Ecyadperverlik ve aydınlanma ilişkisi
Suudiler Ecyad Kalesi'ni 'aslına
uygun olarak koruyacağız' derlerse ve bir başka yerde inşa edeceklerini söylerlerse
ya da 'yapacakları otelin cephesini bizdeki korunan mimarlık eserleri gibi
benzeterek inşa etmeye kalkarlarsa ne diyeceğiz', diye tam düşünüyordum ki
olması gereken oldu. 15 Ocak Salı günkü Hürriyet'in haberine göre Suudi
Arabistan'ın Ankara Büyükelçisi Muhammed El Bassam yılbaşında buldozerle
yıkılan Ecyad Kalesi'nin 'aslına uygun' olarak başka bir yerde inşa edileceğini
açıkladı.
Türkiye'deki yokedilen kültür mirasi için 'biz de Suudilere mi gitsek acaba'
diye düşünenler olduysa, Suudi Elçisi bu fırsatı da kullandı. Türkiye'nin
kendi tarihi eserlerine gereken özeni göstermediğini söyledi. Örnek olarak
Zeugma vadisindeki arkeolojik sit alanlarının 'çamur ve taştan yapılmış
ikiyüz yıllık Ecyad Kalesi'ne göre çok daha önemli olmasına rağmen baraj
yapımı için feda edilmesini verdi. Sonuçta 'bu bizim iç meselemizdir, nasıl
biz sizin iç işlerinize karışmıyorsak, sizin de karışmaya hakkınız yok'
demeye getirdi. 'Devletler kendi hükümranlık alanları içinde ne yapacaklarına
kendileri karar verirler, neyin gerekli olduğunu kendileri bilirler (nitekim
siz de öyle yapıyorsunuz) ve yaygara koparmak anlamsız ve gerçeklere aykırıdır'
dedi.
Şimdi ne diyeceğiz? Yok olmadı, beceremediniz, restorasyon tekniklerini de
bilmiyorsunuz mu diyeceğiz? Şöyle bir düşünelim: Farklı bir uygarlık ve
üretim biçiminin ürünü olan bir tarihi eseri taklit etmek, onu 'aslına
uygun olarak' ve benzeterek inşa etmek, hiç şüphesiz dünyanın en zor işi.
Ne kadar çaba gösterirseniz gösterin, 'tıpkısının aynısı' bir tarihi
eser 'yapmak' imkânsız. Peki taklit etmek bu kadar zor olmasına rağmen,
neden birçok mimar mevcut olanı koruyarak yenilemek yerine yeniden inşa etme
yolunu seçer? Türkiye gibi ülkelerde kültür mirası neden yalnızca yıkılarak
değil, 'korunarak' da yokolur?
'Yaptığınızı gavur yapmaz'
9 Ocak Çarşamba günkü Hürriyet'te Ecyad Kalesi ile ilgili 'Suudi yıktı,
Macar korudu' diye bir başka başlık vardı. Gazetenin haberine göre Müslümanlar
Osmanlı eserlerini yıkarken, Hıristiyanlar koruyormuş, bakıyormuş... Hani
'bu sizin yaptığınızı gavur yapmaz' diye bir söz vardır, biraz değil tam
bu iş için söylenmiş!
Kimse Türkiye'de yıkılan, bozulan,
'korunarak' yokedilmekten beter olan bir dolu eserin neden ve nasıl yokolduğunu
sormuyor da iş bir bölgesel güç iddiasında olma meselesine gelince (tu kaka
yaptığımız, ama bulunca da eşeğini bulan Nasrettin Hoca gibi sevindiğimiz
Osmanlıcılık damarımıza birileri basınca) aslan kesiliyoruz.
UNESCO'ya gidip, şikayet edecekmişiz. Ne güzel, ne parlak bir çözüm. Bize
belki diyecekler ki:
'İstanbul'un en önemli kültür mirası olan surlarını trilyonlar harcayarak
yıkılmaktan beter eden, surların yapımı ile ilgili Bizans imparatorlarını
ve Osmanlı padişahlarını saydıktan sonra tabelasında son olarak belediye
başkanının ismini sayan bir zihniyet, nasıl kalkıp da başkasına ders
vermeye çalışır? Binbirdirek Sarnıcı gibi ta 6. yy'dan bugüne kadar
tahrip olmadan gelen çok önemli bir yapıyı 'yeniden işlevlendirirken'
kazayla mahveden, Haliç'te bir dolu önemli yapıyı (Venedik Sarayı gibi)
temizlik adına yokeden, Sütlüce Mezbahası'nı
'koruma' yutturmacası adına yeniden inşa eden, Karaköy'de Raimondo
D'Aronco'nun yaptığı camiyi gerçek üstü (mucizevi) bir operasyonla
kaybeden ve bir daha da bulamayan, yakın tarihlerde saymakla bitmeyecek
arkeolojik sit alanını, camiler, kiliseler, konaklar gibi kültür mirasını
ve yerleşim dokusunu, doğal kaynaklarını tahrip edenlere kimse inanmaz...'
Şimdi gelelim şu 'sizin yaptığınızı gavur yapmaz' deyişine. Soru şu:
Neden batılılar tarihi eserlerine sahip çıkıyorlar, neden kültür miraslarını
titizlikle koruyorlar? Hıristiyan oldukları için mi? Bazılarının cevabı
hazır: Bu vahşi yıkımın şeriatın, gericiliğin eseri olduğunu söylüyorlar.
