Bergama Müzeleri ve
Bir Öneri...
Azra Erhat, ilkçağın Midillili ozanı Safo
'nun şiirlerini Yunancadan (ozan Cengiz Bektaş ile) çevirip yayımladığı
kitabında, ''Aiolya denilen bu bölge, Ege'de, en renkli, bitki bakımından en
çeşitli yöre olsa gerek. Daha yukarısı, Troya, Kaz Dağı'yla falan daha
engebeli. Aşağısı ise İonya; daha sıcak, belki de daha kavurucu... Karya
da öyle. Midilli ve karşısındaki kıyılarımız belki de Ege'nin en tatlı
yöresi...'' der(1). Anadolu'nun Akdeniz'e bakan tüm kıyıları, mavi ile yeşilin
birlikteliğinden doğan sayısız güzelliklere sahip olmakla beraber; ilkçağda
Aiolis (Aiolya) olarak adlandırılan (2) ve bugün Edremit, Burhaniye, Ören,
Ayvalık, Dikili, Bergama, Foça gibi Kuzey Ege'nin gözdelerini de kapsayan bölge,
gerek iklimi gerekse zeytin ağaçları ve zeytinden doğan kültürü ile kanımca
da gerçekten bir başkalık, belki de bir tür ayrıcalık içerir.
Ankara ya da İstanbul'dan gündüz geliyor
iseniz, uçsuz bucaksız zeytinlikler arasında aniden beliriverecek olan denizi
görmek için sabırsızlığınız, Balıkesir'e vardığınızda hızla
artmaya başlar. Edremit'e girdiğinizde ise doruğa ulaşır. Sağınızda,
zeytin ağaçlarının açık yeşil kadifemsi yapraklarının üzerinden ya da
dallarının arasından denizi ilk defa Gömeç yakınlarında görürsünüz ve
sonra tekrar kaybolur. Yüreğiniz çarpar. Sanki Orhan Veli 'nin bir başka
zeytin beldesi için söylediğine benzer bir duygulanım hali gibi: ''Gemliğe
doğru / Denizi göreceksin / Sakın şaşırma.'' Burhaniye'yi geçip, Ayvalık'a
girerken aniden ve bu kez tüm güzelliği ile yeniden karşılar sizi
mavilikler... Her yaz aynı manzaraları görmenize karşın, sanki ilk kez görüyormuşçasına
yine ''şaşırır'' ve Ege mavisi ile zeytin yeşilinin birbirine ne denli yakıştığını
düşünürsünüz, doğayı hayranlıkla seyrederken...
Bu yörede, 19. yy'a ve 20. yy'ın ilk çeyreğine
ait yapıların, izlerin ve anıların en yoğun olarak var olduğu yerler Ayvalık
ve Cunda Adası iken, ilkçağa ait önemli ören yerleri ise buralardan biraz
daha kuzeyde (örn: Antandros) ve güneyde bulunurlar. Ayvalık'tan güneye doğru
inilirken, uzak tarihin tanıkları en önce ve görece de en yoğun olarak
Bergama 'da ve onun hemen yakınındaki Allianoi 'de çıkar karşımıza.
Bergama'da, elimizde artık sadece kaidesinin yıkıntıları kalan Akropol'
deki Zeus Sunağı 'nı, döneminin en ünlü tıp ve şifa merkezlerinden olan
Aesklepion 'u ve ilçe merkezindeki Bergama Müzesi 'ni yıllar önce eşimle
iki kez ziyaret etmiştik.
Bu yaz, arkadaşlarımızla Bergama'ya kısacık
da olsa bir kez daha uğrayabildik. Ne yazık ki, pazartesi olduğu için müzesi
kapalıydı; bu defa giremedik. Haftanın ilk günü müzelerin kapalı olduğunu
biliyoruz. Ancak, çok önemli bir ören yerinde ve tam da turizmin en canlı
olduğu dönemde müzelerin kapatılması ne kadar doğru bir yaklaşımdır,
tartışılır. Çünkü, örneğin Bergama'ya o gün, üstelik de bir günlüğüne
gelen yüzlerce yerli ve yabancı konuk müzeyi gezemeden dönmüş oldular.
