Haydar Bey,
Reklamevi binası işi size bugün aynı program ve arsa ile gelseydi aynı bina
çıkar mıydı? Neler değişirdi bugün aynı binayı tasarlasaydınız?
Teşekkürler
Sıkça sorulan bu tür soruların
arkasında şöyle bir düşünce olsa gerek:
Sen değişiyor musun?
Soruyla kastedilen, önemli bir olguyu gözardı ediyor:
Herşey değişiyor. Koşullar değişiyor. Dünya değişiyor.
Talepler, zamanlar, toplum, bireyler, teknoloji, malzemeler…
Ben de değişiyorum. Onun için bu çağda usluptan bahsetmek zorlaşıyor. Çağımızda
ancak çağdaş olunabilir, veya çağdaş davranılabilir.
Soruyu başka türlü soralım:
Eleştiri? Olumlama, olumsuzlama değil, koşulları içinde değerlendirme.
O yapı tasarlanırken burada, batıda, doğuda ne vardı? Neden sözediliyordu
dünyada…
Böyle bakınca, öncü ve erken bir tasarım.
Diğer yandan bir “ilk bina”, “ilk filim” gibi fazla heyecanlı, fazla
keyifli, geveze filan.
İşte böyle, eleştiri, özeleştiri sarmalı ile de gelişebiliriz
Sizin Türkiye'deki mimarlık
ortamı ile ilgili yoğun bir düşünce üretiminiz var. Arkitera üyelerinin
belirlediği adaylar arasından yapılan ankette de mimarlar en çok sizi
Mimarlar Odası Başkanı olarak görmek istiyorlar.
Bu buluşma vesilesi ile bize hayalinizdeki Türkiye Mimarlar Odası'nın
profilini çizebilir misiniz? Mimarlar Odası Başkanı olsaydınız ilk yapacağınız
faaliyetler neler olurdu?
Şu Mimarlar Odası (Başkanlığı)
işini genişçe bir konuşalım:
Doğrusu, beni de şaşırtan bir gelişme oldu bu sizin anketinizin sonucu. Söze,
bize sevgi ve güvenlerini belirtenlere teşekkür ederek başlayayım (politika
böyle gerektirir ya!). Şaka bir yana; benim açımdan esas sevindirici olan şu:
Yazdıklarım okunup konuşmalarım dinleniyor, sessiz de olsa olumlu tepki alıyor,
çabalarım boşa gitmiyor demek ki.
Böyle bir gelişme sonrasında, kısıtlı bir çevrenin (arkitera’nın katılımcı
profilini az çok tahmin edebiliyorum) gözünde de olsa; neyi temsil edebildiğimi
kendime sordum.
Darmadağınık gelişen, oldukça umutsuz; ama durumu, olguları sürekli
sorgulayan genç insanların karşısında yani. Açıklama şu olsa gerek:
Etrafta bolca uçuşan pırıltılı “işler”, büyük işler, işbitiriciler,
benim deyişimle “faili meçhuller”, büyük “söz”ler, sonradan doğrulamalar,
eğretilemeler, büyük iddialardan çok; hala bir tür etik, bir tür konumunu
koruma, toplumsal ve mesleki anlamda entellektüel bir sorumluluk alma ve buna göre
davranma (hem iş hem söz düzleminde) demek ki hala geçerli olabiliyor.
Yani, “gençler” sorguluyor, yutmuyor, bekliyor (zaten burada sorguya çektiğiniz
herkese, “mimarlar odası başkanı olsan ne yapardın” diyerek belirli bir
arayış içinde olunduğunu gösterdiniz)
Bu sorgulma ve arayış beni sevindirdi.
Şimdi, esas kritik konuya gelelim.
Mimarlar Odası Yönetimi, beklentilerimiz vb.
Bilebildiğimiz kadarıyla, bugün Türkiye’de, 35000 mimar var (artı, 9000
öğrenci).
