
12-13 Aralık 2000, İTÜ, Taşkışla, 109

GİRİŞ:
Bildiri metni "deneyim" kavramı çevresinde kurulmuştur. Bu konunun ardında
Türkiye mimarlığında bilginin yaşamla ilişkisinde bir sorun bulunduğunu düşündüren gözlemler vardır. Yaşamın içindeki deneyim bilgiye dönüşememekte, bilgi yaşamla sınanmamakta, yaşam tarafından doğrulanmasa da varlığını sürdürmektedir. Deneyimin önemsenmemesi, becerilememesi, belki de istenmemesi, Türkiye'de mimarlığa ilişkin sorunun tanısında önem taşıması gereken bulgulardır. Başka bir yazıda "deneyim tutukluğu" adını verdiğim bu çok karmaşık olgunun bir türü aşağıdaki metinde "deneyim fobisi" olarak nitelenmiştir.

Norberg-Schultz'un "Genius Loci" adlı kitabıyla tanışalı 20 yıl oldu. Adı üstünde, yerin ruhundan, yani mekanın kimliğinden söz eden bu kitabın yer aldığı kaynakçalara bakılırsa, Türkiye'de mimarlık kuramıyla ilgilenenler arasında onu okumayan kalmadı. Sonra Amerika üzerinden gelen Heidegger'in yazıları da dahil olmak üzere, aynı konudaki pek çok şey okundu. Çeviriler yapıldı, makaleler, tezler yazıldı, sempozyumlar, paneller düzenlendi, doktora giriş sınavı soruları soruldu. Ancak aynı süre içinde "yer" ayakların altından kayıp gitti. Kuramsal söylemlerdeki yer kavramının, aslında ayaklarımızı bastığımız yerden söz ettiği hiç düşünülmediği için, yerin yitişini kimse farketmedi. Şimdi yer yok ama onun üzerine söylem tüm canlılığı ile sürüyor. Artık Taksim Parkı yok, Maçka vadisi yok, Taşkışla avlusu yok, içinde yer ve kimlik üzerine sayısız bilimsel görüşün dile getirildiği 109 numaralı salon yok olma sürecinde. Mimarlık öğrencileri için bir yarıyıllık ders barındıran bu mekan deneyimlenebilse, madde ötesi uzamda salınan birer düzlem olan akustik levhalarına vitrin ışıkları takılır ve bunca yıl kimseyi rahatsız etmeden orada kalır mıydı?

Aşağıdaki bildiride 2000 yılı Kasım ayındaki borsa krizinden izler vardır. Çünkü onun kavramsal kurgusu tasarlanmaya başladığında sözkonusu kriz patlak verdi. Tüm gazete manşetlerinde ve televizyon haberlerinde bundan başka konu kalmadı. Milyar dolarlar gitti, milyar dolarlar geldi. Anlaşılan bu çok önemli bir olaydı. Ancak, borsada parası olmayan, diyelim yüzde doksansekiz, bunu hiç deneyimleyemedi. Tıpkı orada parası olan yüzde ikinin geriye kalanların yaşamını deneyimleyemediği gibi. Bu çok taze gözlemler, deneyimin dolayımsızlığından uzaklaştıran modern sürecin aslında kapitalizme ait olduğunu bir kez daha hatırlattı ve bildiride modernitenin kapitalizmle olan koşutluğuna değinilmesine yol açtı. Bu değinme, yukarıda mimarlık alanından verilen örnekte somutlaştırılmaya çalışılan deneyim tutukluğuna ilişkin olgunun karmaşık nedenlerine doğru bir yönelmedir sadece.

BİLDİRİ:
Bildirinin ironik bir başlığı var. Çünkü yarar ve felsefe kolay kolay yan yana gelecek kavramlar değil. Ama pragmatizmin bu kadar belirleyici olduğu bir dünyada, belki de mimarların felsefeye olan ilgisinden kuşkulanmak gerekir. Eğer bu kuşku haklıysa şu söylenmeli: Yararcı ve pragmatik bakış açısı, insanlar arasındaki ilişkilerde olduğu gibi, insan bilimlerindeki disiplinlerin arasındaki ilişkilerde de kendisiyle çelişen bir sonuç üretir. Çıkar beklentisi ne kadar dolayımsız ve ne kadar kısa erimliyse, elde edilecek yarar da o kadar az olur. Hatta bu tür bir ilişkiden zararlı bile çıkılabilir.