Onlara göre bir ülkenin yönetiminde 'aydın ve ilerici' insanlar olursa sorun
çözülürmüş,
kültür mirasına sahip çıkılırmış.
Şeriatçılığa karşı oldunuz mu iş tamam. Keşke bu iddialar doğru olsa.
Mimarlık bir proje konusu mu?
Öğrenci iken mimarlık dergilerinden tanıdığımız çok ünlü bir batılı
mimar seminerler vermeye fakültemize gelmişti. Biz öğrenciler de bu birkaç
gün boyunca arka sıralardan seminerleri izliyorduk ve hocalardan fırsat kalırsa
soru soruyorduk. Yabancı mimarın fakültede geçirdiği ikinci günün sonunda
hiç beklenmedik bir şey oldu. Normal seminer düzenini değiştireceğini ve
bundan böyle yalnızca öğrenciler ile ilişki kuracağını söyledi. Çünkü
okulun öğretim kadrosu, yani meslektaşları ile aynı dili konuşmadığını
fark etmişti. Meslektaşlarının ona yönelttikleri sorulardan çalışmalarının
kendi amaçladığından ve yaptığından farklı bir şekilde algıladığını
düşünüyordu.
'Siz aslında' dedi, 'benim projelerimi ve yaptıklarımı incelerken, sıradan
bir vatandaşın kendi görsel dağarcığını zenginleştirmek için duyduğu
ilgiye benzer bir merak içindesiniz. Bunu çok iyi anlıyorum. Ancak burası
bir mimarlık veya dekorasyon bürosu değil, üniversite. Burada meslek
pratikleri üzerine düşünmeyi öğrenmeniz ve öğretmeniz gerekirken, gördüğünüzden
başka şey üzerine pek düşünmüyorsunuz. Bu nedenle sizin her sorunu, her
konuyu hemen bir proje konusu olarak görmenizden ve çözümler geliştirmenizden
dehşete kapıldım. Benim sorun olarak gördüğüm şeyi sizin çözüm olarak
görmenize hayret ediyorum. Bir araziye örneğin toplu konutlar yapmak, bir
tarihi yapıyı restore etmek ya da bir meydanı yeniden düzenlemek, bir proje
işi değildir. Tam tersine sizin bir soruna yaklaşım biçiminiz, geliştirdiğiniz
çözümünüz, ihtiyacın ortaya koyduğu sorundan daha büyük bir sorundur...
Bu nedenle lütfen öğrencilerinizi bu sorunla yüzleşmeden cevaplar buluyormuş
gibi proje çizmeye ve bir toplumsal sistem yarattıkları izlenimi edinmeye
sevketmeyin.'
Öğretim üyeleri, hocalarımız, mimarın konuşmasının bu bölümünü
sanki özellikle duymazlıktan geldiler ve hâlâ mimardan yaptığı
projelerini betimlemesini istemeye ve işlev, maliyet, malzeme gibi özelikleri,
nasıl yaptığı gibi sorular sormaya devam ettiler.
Seminerlerde ön sıraları kaplayan öğretim üyeleri topluluğu nasıl bir
anlaşmazlığın sonucu olduğunu bir türlü kavrayamadıkları bu
kendileriyle konuşmama kararını herhalde ünlü ve önemli bir mimarın olası
garipliğine verdiler.
Neden böyle oldu? Neden fakültenin öğretim üyeleri bir bütün olarak bu
yabancı mimarın işaret etmeye çalıştığı çelişkiyi hep birlikte görmezden
geldiler ve sustular?
Mimar kimliği
Bana bugün öyle geliyor ki bu batılı mimarın dile getirdiği sorunun anlaşılma
imkanı yoktu. Çünkü suskunluğun, tartışmaya dahi değer bulmamanın,
hatta itiraz bile etmemenin ve 'mimarın kaprisi' olarak geçiştirmenin arkasında
yalnızca zihinsel bir durum değil, bir başka 'bilinç' var.
Bazı durumlarda toplumsal statü, tanınmışlık, erk sahibi insanların sahip
oldukları üstünlüklerin kişiliklerini nasıl zayıflattığını gördükçe
şaşırırız. Sanki güç ile bilinç, başarı ile zayıflık arasında karşıt
bir ilişki vardır. Kimlikler bazen kişilikleri himayesine alır ve sanki kişileri
himaye ettikçe kimliklerinin asalakları haline getirir. Bilimden söz ederler
ama bilgiyi inanışa dönüştürürler. Duyarlılıktan söz ederler ama
duyarlılıkları sömürürler. Unvanların, yetkilerin, imkânların, otorite
olma gücünün, kimliklerin
esareti altında olan bazı insanların yaşadıklarını, gördüklerini sıradan
insanlar kadar anlama ve değerlendirme kabiliyetlerinin olmaması şaşırtıcı
olduğu kadar, düşündürücüdür de.
Mimar kimliği de bu tür kimliklerden biri sayılabilir mi? Farklı kuşakların
güçlü ve zayıf yönleri olabilir mi? Bu kimliklerin sürdürücüsü olmak,
her zaman 'aydın olmak' gibi bir duruma işaret edebilir mi?
'Koruma bilinci' de bir proje ve uzmanlık konusu olmaktan çok farklılığın
farkında olmaya dayanan bir entelektüel çaba değil mi?
Radikal - Korhan Gümüş
|