Çatalhöyük mucizesi
Çatalhöyük, uygarlık tarihinde, nice
evrimler sonucunda, ''Neolitik Devrim'' diye adlandırılan olaya tanıklık
edebileceğimiz yer... Çatalhöyük, insanların doğa ile ilişkilerini kendi
yararına dönüştürüp, hayvanları evcilleştirip, toprağı ekip, üretime
geçtikleri ve insanların üretime dayalı ilk yerleşik yaşam düzenine geçtikleri
yer... Çatalhöyük, dünyanın ilk kenti.
Dayadım kulağımı toprağa, taa derinden gelen sesi dinlemeye koyuldum.
İşte duyduklarım:
''Ben Anadolu'nun anası, Ana Tanrıça... Ben toprağı, toprak beni doğurdu...
Birçok adım oldu: Kubaba - Kibele - Sibele - Arinna'nın Güneş Tanrıçası.
Daha sonra, Artemis - Diana - Meryem - Ayşe - Fatma... Doğduğum anda çocuktum,
genç kadındım, çocuklu anaydım, yaşlı bilgeydim. Geniş kalçalarım
sonsuz doğurganlığımın, yaratma gücümün simgesi. Doğuran, doyuran, yaşatan,
benim... Sayısız mememden beslendi denizler, ırmaklar, çaylar, dağlar,
ovalar, bayırlar ve insanlar. Geyikler, leoparlar, inekler, en çok da boğalar
dostum oldu. Tohumları ektik, ekini yeşerttik... Döl yatağıma düşen
tohumlardan nice uygarlıklar türedi. Sevabı da günahı da benim değil,
tohumu eken insanlarındır. Ne ektilerse onu biçtiler...''
Ana Tanrıça'nın sesi çok derinlerden ve çok uzaktan geliyordu. Taa dokuz
bin yıl uzaklıktan... Ama aynı zamanda çok da yakından geliyordu. Tam
bulunduğum yerden. Çünkü bulunduğum yer Çatalhöyük'tü...
Dünyanın ilk kenti
Çatalhöyük bir mucize...
Çatalhöyük, dokuz bin yıl öncesine, dokuz bin yıl öncesinin insanlarına,
toplumuna, yaşamına, yaşam biçimine, toplumsal hayatına açılan bir
pencere...
Çatalhöyük, uygarlık tarihinde, nice evrimler sonucunda, ''Neolitik
Devrim'' diye adlandırılan olaya tanıklık edebileceğimiz yer...
Çatalhöyük, insanların doğa ile ilişkilerini kendi yararına dönüştürüp,
hayvanları evcilleştirip, toprağı ekip, üretime geçtikleri ve insanların
üretime dayalı ilk yerleşik yaşam düzenine geçtikleri yer...
Çatalhöyük, dünyanın ilk kenti.
Bu son tanımlamayı, ''Çatalhöyük, dünyanın ilk kenti'' tanımlamasını
yapmayı, doğrusu ben belki de göze alamazdım. Ancak bu tanımlamayı yapan
1993'ten beri Çatalhöyük'te arkeolojik kazıları yöneten bilim adamı Ian
Hodder olunca kayda geçirmeden edemedim.
Önceki gün yüz kadar gazeteci, yayıncı Çatalhöyük'Teydik. Kazının
önemli sponsorlarından birinin, Boeing'in, yıllık basın toplantısı için
burayı seçmesi üzerine yola düşmüş, iş ortaklarından SunExpress'in uçağıyla
(elbet Boeing) Konya'ya uçmuş, oradan yaklaşık 50 km. ötedeki Çumra
kasabasına uzanmış, oradan kazı alanına ulaşmıştık. Cambridge ve
Stanford üniversiteleri arkeoloji profesörü, kazı başkanı Prof. Ian
Hodder'in önderliğinde sürdürülen çalışmaları izlemiş, Çatalhöyük
mucizesine tanıklık etmiştik. Yeni açılan Konya Hilton'daki akşam yemeğinde,
Prof. Ian Hodder'in yanı sıra Boeing Uluslararası Satışlardan Sorumlu Başkan
Yardımcısı Douglas Groseclose 'un ve Ticari Uçaklar Satış Direktörü Aldo
Basile 'in konuşmalarını dinleyip evlerimize dönmüştük. Ve bütün bunları
Sibel Asna ve arkadaşlarının saat gibi işleyen organizasyonuyla gerçekleştirmiştik.
Boeing'in yıllık performansını ekonomi gazetecilerine bırakıp Çatalhöyük'e
geri dönüyorum.
Çözülemeyen gizler
Çatalhöyük'te ilk kazılara, James Mellaart tarafından 1961'de başlandı.
Üç-dört yıl sürdürüldü ve durduruldu. Ama daha o zamandan elde edilen
bulgular, uygarlık tarihi için sonsuz ipuçları taşıyordu. Ve bu bulgular,
bu ipuçları, uluslararası yayınlarda hemen yerini aldı ve büyük ilgi
uyandırdı. (Meraklılara, bizde bir süre önce Telos Yayınları'ndan çıkan
Helmut Uhlig 'in ''Avrupa'nın Anası Anadolu'' kitabını okumalarını öneririm.)