Mimarlığın evinde tamirat gerekiyor. Bu nedenle mimarlar felsefenin araç kutusunu istiyor. Kavramlar felsefecinin araçlarıdır. Tıpkı mimarın biçimleri gibi. Mimar kendi araçlarını kullanmayı unuttuğu için, felsefenin kapısına gitti. Oysa bu yabancı araçları kullanmak onu zorluyor. Felsefenin kullanım kılavuzunu okurken evi başına yıkılacak. Zaten bu tür araçları kullanmak salt kuramsal bilgiyle olmaz, deneyim ister. Çünkü kavram da biçim de binlerce yıllık deneyimlerin sonucu. Yani yaşamın içinde doğrudan edinilen bilginin. Gerçi araçlar zamanla değişir, yenilenir. Ama değişmeyen şey onların deneyimle olan ilişkisidir.

Her ne kadar kavram, gerçekliğin deneyiminden yola çıksa da sonuçta vardığı noktada soyut bir niteliğe sahip olur. Kaldı ki zaten felsefe soyutluğunun meşruluğunu kültürün neredeyse doğal denilebilecek bir izleğinde bulur. Yani dilde. İnsanın nesnelerle ilişkisi dolaylıdır. Dil gerçekliğin yerine geçer ve onunla olan dolayımsız bağı koparır. Bu temsiller sistemini bir örnekle açıklamak için, şu anda içinde bulunulan salonun resmine bakalım. Bu resmi gördüğümüzde salon hakkında bir bilgiye sahip oluyoruz. Daha önce bu salonu görmüşsek, resmi zihnimizdeki imgeyle tamamlamaya çalışıyoruz. Onu iki boyutluluktan üç boyutluluğa doğru genişletmek zorunda hissediyoruz kendimizi. Ama ne yaparsak yapalım, şu anda burada, bedenimizle içinde bulunduğumuz sarmalanma duygusuna ulaşmamız mümkün değil. Resim salonu temsil ediyor ve onunla aramıza bir uzaklık koyuyor.

Soyutlama süreci burada bitmiyor. Bir adım daha atıp resmin yerine bir ad koyuyoruz. Bu salona 109 diyoruz. Bu adı duyduğumuzda veya yazılı olarak gördüğümüzde, yine eğer önceden bu salonu tanıyorsak, zihnimizde onun imgesi canlanıyor. Ama bize yardımcı olacak resim olmadığı için uzaklık daha da artıyor. Bir sonraki aşamada mekana ve sonra mekansallığa varıyoruz. Bu somut mekan böylece artık bir kavrama dönüşmüştür. Boşluğun mekanından yazının mekanına, katlanan mekandan akışkan mekana falan doğru yola çıkılabilir artık. Sonsuz bir ufuk. Ama aynı zamanda çok büyük bir uzaklık.

Oysa insanların mimardan istediği sadece bedeni sarmalayacak bir mekan. Ancak mimarlar felsefe yapıyor. Hatta mekanı ve biçimi aşağılıyor. Onları tasarlamanın mimarın görevi olmadığını söyleyen Eisenman büyülüyor bizi 1. Ama bir 109 daha inşa edemiyoruz. Mimarın yapmaktan kendini geri çektiği biçimi başkaları yapıyor. Kentsel mekan tükeniyor. Çünkü sonuçta elbette boşluk doldurulur.

Nasıl oluyor da ufkumuzu açması gereken felsefe onu daraltıyor? Bunun yanıtı çok basit. Çünkü yalnız felsefe yapmak yetmiyor. Onun yanında deneyimlemek de gerek. Biz kendi araçlarımızı kullanmayı unuttuğumuz gibi, deneyimlemeyi de unuttuk. Felsefe kavramlarını deneyimleyerek üretiyor. Biz ise onun kavramlarını alıp deneyimini bırakıyoruz. Belki de zaten kimi kavramlara ilişkin deneyimin maddi koşulları yok bulunduğumuz yerde.