Bunun, hem Bergama hem de ülkemiz için her açıdan bir kayıp olduğunu düşünüyorum.
Akropol'e ulaşıp da, buraya giriş ücretinin kişi başına 6 milyon TL olduğunu
görünce ise, gözlerimize inanamadık.
Orada rastladığımız yerli gezginler girmekten
vazgeçip girişteki küçük bahçede dinlenmeyi yeğlemişlerdi, kimi biraz öfkeliydi.
Gerçekten de, yurdumuzun yani hepimizin ortak zenginliği ve kalıtı olan ören
yerlerini hem de çok yüksek ederler (fiyatlar) ödeyerek gezebilmek anlaşılır
gibi değildir. Ne iyi ki, öğretmen ve öğrenciler için giriş ücretsiz,
emeklilere ise indirim yapılıyor. Öte yandan, yıllık gelirleri bizlerden
10-15 kat fazla olan yabancı gezginler, aynı ücreti elbette ki çok rahatlıkla
ödeyebilmektedirler.
Müzelere girişin, birçok zorunlu giderler
(masraflar) nedeniyle, paralı olması doğal karşılanabilir. Ancak, kazı çalışmalarının
-ki birçok arkeolojik alan yabancı ekipler tarafından kazılmaktadır ya da
özel sektör tarafından desteklenmektedir- gerektirdiği giderler hariç, önemli
bir harcama ve/ veya yatırım yapılmayan ''açık hava müzeleri'' mizin, bu
denli pahalı ve caydırıcı ederlerle yurttaşlarımıza neredeyse ''kapalı
tutulması'' olumsuz bir uygulamadır. Dört kişilik bir ailenin burayı,
Aesklepion'u ve müzeyi gezmek için ödeyecekleri miktar, ''en az (asgari) ücret''
in yarısına ulaşmaktadır. Ne kadar istekli ve meraklı olurlarsa olsunlar,
bu bedeli -hele ki güncel ekonomik çöküntüde- karşılamak, yurttaşlarımızın
çoğunluğu için olanaksızdır. Zaten, ören yerinin içinde yabancı
gezginlerden başkasını da göremedik o gün. Devlet bireylerin kültürel
etkinliklere katılımını özendirmek, onları her yaşta ve aşamada bilgiyle
donatmakla yükümlüdür. Yüksek giriş bedeli gibi itici uygulamalar; zaten
tarihe, sanata ve özellikle de Anadolu'daki antik dönem kalıntılarına biraz
ilgisiz ve mesafeli olan insanımızı, ören yerlerimizden/müzelerimizden daha
da soğutmaktadır. Önerim; ülkemizdeki ören alanlarının tüm yurttaşlarımız
için ücretsiz olması ve istek duyanların girişte bağış yapmaları; müzelerin
ise oldukça düşük ücretler istemeleridir.
Akropol'de, bugün bir tür dilek havuzu olarak
kullanılan ve ortasında sütun bulunan büyükçe bir sarnıç vardır.
Ziyaretçiler, küçük madeni paraları kenardan sütun başlığı üzerine atıp,
orada kalmasına çabalarlar. Taştan seken paralar ise, çoğunlukla aşağıya
düşmektedir elbette. Bu yıl, ben de bir madeni para attım; ve sütunun üzerinde
kaldı... Atarken bir dilekte bulunmamıştım doğrusu. Ancak, biraz gecikmiş
de olsa, şimdi bir dilekte bulunabileceksem eğer; bunun için yine Azra Erhat'ın,
ilk baskısı 1958'de yapılan Mavi Anadolu isimli yapıtından (3), bir tümcesini
ödünç alabilirim belki: ''Anadolu'nun kazı yerleri ancak birkaç yabancı
turistin türlü güçlükleri yenerek kırk yılda bir gezdikleri; otlarla bürünmüş,
yılanlarla dolu ulaşılmaz birer kültür mezarı olarak bırakılmasın.''
Cumhuriyet - Dr. Sami
Eren
|