Bunların bir bölümü, mimarlık dünyasından kopmuş, mesleği dışındaki
işlerde çalışıyor. Mimarlık yapmak isteyenlerin büyükçe bir bölümü
ise işsiz. Bunları biliyoruz. Ama, bu arada, mimarlığın asal meseleleri üzerine
kafa yoran kaç kişi var, bunu bilemiyoruz.
Belki, bir dönemde, Türkiye’de yalnızca, 200-300 mimar varken mimarlığın
politikası, reel alanı, iş sorunları, öğrenci sorunları, öğretim alanı
birbirinden bu denli ayrışmamıştı. Bu çok önemli ve açıklayıcı: O dönemde,
aynı (mutlu?) kişi hem yapı yapıyor, hem ders veriyor hem de mimarlar odasının
yönetiminde yer alabiliyordu. Oda kurucularının da bu tipolojiye uyduklarını
biliyoruz.
Şimdi, son dönemde diyelim, mimarlığın faaliyet alanlarında, ciddi bir
kopuş, hatta bir ayrışma, bir yabancılaşma var.
Mimarlar Odası yöneticileri, günümüzde, kendilerinin de zaman zaman ifade
etmekten kaçınmadıkları gibi, “sessiz çoğunluğun” temsilcisi olmayı
tercih ediyor, politikalarını bunun üzerine kuruyor. Böylece iktidar,
paradoksal olarak “iktidarsızlık” üzerine çeşitlemeler yapıyor. Bunun
sıkıntısını çekenler, eleştirenler de olabilir. Kanımca, durumu eleştirenler,
yıpratıcı olmak yerine daha katılımcı, çözüm üretici tavırlar almalı.
İşin başka bir tarafı da şu:
Zaten çok önemli gelişmelerin olduğu bir dönemdeyiz. Bu güne kadar uğraşmayı
“zül” gördüğümüz konular başımıza büyük işler açabilir.
Örneğin, Rekabet Kurulu, her an “mimarlıkta asgari ücret tarifesini”
iptal edebilir, “emeğin serbest dolaşımı” uluslararası anlaşmaları
veya yeni ihale yasası sonucunda dayanılmaz bir uluslararası rekabetle karşı
karşıya kalabiliriz.
Belki, Ulusal Mimarlar Odası’nın -meşruiyeti hiç ortadan kalkmaz ama- alışık
olduğumuz hareket alanı çok daralabilir, başkalaşabilir.
Mimarlar Odası, bu bağlamda, kendisini hızla yenilemek çağdaşlaşmak
zorunda.
Aslında, Oda’nın kendi politikaları doğrultusunda ne kadar çalışkan
olduğunu görmek için Odanın faaliyet raporlarına bakmak yeterli (sanal değil
de gerçek seçimler nedeniyle, faaliyet raporu, şu anda mimarist.org internet
sitesinde yayında). Ama yapılanlar, hızla değişen koşullarımıza, ne
denli uygun, veya yeterli mi bu tartışılabilir.
Eğer Mimarlar Odası, kuruluşu, yapısı itibariyle bazı işlevleri yerine
getiremez veya yeni gelişmelere ayak uyduramaz ise, ortaya çıkabilecek “boşluğu”
başka örgütlenmeler kesinlikle dolduracaktır.
Örneğin, TÜSİAD, TO gibi yapılanmalar oluşabilir.
Mimarlar Odası bağlamında yapılabilecek en doğru şey ise, kavrayışlarımız,
duruşlarımız yandaş da olsa, farklı da olsa, tüm bu sorunların gündeme
taşınması ve tartışılması için çaba harcamak, zaman ayırmak, katılmaktır.
Davet edilseniz de edilmeseniz de sorunlarınızı, beklentilerinizi o platforma
taşımaktır.