Kaldı ki mekan kavramdan çok deneyime yakındır. 109'u ne kadar betimlersek betimleyelim, onu sözcüklerle tüketemeyiz. Buradan yola çıkarak mekanın dilin öncesinde konumlandığı söylenebilir. Yani o, dilin yetersiz kaldığı her alanda olduğu gibi tekinsizdir, açıklanamayan "öteki"dir. Bu nedenle mekan, kavramdan çok bireyin bilinçaltındaki ötekiyle bağlantı kurmaya eğilimlidir; dilin dışsallığını aştığı için herhangi bir sözel metinden çok daha derinlere ulaştırır etkisini. Mekanın içinde dolaşan beden bütünlüğünü duyumsar. Çünkü bilinci ve bilinçaltıyla dolayımsızca sarmalanır. Öznenin mimardan talep ettiği de bu yoğun deneyimden başka birşey değildir.

Artık burada durup, sürekli önümüze çıkan "deneyim" kavramını biraz açmanın zamanı geldi. Çünkü o birbirinden oldukça farklı üç anlama gönderme yapıyor. Bir kere deneyim, doğa bilimlerinin "deney" kavramıyla karışabiliyor. Zaten o, Antikiteden geçen yüzyıl dönümüne kadar, yalnızca tümevarımın ampirik gözlemlerine ilişkin bir kavram olarak gelmiş. Deneyimin bunun dışındaki iki anlamı ise, felsefe ve mimarlığın içinde beraberce yer aldıkları insan bilimlerinin kapsamında bulunuyor. Buradaki iki anlam birbiriyle ilişkili, ama özünde çok farklı.

İnsan bilimlerindeki deneyim kavramının anlamlarından birisi bir tür ustalığı imliyor. Yani kerpeteni, keseri kullana kullana zaman içinde edinilen beceriyi. Artık gözü kapalı da olsa ustanın çivi çakarken parmağına vurmamasını. Oysa diğer deneyim, parmağa vurma anında çırağın edindiği bilgidir. Bu metaforik modele göre birinci deneyim kapanmış, durağan bir durumu anlatır, ikincisi ise bir süreci, yaşamın içinde gerçeklikle kurulan dolayımsız bir ilişkiyi, yeni deneyimlere ve öğrenmeye açıklığı. Peki ama parmağına vura vura, deneyimleri biriktire biriktire, "deneyimli" niteliğini kazanmış olan usta ne olacak? O artık hiç öğrenmeyecek mi? Hermenötik anlayışın temsilcisi H.-G. Gadamer'e göre tam tersine, "deneyimli olan, bu kadar çok deneyim yaptığı ve deneyimlerden öğrendiği için, yeniden deneyimlemeye ve deneyimlerden öğrenmeye tam da uygun hale gelir 2. O artık "dogmasızdır". Çünkü "deneyim kendini deneyimle özgürleştirir".

Bu noktada "deneyim hala mümkün müdür?" sorusu sorulmalı. Sonsuzluk isteyen deneyimin "hazzı" ile, modern yaşamın -yani kapitalizmin- hızı çelişmektedir. Bu nedenle modern dünyada deneyim savurganlıktır. Ancak soru salt felsefi alana oturtulduğunda, deneyimin hala mümkün olup olmadığına ilişkin soru "öznenin hala mümkün olup olmadığına" ilişkin sorunun bir türevi gibi görünür ilk bakışta. Çünkü deneyim kişiseldir. Kimse kimsenin yerine deneyimleyemez. Usta istediği kadar nasihat etsin, çırak parmağına vurmadan öğrenemez.