Mellaart'ın çarpıcı bulguları şunlardı: Burada İÖ 7 bin 500 yılına
ait, bitişik düzende yapılmış, arı peteği mimarisinde evler vardı. İkinci
çok önemli bulgu bu evlerin duvarları, kırmızı, beyaz, siyahla boyanmış,
duvar resimleriyle, yani sanat eserleriyle kaplıydı.
Kazılara yeniden 1993'te Ian Hodder başkanlığında, Kültür Bakanlığı'nın
izni ve denetimiyle Cambridge Üniversitesi ve Ankara'daki ''British Institute
of Archeology'' önderliğinde başlandı. Üstelik bu kez modern teknolojiyle,
çok daha dikkatli, özenli yöntemlerle... Ve şimdi asıl mesele, ortaya bir
an önce bir sürü ev çıkarmak değil, o evlerde yaşayan insanların yaşamlarına
ilişkin bilgi toplamak, bu insanların yaşamında sanatın rolünü anlamaya
çalışmaktı.
Mesele, ortaya çıkarılanları korumaktı. Öğrendiklerimizi, anladıklarımızı,
koruduklarımızı, herkese sunmak, dünyaya tanıtmaktı.
Üretime dayalı bu ilk yerleşim merkezinde, İÖ yedi bin beş yüz yılına
dek inen bu evler, dikdörtgen, kerpiç evler. Kapısı, penceresi yok.
Tavanda bırakılan bir açıklıktan girilip çıkılıyor, ışığı
oradan alıyor. Tavana uzatılan merdiveni çektiniz mi kimse giremez. Korunma içgüdüsü...
Tavan ve merdiven ahşaptan. Merdiven altında ocak, fırın yeri... Bir kirişle
yaşama alanına geçiliyor. İki yanda iki seki. Bunların altına ölülerin
kemikleri gömülüyor. Duvarlarda boğa ya da hayvan başları, kemikler,
boynuzlardan süsler ve akıllara durgunluk veren duvar resimleri...
Duvar resimlerinde, geometrik çizgiler, şekiller, motifler ya da çok abartılmış
boyutlarda hayvanlar (boğa, geyik, inek) ve onların çevresinde hoplayan zıplayan,
adeta hayvanlarla şakalaşan, oynayan minicik çizgi insanlar... Bir iki örnek
görünce ister istemez Miro 'nun, Klee 'nin tablolarını anmaya başlıyor
insan... Bu resimlerin gizi halen çözülmüş değil... Ama kesin olan, 9 bin
yıl öncesinin insanlarının evlerinde sanatla haşır neşir yaşadıkları...
İğneyle kuyu kazmak
Kazı alanını dolaşırken bir evde Polonya'dan Lı Poznan Üniversitesi'nden
arkeolog ve öğrencilerin, bir başka bölgede Berkeley Üniversitesi'nden gençlerin
çalıştıklarına tanık oluyoruz. Tam da ''iğneyle kuyu kazmak'' deyişinin
tıpatıp sözcük anlamına tanıklık ediyoruz. Elde minicik fırçalarla bir
taş parçasının üzerindeki tozu almak...
O taş parçalarından binlercesi, milyonlarcası daha önünüzde yığılı
dururken, yerin 12 kat altında beklerken...
Elbet bulunan objelerin çok büyük bir kısmı, Ankara'daki ''Anadolu
Medeniyetleri Müzesi'' nde. Ancak burada da küçük, derli toplu, az ama seçkin
örneklerin sunulduğu bir sergi salonu, çalışmaları dile getiren bir sergi
salonu var. Bu salonun en ilginç köşelerinden biri kazıda çalışan yöredeki
kadınların düşüncelerini, izlenimlerini dile getirdikleri pano. 9 bin yıl
öncesinin anaerkil düzeninden, günümüze uzanan bir selam.. Ana Tanrıça,
zamanı avuçlarında yoğurmuştu, şimdi günümüz Çumra kasabasının kadınları
ellerini, avuçlarını zamana ve tarihe veriyorlardı...
Kazı Başkanı Ian Hodder'e soruyorum: ''Umutsuzluğa kapıldığınız,
soruları yanıtlayamadığınız, hiçbir ilerleme kaydedemeyeceğinize inandığınız
hiç olmuyor mu?''
Koca bir ''Ahhh!'' çekip, ''Çalışmalarımızın yüzde 99'unda aynen söyediklerinizi
hissediyorum'' diyor.
Peki devam etme gücünü nereden, nasıl bulabiliyorsunuz?
''Geri kalan yüzde birde!''
Ne müthiş değil mi! En az Çatalhöyük mucizesi kadar çarpıcı ve eşsiz
bir çaba sürüyor orada. Gidin, görün, tanıyın, tanıtın!.
Cumhuriyet - Zeynep Oral
|