Türkiye'de mimarların müşterilerini oluşturan orta ve üst sınıfın eğilimlerini sizce neler belirliyor? Mimarların bu kesime kendilerini kabul ettirerek eski saygınlıklarını kazanmaları, sözlerinin dinlenmesini sağlamaları sizce hangi yöntemlerle olabilir?
Müşteri denen kişi, eğer,
kararlı biçimde bize geliyorsa, bizim sözümüzü dinler.
Dinlememeye kalkışırsa bazı yöntemlerimiz var:
Beni dinlemeyeceksen, bunca parayı bana neden veriyorsun diyebileceğimiz bir bütçemiz
olmalı.
Veya ne bileyim, sen doktora gidince de böyle her işine karışıyor musun?
diye sormak iyi bir yöntem olabilir …
Projelerin başına gelen kötü şeyler, genellikle, kötü, eksik anlaşmalardan
kaynaklanıyor. Bir de mimarın, eksik ödeme, işine küsme benzeri nedenler
ile yapıyı sonuna dek takip etmemesinden, edememesinden.
Önemli olan işveren ile doğrudan, açık, dürüst bir iletişim kurabilmek.
Ev işlerinde işverene daha yakın durmak gerekiyor. Onun yaşama hakkına saygı
duymak gibi.
Daha çok kamuya ait mekan tasarımlarında direnmek doğru oluyor.
Esas sorun şu:
Bunlar, çok zahmetli işler. Kısa vadede havlu atıp, lanet okumamak için,
Maddi ve manevi olarak tatmin olmak, direnmek yada işini çok sevmak gerekli.
Kendi mesleki saygınlığımızı, kendi duruşumuz ile kazanırız diyelim.
Bence beğenilerimiz değil, bilgimiz daha üstün olmalı.
KÜRESELLEŞME
SN.Haydar KARABEY,
Sizin çalışmalarınızı izleme fırsatı yaratamadığım için üzgünüm.Belki
Anadolu da olmak ve yaşam mücadelesi bizi meslektaşlarımızın çalışmalarını
dergilerden izleme fırsatı veriyor.İyi ki internet var diyoruz . Size birkaç
sorum olacak:
1-mesleğe ilk başladığınız dönemlerde ki vizyonunuz ile şimdi ki
vizyonunuz arasında bir fark var mı?2-Daha önceki çalışmalarınızı sanki
başkası yapmış gibi eleştirip över misiniz?Keşke hiç yapmasaydım dediğiniz
çalışmanız oluyor mu?3- Küreselleşmeye doğru giden dünyamızda Türkiye'de
bulunan meslektaşlarınız (ESKİ-YENİ) için ne gibi yenilik ve önerilerde
bulunurdunuz?
Sorularıma içtenlikle vereceğiniz yanıtlar için simdiden teşekkürler ve
çalışmalarınızda başarılar dileğiyle...
Sevgi ve saygılarımla..
Mimar
güzeyde kaçar
Denizli
Önce, on yıl akademisyenlik
yaşamımda, sayın hocalar, doğru düzgün mimarlık yaşamımız olmasına
izin vermedikleri (şimdi öyle değildir umarım!) için pek bir şey yapamadım.
Dolayısıyla ilk işlerimde “vizyon”um epeyce gelişmişti diyebilirim. Ayırıcı
özelliğim, epeyce emek yoğun çalışmam, yani bu bürodan çıkan her noktanın
üzerinde parmağım var. vizyon değişimi değil de evrimi konusunda bakınız
önceki yanıtlar. Özeleştiri konusunda da.
Sizce bir mimarın keşke hiç yapmasaydım diyebileceği kadar çok günahı
olabiliyor mu?
En günahkarlar bile kendilerini nasıl (post)rasyonalize ediyor görüyorsunuz.