Ardyapısalcı felsefe hermenötik yaklaşımın ulaştığı noktayı görmezden gelerek ortaya koyduğu özne eleştirisinde, ustanın otoritesine savaş açtı. Ancak sonuçta olan çırağa oldu. Öznenin pervasızlığını yok etmek isteyen sözkonusu felsefe, ne varlığın zamanın içinde oluşundan gelen çaresizliğini aşmak için kurduğu oyunun -yani kültürün- kırılganlığını farketti, ne de tüm deneyim bağlarını kopararak ilerleyen kapitalizmin özneyi araçsallaştırmasını yeterince dikkate aldı. Eskiden hermenötik yaklaşımın içerdiği eleştirel bağlamlardan nasibini almamış özne kimi kez nesnesini örtüyordu. Şimdi ise nesne özneyi boğuyor. Artık deneyim yok tüketim var. Öznenin bıraktığı boşluğa küresel sermaye oturdu ve ardyapısalcı felsefe ödüllendirildi. Düşüncenin başlangıcından beri dil ile varlığın karşıtlığı arasındaki diyalogla sürdürülen felsefe, şimdi tek kutuplu. Tıpkı politik konjonktür gibi. Artık ne hermenötik var, ne de onun deneyimi. Yalnızca ardyapısalcı felsefe konuşuyor.

Ardyapısalcı felsefeyi mimarların gündemine taşıyan, dekonstrüksiyon denilen paradigmadır. Daha doğrusu burada dekonstrüktivist mimarlığın asıl temsilcisi olan P.Eisenman'dan söz etmek gerekiyor. Tarihte felsefe hiç bir zaman onun tasarımlarındaki kadar yoğun ve açık olarak mimarlığın göndermeler çerçevesini belirlememişti. Ne var ki, Eisenman'ın ürünlerinin büyük bir bölümü mimarlıktan çok, 1960'ların ortasından beri varlığını sürdüren "kavramsal sanat"a yakın. Ancak onunla arasında yine de bir fark var. Sözkonusu sanat anlayışının özelliği, kavramı sanatçının kişisel deneyiminden yola çıkarak ifade etmektir. Oysa yazılarında akılmerkezlilik eleştirisi önemli yer tutmasına karşın, Eisenman'ın yapıtları, salt akılla kavranması gereken didaktik nesneler. Yani bir tür kavram illüstrasyonu. Onun deneyime uzaklığı kentsel belleği yalnızca plan röperleriyle temsil etme anlayışında daha da belirginleşir 3. Kentin tarihi iki boyutlu bir izdüşüme indirgendiğinde nihayet onun mekanı da olmayacaktır. Deneyim fobisi ile mekan fobisi birbirlerinin zorunlu sonuçlarıdır.

Toplumsal ve zihinsel yapıların ötekisizleştirilmiş tek bir modele doğru hızla sürüklendiği bir dünyada dekonstrüksiyonun bu yapıları yerinden oynatmak için değil de, tekinsiz bir öteki olan mekanı yok etmek için kullanılmasının politik bir boyutu vardır. Felsefeci ve mimar işbirliğinin ürünü olan dekonstrüksiyonun müellifleri istese de istemese de bu böyledir. Öyleyse mekansal bütünlük ve onun deneyimi sözkonusu modele karşı direnme araçlarıdır. Bu bağlamda deneyime ilişkin sorunun, özneye ilişkin sorunun bir türevi olduğuna ilişkin yukarıdaki önermenin yeniden gözden geçirilmesinde yarar var. Çünkü daha ayrıntılı bakıldığında bunun tersinin de doğru olduğu söylenebilir. Deneyimi özgürleştiren deneyim öznenin özgürlüğünün de koşuludur. Özne olmadan deneyim, deneyim olmadan özne olmaz ve mekan hem onlara, hem de aralarındaki ilişkiye katkıda bulunur.

Mimarlığın felsefeyle ilişki kurması hala mümkün mü? Eğer felsefe salt dilin içinde gerçekleşen ve deneyimlenemeyecek kadar kısa sürelerde değişen bir kavram oyunu ise ve mimarlık tüm hantallığı ile bu hızlı oyuna ayak uydurmaya çalışan mimetik bir edim ise, bu artık yeni bir durumdur. Belki bu çelişkili beraberlik yine de olmalı. Ancak kimse, bu oyunu deneyimlemesi mümkün olmayan ve hala mekan tarafından sarmalanmayı talep eden toplumun alkışını beklemesin. Onların başı küresel kontrolün atomize eden şiddetiyle yeterince dertte 4. Zaten bu nedenle tekrar bir araya gelebilecekleri bir mekan talep ediyorlar.

Mimarlıkla felsefe arasında sahici bir ilişkinin mümkün olduğu tek düzlem deneyiminki. Yani kişisel ve raslantısal olan, dilin dışında olduğu için salt olgucu bakışa tuhaf ve belirsiz görünen düzlem; kontrol edilemeyen ve bu nedenle küresel kontrola da direnme potansiyeli taşıyan düzlem. Felsefenin, tarihin ve mimarlığın hala topluma anlam iletebilmesinin ve onun tüketim kitlesinden tekrar sahici bir topluma dönüşebilmesinin tek koşulu. Kendisi tekinsiz olduğu için tüm bu bilimleri de tekinsiz kılan şey. Onları doğa bilimleri ile toplum bilimleri dışında, "insan bilimleri" denilen üçüncü bir kategori olarak bir araya getiren şey. Bu bilimlere gerçek eleştirel konumlarını sağlayan şey.

İnsan bilimlerinin krizi eleştirel potansiyelin bedelidir. Zaten gerek o, gerekse öncüleri olan hümanizma ve geçen yüzyıl başındaki tinsel bilimler, kapitalizmin hoyratlığına açık, kırılgan varlıklarını her zaman toplumsal bir anlaşmaya borçlu olmuşlardır. Şimdi modernitenin toplumsal projesi kesildi. Bu durum özellikle kenardaki ülkelerin eğitim kurumlarına daha çabuk yansıdı. İnsan bilimleri Türkiye üniversitelerine 1980'lerin başında getirilen kurumsal yapıdan dışlandı. Lisansüstü programlarında yalnızca fen bilimlerine ve sosyal bilimlere ilişkin iki enstitü var. İnsan bilimleri yok. Bu durumda mimarlığın seçenekleri zaten belirlenmiş durumda. 80'lerde adımları atılan bu süreç, çok geçmeden mimarlık eğitiminin kurumsal yapısını da parçalayarak sonuçlanacak gibi görünüyor. Bırakın felsefeyi deneyimlemeyi, mimarlık ve onun eğitimi artık kendi bütünlüğünü bile deneyimleyemiyor, sonuna doğru koşarak gidiyor ama bu tükenmeyi de deneyimleyemiyor.

Mimarlıktaki tıkanma toplumsal onay sağlanarak aşılabilir ancak. Siz topluma mekan verin, o size onay versin. Bu olmadığı sürece mimarlar yapay meşruluklar üretmek zorunda; inandırıcı olmayan tükenmiş söylemler. Bildirinin başında bunun için mimarın felsefeye olan ilgisinden kuşkulanmak gerektiği söylendi. Çünkü mimarın felsefeden önceki partönerlerini nasıl kullandığı ortada. Aslında mimar monoloğuna destek arıyor, kim mekan talep ederse ağzını kapatmak için. Ya hiçbir zaman mikro ölçeğe inmeyen bir sosyolojiyle, ya ibret alınması gerektiği vurgulanan bir tarihle veya şimdi de felsefi bilgiçlikle. Hele bu sonuncunun jargonu ödünü patlatıyor insanların.

Toplumsal onaya ilişkin yukarıdaki öneri fazla iyimser ve mimarlara getirilen eleştiri insafsız bulunabilir. Bu onayın ancak büyük bir toplumsal projenin parçası olabileceği ve bunda mimarların sınırlı bir rolü bulunduğu söylenebilir. Toplumsal projelerin zaten çöktüğünü ve artık hiçbir zaman mümkün olmayacağını ileri süren küreselci açıklamalara kadercilikle boyun eğilebilir. Ancak gerçek çözüm zor göründüğü için, en azından bir girişimde bulunmayı sürekli ertelemek, işe yaramayacağı baştan belli arayışlar peşinde sürüklenmek, çıkmaz sokakların birinden çıkıp diğerine girerek oyalanmak daha da anlamsız. Ya bile bile bu oyuna devam edilecek, ya da en azından mümkün olan denenecek. Dünya bu kadar seçeneksiz olmamalı.