Küreselleşme karşısındaki konumumuz daha ciddi bir durum:
Soyut tartışmaları başkalarına bırakıp, sizlere hiç iyi olmayan haberler
vereyim:
Türkiye’nin de 1995’de imzaladığı bir anlaşmaya göre (emeğin serbest
dolaşımı) 2005’den itibaren, tüm Anlaşmalı ülkelerin mimar, mühendis,
ve müteahhit ekipleri burada kendi kurallarıyla işyeri açıp çalışabilecekler.
AB uyum süreci de bu durumu, AB ülkeleri ile de (2003’den itibaren) zorunlu
kılıyor.
Bunu da kabul etmişiz.
Bizim bu anlaşmalara, bazı başka ülkelerin yaptığı gibi kısa, orta uzun
vadeler için hiç bir çekince koymamış olduğumuzu biliyoruz. Ayrıca, bu tür
anlaşmalarda olan karşılıklılık (mütekabiliyet) esasını da gözetmemiş,
istememişiz.
Sonuç mu? Ne bileyim?
Derhal iki yabancı dil öğrenin, kendinize yabancı ortaklar bulun, büronuzda
AB standartlarını uygulamaya koyun, uluslararası hukuk ve maliyeden anlayan
danışmanlar tutun!
sefer
memişoğlu
Merhaba Haydar Bey,
Modern mimarlığın aksayan yönleri nelerdir, tepkiler nereden kaynaklanır?
Sorunlara nasıl bir mimari yaklaşımla çözüm geliştirilebilir?
2- Sizi mimarlığa bağlayan ve mimarlığın ardında yatan şey nedir;özgün
bir mimarlık anlayışı, sektörde ne gibi çıkmazlarla karşı karşıyadır?
Teşekkürederim.
Modern
mimarlığın sorunları değil de, “modern zamanlarda mimarlığın sorunları”
hakkında bir şeyler söyleyebilirim.
Hatta bu konuda bile çok şey anlatacak kadar yetkili saymam kendimi.
Gene de bir yöntem önereyim:
Öncelikle, modern zamanlarda neler olup bittiğine bakmak ve buna bağlı
olarak mimari tavır alışları incelemek gerekir.
Bu bağlamda;
Kentleşme, sanayileşme, küresel dengesizlikler, sermaye ve insan
hareketlerinde hızlanma, kırsallığın (ya da kırsallıktan yeni kopuşun) göçebe/geçici
davranışları ile, metropolitenliğin hızla kazanmak için acımasızca tüketme
davranışları, çevre sorunları, bilgi akışkanlığı, teknoloji ve malzeme
çeşitliliği, bireyselleşme, uzmanlaşma…
İlk aklıma gelenler.
Ayrıca, kalabalıklaşma olgusu göz önüne alındığında; mimarlara ve
mimarlığa “ulaşılabilirlik”in de önem kazandığını düşünüyorum.
Yukarıdaki olgulardan her birinin karşısındaki mimari tavır alışlar
irdelenmeli.
Örneğin, son dönemlerde, ben, mekan savurganlığının önemli bir sorun
olduğunu görüyorum. Daha önce de söylemiştim: Türkler, son yirmi yılda,
Anadolu’da önceki beşbin yılda yapılmış olduğundan daha çok yapı yaptılar.
Bakınız, Sultanbeyli! bakınız, Bodrum!
Çevre bilinçli, işlevsel ve malzeme kullanışı açısından dönüştürebilir,
sökülebilir, esnek ve kompakt yapılar yapmanın doğru olduğunu düşünürüm.
Bir gün, bu ilkelere uygun bir “boşyapı” yapmak isterim.
Sorunun diğer bölümü için kısa bir yanıt:
Fazla özgün olmaya çalışmak, beraberinde ciddi bir “iktidar” sorunu ve
dolayısıyla bunalımı da getiriyor. Ruh sağlığımızı koruyalım.
Mimarlık da eninde sonunda, dünyanın en önemli işi değil!
...?
...sizce, bugün Türkiye
mimarlığında yaşanan "Görüntü Avcılığı" basit anlamıyla,
`taklit` midir?
Yoksa... “tutmuş şarkıların `cover`larını çalmak” biçiminde anlaşılabilecek
bir..."aidiyet otlakçılığı" mıdır?
Sorunun içeriği, satır
araları, sunumu “hınzırca”!
Konu, Arredamento, şubat 2002’de genişçe ele alındı.
Görüşlerinizi oraya yazsanıza.
Doğrusu, taklit meselesinin, bugün mimarlığın en önemli sorunu olduğunu düşünmüyorum.
Star taklidi yapmak veya, starları taklit etmek, “iş” kapmanın ve “iş”
yapmanın iyi ve ucuz bir yolu bu.
Bu konuda, size bir iyi bir de kötü haberim var:
Kötü haber: burada çok iyi satan bu tavır, asıl’lar buraya gelinceye
kadar devam edecek.
İyi haber: asıl’ları buraya gelince, o “büyük” asıllar, elbette
“aidiyet ortakçılarıyla” ortaklık kurmayacaklar!
Arif
Özden
sevgili Haydar Karabey
Türkiye'de kurumsal kimlik çalışmalarını, kurallarıyla ve belli bir bilinçle
ilk kez gerçekleştiren bir mimar olarak, disiplinler arası ilişkinin ( işbirliğinin
) tasarım sürecindeki rollerini açıklarmısınız.
***sanırım söyleyeceklerin bu konular ile ilgilenen genç arkadaşlara
rehberlik edecektir.
ikinci sorum ''Marmaris Kültür Merkezi '' mimari proje yarışması ile
ilgili. Bu proje benim için çok değerli. Mimarca bir tavır, bir sanatçı
duyarlılığı ve nedenlerle açıklanabilecek bir proje. '' Keşke gerçekleşmiş
olsaydı '' Bu projenin hikayesini, arkasındaki fikri bizlerle paylaşırmısınız.
sevgilerimle
Arif Özden
1. Türkiye’de çağdaş
anlamda kurum kimliği çalışmalarının belki on yıllık bir geçmişi var.
Bu konuda kaynak, birikim ve deneyim henüz az olmakla birlikte giderek artan
bir bilinçle, kurumlar kimliklerini yeniden düzenleme, düzene koyma veya daha
iyi yansıtma doğrultusunda çabalar gösteriyorlar.
İlginç bir biçimde, bu konuda, başka uzmanlıklar devreye giremeden, iş
mimarlara geldi.
Biz de bu işe girişirken, ciddiye aldık, araştırdık.
Olayın, basit bir amblem ve dekorasyon işi olmadığını anladık.
Bu konuda bayağı ağır (bir tez başlangıcı ağırlığında) malzemeyi de
herkesle paylaşmak için yayınladık. “Kurum Kimliği- Dosya”, Arredamento
Mimarlık, 2000-12,
Bizim kimlik çalışmalarımız, on yıllık ortak bir deneyimin ürünü.
Bu çalışmaların birçoğu Bülent Erkmen (BEK Tasarım/Grafik) ve ÖzdenTasarım
(endüstri tasarımı) işbirliği ile yapılmıştır.
Kurum kimliğini, burada bir kez daha tanımlayayım :
“Kendini, hedeflerini tanımlamış çağdaş bir kurum-işletme-örgütlenme-şirket
üzerine kurgulanan, yalnızca o kurumdan ve verilerinden kaynaklanan, kurmaca
ve yanıltıcı olmayan, kendini sürekli yeniden üretmesiyle kurumu da
etkileyen, kurumun ayırıcı özelliklerini yansıtan temel işaretleri
kapsayan, değişmez, kararlı, sürdürülebilir kimlik göstergeleri
sistemi”.
Bu anlamda, bir kimlik ile kurum birbirini karşılıklı ve sürekli olarak
etkiler.
Başlangıçta; kurumun kendisinden kaynaklanan kimliğin sürekliliği, sonuçta
kurumsal ve bireysel davranışları da etkiler.
Kurum kimliği, dekorasyon, imaj mühendisliği ya da kurmaca değildir. Ürünü
değil kurumu tanımlar. Zaman sürecinde farklı uygulama alanlarında, kimlik
oluşturucu ögelerin uygulanma-üretilme mantıklarını da içerir. Sürdürülebilir
bir kimlik sistemi oluşturmak için kurum kimliği; tüm çağdaş iletişim ve
göstergebilim yöntemlerini, sosyopsikolojik hafızayı kullanır, mimarlık ve
iç mimarlık öğelerinin ve dilinin de grafik tasarım gibi bir iletişim aracı
olduğunu önerir. Bu bütünselliği ve kapsayıcılığı ile bir
“dekorasyon” faaliyetinden farklılaşır. İşte bu nedenler ile; Kurumsal
kimlik çalışmasının birçok disiplini kaplayan çok yönlü bir içeriği
var.
2. Türkiye, turizmini “güneş-deniz-kum” üçgenine dayandırarak nasıl
yanıldığını; bu toprakların doğasına, insan varlığına, tarihine yani
kısaca kültürüne karşı nasıl ihanet ettiğini yavaş yavaş anlamakta.
Turist, yani “kitschman”ın geçici beklentileriyle, bu dev endüstriyi yönlendiren
çokuluslu acentaların taleplerine bırakılırsa, en kısa ve ucuz yoldan tüm
doğal çevre yapılandırılarak onların hizmetine sunulmalıdır. Bu tür
turizmin hangi ülkede yapıldığı öylesine önemsizdir ki; gelenler, hangi
ülkede olduklarının farkına bile varmayabilirler. Zaten, onlar için kültür
popülerdir. Aynı tür müzik, giyim, yemekten oluşan bir prototip. Bu turiste
aynı tür yavan programlar uygulanıp, aynı biçimde eğlenmesini sağlamak
yeterlidir.
Bodrum, Marmaris, Fethiye, böylece biteviye, iğrenç yapılarla doldurulur.
Gerçek kültür merkezleri, gerçek müzeler yaratılıp içleri
doldurulabilirse; bu ülkenin hem onurunu korumuş hem de uluslararası kültür
dünyasında, ilişkiler sisteminde anlamlı bir yer edinmiş oluruz. Bulunduğu
ülkenin kültür boyutu ile ilgilenen turist tipi, aynı zamanda genel davranışı
ile de, yerel çevreye, ekonomiye, topluma ilgi duyacak, katkıda bulunacaktır.
Önemli turizm merkezlerinin yatakhane ve batakhane gettolarına dönüşmemesi
için, bu tür projeler uygulanmalıdır.
Ne var ki, henüz oralarda değiliz.
Marmaris Kültür Merkezi projesi de elbette (bizimki değil, yarışmada
kazanan proje) uygulanmadı.
Bizim projemizin tasarım anlayışını şöyle özetleyebilirim:
Çağımızdan,yerel coğrafya ve kültürden, geleceğe bir kültür kalesi
yaratmak.
Egemen, tekil ve simgesel bir değer olan tepeye güçlü ve uyumlu bir yapay
dokunuş.
Marmaris için evrensel kültürde sözünü ettirebilecek bir tasarım.
Karmaşık üslupların kargaşasının yıprattığı biçim ve biçemin tüketildiği
yerde, batıdan alıntı olmayan, özgün, saf, yumuşak ve çağdaş bir söz.
Her yöne açılan dairesel, nötr bir plan, her yönden algılanan, kent ile
her yönden görsel ilişki kuran sade bir cephe, sürekli gökyüzüne tırmanan
kent silueti içinde yatay, sakin, özgüvenli, bir çizgi, işaret.
Bir kent feneri.
Tepeyi sarmalayan, tüm işlevleri ardında barındıran dümdüz bir delikli
duvar.
Yapının, üst kotu yatay ve festival, gösteri, seyir amaçlı kullanılabilir
bir platform oluşturuyor; zeminde ise, yapıyı oturtmak için, doğaya hiç
bir müdahalede bulunulmuyor, doğal zemin yapının altından akıp gidiyor.
zeynep
Haydar Bey,
1, Kurukahveci Mehmet Efendi Yönetim Yapısı Projesi diğer proje ve
uygulamalarınıza baktığımda farklı bir kimlik taşıyor? Bu farklılığın
(varsa) sebebinden bahsedebilir misiniz?
2, En beğendiğiniz projeniz hangisi?
3, Arkitera'da yapılan mimarlar odası başkanı anketinde, en çok oyu siz aldınız,
size duyulan bu güvenin neye dayandığını düşünüyorsunuz?
Başarılarınızın devamı dileklerimle....
1.
1933 yılının Mimar degisinden bir alıntı:
“Bu bina İstanbul’da Mısırçarşısı kapısında Tahmis sokağının köşesindeki
Kurukahveci Mehmet Efendi Mahdumları ticarethanesidir. Inşaata başlamazdan
evvel, müessesenin sahipleri tarafından binanın her türlü medeni ve sıhhi
şeraiti haiz olması arzusu izhar edilmiştir. Mesleki tetkikat için
Avrupa’da bulunduğum sıralarda bu kabil müesseseleri gözden geçirdim…ve
mahalli ihtiyaçlara da tekabül edebilecek tarzda müessesenin şimdiki şeklini
tesbit ettim.” Mimar Zühtü Başar.
Anlaşılan o ki; işveren ve mimar, konuyu, artık günümüzde pek raslanmayan
biçimde ciddiye almışlar. Sonuçta gerçekten, kentimizin mimari mirasına
katılan çok nitelikli bir yapı ortaya çıkmış. Yapı hala orada ve görülmeye
değer.
Mahdumlar, bizden Dudullu’daki fabrikalarının önüne, fabrikaya bitişik
bir yönetim yapısı istediklerinde biz de aynı ciddiyeti sürdürdük. Her
katta farklı işlevler, farklı mekan gereksinmeleri vardı. Bu talep, standart
cepheli, katları birbirinin replikası olan bir yapı yerine daha hareketli bir
çözüm gerekiyordu.
Çevrenin, bir sanayi gettosu gibi tekdüze gelişimine de eleştiri olabilecek
nitelikte, dolu-boş dengeleri farklı dilde düzenlenmiş geometri tabanlı bir
öneri geliştirdik.
Yetmiş yıl öncenin artdeco anlayışına dayalı yapı kimliği ile ilişki
kuran bir “microchip/patchwork” tasarımı oldu.
Dolu cepheler düz sıva, saydam bölümler saydam cam olarak önerildi. Tasrımın
özgün görünüşüne karşın hiç bir zorlama yok.
2. İddialı bir soru’ya iddiasız bir cevap vereyim: Herhalde en
sonuncusudur.
Ama hazırlarken, bitince ve kullanılırken en çok heyecan duyulanlar, eğitim
tesisleri oluyor. Yapıları en iyi dolduran, en iyi kullanan en iyi, en insanca
tepki verenler çocuklar oluyor. Hele, projesini, “bağış” olarak yaptığımız
30.000 metrekare bir okulun (Deniz Yıldızları-2, Darıca) yaşama geçmesi,
çok büyük mutluluk.
3. Bakınız, yanıt 2 (Rennie)
Haydar Bey,
cevabınız için öncelikle çok teşekkürler
size bir sorum daha olacak sizin de üyesi olduğunuz Serbest Mimarlar Derneği
hakkında kısa bir bilgi verirmisiniz? Ankaralı Mimarların kurduğunu duyduğum
bu derneğin kuruluş amacı nedir ve neler yapmaktadır?
Türkiye
Serbest Mimarlar Derneği ile ilgili genel bilgiyi www.tsmd.org.tr
adresinden veya çıkartmış oldukları “Türk Mimarları 2000” isimli
kitaptan edinebilirsiniz.
Serbest çalışan (mimarlık bürosu yöneten, proje üretiminden kazanan,
vergi numarası olan....) mimarların özerk bir örgütüdür. Basitleştirilmiş
bir biçimde, Türk Mimarlarının TÜSİAD’ı diye düşünebilirsiniz.
Ulusal ve uluslararası platformlarda mesleğin sorunlarının çözümüne katkıda
bulunmak, meslekdaşları belirli bir “Etik” çerçevede ve benzer meslek
ilkeleri çerçevesinde buluşturma çabası gösteriyor.
Beton ve mimari
Haydar Bey,
yap malzemesi olarak betona bakışınız nedir? Sizce yeni beton teknolojileri,
bir mamirın tüm tasarım ve uygulama kaygılarına yanıt verebilir mi? Son dönemde
brüt beton kullanarak yaptığınız bir bina var mı? Teşekkürler..
Tümer Akakın..
Beton
da diğerleri gibi bir malzeme. Böyle düşününce, malzeme konusunda özel
tercihlerim ve heyecanlarım olmuyor. Kullanım bilgisi ve kurallarına uygun
olmak koşulu ile hepsine eşit mesafede duruyorum, benim için bir araç yani tüm
malzemeler.
Beton kullanımı bilgi yanısıra, özel bir altyapı, sanayi de gerektiriyor.
Neyse ki, deprem sonrasında betonun çok daha doğru kullanımlarını görmeye
başladık.
Ben de brüt beton kullandım. İzmir Işıkkent Eğitim Kampüsünde.
Bazı veliler “bu kadar iyi bir binayı neden sıvamadınız” diye hesap
sormuş yöneticilerine. Herhalde alışılır.
Son söz:
Betonun en önemli sakıncası, dönüştürülebilir olmaması. Yani “günahlarımız”
çok uzun süre daha yeryüzünde kalacak.
Türkiye'de
Mimarlığın Geleceği
Haydar Karabey,
Türkiye'de mimarlığın geleceği nedir, bir gün Fransız Ulusal Kütüphanesi,
Paris La Defence - Büyük Tak, Alman Parlamento'su çatısı gibi önemli yarışmaları
aramızdan birileri kazanabilir mi?
Bu konuda yasal veya herhangi "başka bir sebep"ten dolayı Türk
mimarlarının önü kapalı mı? Yani kesinlikle şeffaflık ve eşit şans bu
tip yarışmalarda bütün yarışmacılara sağlanıyor mu?
Ve genel olarak (Türkiye'de) sizin kafanızda olumlu mu yoksa olumsuz gelişmeler
olacağı hissi var? (Eğitim, uygulama, toplum bilinci...)
Teşekkürler
Aras Burak
Yarışmalar belirli
kurallarla açılıyor, belirli kısıtlamalar olabiliyor. (Yaş, bölge, vb.)
Yarışma ulusal değil de uluslararası da olabilir. Bunlara katılmakta bir
sakınca yok. Son İzmir yarışması uluslararası idi ve bir Alman ekibi
kazandı. Bizim de uluslararası yarışmalar kazanıp bazı başarılar elde
etmiş mimarlarımız var. Sunumları, soruları, dosyaları değerlendirmeleri
açısından çok daha “sağlam” bu yarışmalar. Uluslararası yarışmada
kazanmak konusu başka bir şey. Daha iyiysen daha kolay kazanırsın yani.
Türkiye konusunda benim kafamda pek bir his yok. İşimi iyi yapmaya, bilgimi
paylaşmaya çalışıyorum.
Teşekkür ederim. Katılan ve izleyen herkese iyi akşamlar.