Günün birinde mimarın felsefeyle sahici bir ilişki kurması mümkün olursa, bu telaşlı yarar beklentisi ile değil, koşulsuz bir diyaloğun deneyimiyle olacak.
Ancak herşeyden önce mimar mekanla barışmak zorunda. Mimar yeniden mimarlığı deneyimlediğinde ve tarihindeki birçok "yer"de olduğu gibi kendini sürekli yeni deneyimlere açan mekanlar ürettiğinde felsefeyle ilişkisi de nihayet verimli bir düzleme oturacak. Yukarıda deneyimin deneyimle özgürleştiği söylendi. Bu nedenle her disiplin zaten diğerine yönelmek zorunda. Felsefeciler dilin sınırlarını deneyimlemek için mimarın mekanında bedenleriyle dolaşmalı, mimarlar da felsefecinin metinlerinde: örneğin bilgikuramının sahiciliğini felsefenin bütünlüğü içinde deneyimlemek için; felsefeyi kavramlara ulaştıran serüvenin heyecanını duymak için; insan bilimlerinde doğrusal bir sürecin mümkün olmadığını ve yöntem beklentisinin boşuna bir çaba olduğunu farketmek için; yeni bir anlam üretmenin ve okumanın koşullarını sezmek için; tarihle komplekssiz bir ilişkinin yenileyici gücünü kavramak için; "yaratma" denilen şeyin gerçeklikten uzaklaşma olmadığını anlamak için; gerçekliğin salt olgusal olandan çok daha fazla şeyler içerdiğini bilmek için; ve bu yolculuktan geri dönüldüğünde, mimarlık pratiğinin de zaten hep bunları söyleyip durduğunu nihayet işitmek için.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1 P.Eisenman, "The End of the Classical: the End of the Beginning, the End of the End" Perspecta 21, 1984, 155-172.

2 H.G.Gadamer, Hermeneutik I, Wahrheit und Methode, Tübingen: J.C.B.Mohr, 1986, 361-362:
"Deneyimin kendisi hiçbir zaman bilim olamaz. O hem bilmeye, hem de kuramsal veya teknik genellik-bilgisinden gelen ders almaya, hiçbir zaman aşılamayacak bir karşıtlık içinde durur. Deneyimin hakikati her zaman yeni deneyimle bir bağıntı içerir. Bu nedenle deneyimli denilen, yalnızca deneyimler yoluyla böyle olmamıştır, ama deneyimler için açıktır da. Onun deneyiminin tamamlanması, yani 'deneyimli' dediğimizin tamamlanmış varlığı, birinin herşeyi zaten tanıması ve herşeyi zaten daha iyi bilmesi değildir. Tersine, deneyimli olan, bu kadar çok deneyim gerçekleştirdiği ve deneyimlerden öğrendiği için yeniden deneyimlemeye ve deneyimlerden öğrenmeye tam da uygun olduğundan, daha çok köktenci bir dogmasızlıkla ortaya çıkar. Deneyimin diyalektiği tamamlanışını kapatan bir bilgide değil, ama kendini deneyimle özgürleştiren deneyim için açık oluşta elde eder.

Fakat böylece burada sözkonusu olan deneyim kavramı nitelik açısından yeni bir durum içerir. Onun imlediği yalnızca şu veya bu konuda ders almayı sağlayan türden bir deneyim değildir. O deneyimi bütün olarak imler. Bu her zaman kendi başına elde edilmesi gereken ve kimsenin sakınılamayacağı türden bir deneyimdir. Buradaki deneyim insanın tarihsel özüne ilişkin bir şeydir. Bu özün, ana babanın çocuklar için gösterdikleri, birini belirli deneyimlerden sakınma türünden bir eğitsel himaye açısından, ancak çok sınırlı bir amaç olabileceği bir yana; deneyimin bir bütün olması, zaten ondan herhangi birinin kendini sakınabileceği bir şey de değildir. Bu anlamda deneyimin zorunlu koşulu, beklentilerle ilgili çok sayıda düş kırıklığıdır ve deneyim yalnızca bu yolla elde edilir".

3 P.Eisenman, J.Robertson, "The City of Artificial Excavation: Koch-Friedrichstrasse, Block 5" Architectural Design 53,1/2 1983, 91-93; P.Eisenman, "Three Texts for Venice" Domus 611, Nov.1980, 9-11.

4 F.Jameson, "Küreselleşme ve Politik Strateji" Birikim 139, Kasım 2000, 39-50.

Günkut Akın

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz