reklam

15 Kasım 2002 Cuma
Ana Sayfa
>
Haberler

TMMOB Şehir Plancıları Odası Dünya Şehircilik Günü ile ilgili olarak bir bildirge yayımladı

Bu yıl 26.sı gerçekleştirilen Dünya Şehircilik Günü Kolokyumu'nun ardından TMMOB Şehir Plancıları Odası 8 Kasım Dünya Şehircilik Günü nedeniyle bir bildirge yayımladı:

Dünya Şehircilik Günü Bildirgesi, 8 Kasım 2002
"1970'li yıllarda dünyada (ve Türkiye'de) ithal ikameci kalkınma politikalarının iflas etmesi ve sistemin bir bütün olarak krize sürüklenmesiyle birlikte, özellikle 1980'li yıllardan itibaren, dünya kapitalist sisteminin yeni liberal çizgide yeniden inşa edilmesine tanıklık edilmiştir. Adına 'küreselleşme' denilen bu yeni döneme karakterini veren gelişme, sermayenin ulus aşırı şirketler aracılığıyla hızla ve herhangi bir sınırlamaya bağlı kalmaksızın, yüzyılın önceki dönemlerinden ve 19. yüzyılda olduğundan çok daha yoğun bir biçimde dolaşması olmuştur. Ulus aşırı şirketlerin sermaye çektikleri ülkeler açısından da, özellikle Latin Amerika örneklerinde görüldüğü gibi, yeni iş olanakları yaratmaktan çok işsizlik yarattığı ve bu şirketlerin kitlelerin aşırı yoksulluğunu hiç de azaltmadığı saptanabilmektedir.

Yeni liberal dönem, kapitalizmin 1930 krizinden sonra geliştirilen 'sosyal devlet' anlayışının da geride kalmasına yol açmıştır. Bu dönemde "ideolojilerin sonunun geldiği" ilan edilmiş ve mutlak bir 'piyasa' düzenine geçilmiştir. Dolayısıyla, artık yeni bir 'toplum' ve 'birey' tanımı yapılmış, bireylerin piyasa içindeki 'alıcı' ve 'satıcı' olma kapasiteleri daha anlamlı hale gelmiş, devletin 'sosyal' işlevleri ise sistem açısından giderek 'yük' olarak görülmeye başlanmıştır.

Kısaca altını çizdiğimiz bu küresel piyasa örgütlenmesi, dünya nüfusunun geniş bir kesimini de piyasa mekanizmasının dışına itmiştir. Yeni liberal ekonomi politikaları, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki gelir farklılıklarını derinleştirdiği gibi, bu ülkelerin içindeki farklı kesimler arasındaki gelir düzeylerinin de büsbütün açılmasına yol açmıştır. Yeni liberal ideoloji bir yandan küresel düzlemde karşısına çıkan bütün engelleri aşarak kapitalist sistemi bu yönde tahkim ederken, bir yandan da dünya nüfusunun geniş bir kesiminin giderek daha büyük bir ivmeyle yoksullaşmasına neden olmuştur. Nitekim Dünya Bankası, 2000 yılında dünyadaki yoksul insan sayısının 1.2 milyara, dünya nüfusunun beşte birine ulaştığını ilan etmiş bulunmaktadır. Bu 1.2 milyar yoksul nüfusun % 43.5'i Güney Asya, % 24.3'ü Güney Sahra, % 23.2'si Doğu Asya ve Pasifik, % 6.5'i Latin Amerika ve Karayipler bölgesinde yaşadığı da yine aynı kaynaklar tarafından açıklanmıştır. 

Yoksul nüfus büyüklüğünün ve ülkeler arası eşitsiz gelişme eğiliminin 1970'li yıllardan itibaren artarak sürdüğünü özellikle vurgulamak gerekmektedir. Bu dönemde 'sosyal devlet'in yerini 'sermaye devleti' almış; devlet bu yönde yeniden kurumlaştırılma projesine maruz bırakılarak, sosyal harcamalara yönelik yapılanması büyük ölçüde tasfiye edilmiştir. Uluslararası Para Fonu (IMF) programları aracılığıyla, dünyada pek çok ülkenin gelecek ufku, devlet giderlerinin azaltılması ve piyasanın genişletilmesi ekseninde oluşturulmuştur. Hatta, gelir dağılımındaki dengesizlikler ve yoksullaşmanın, 'hantal' devletin 'gereğinden fazla' olan giderlerinden kaynaklandığı savı hegemonya kurmuştur. Bu çerçevede, özellikle sosyal sigorta sistemlerinin devletler tarafından finanse edilmediği bir dönem başlamıştır. Bunun nedeni olarak, kaynakların yetmezliği ve sınırlı kaynakların üretim yapmaya dönük verimli yatırımlarına tahsis edilmesi gerekliliği gösterilmiştir.

Oysa, durumun tam olarak böyle olmadığı, hatta yoksullaşmanın 'piyasa mekanizması' tarafından kaçınılmaz olarak yaratıldığı bilinmektedir. Buna ek olarak, yoksulluğun ve yoksullaşmanın, belirli düzeylerde 'önlem' alınmazsa, sistem açısından büyük bir risk haline geleceği de bilinmektedir. Bu bilginin 1970'li yıllardan itibaren, yani piyasa mekanizmasının yeni liberal ekonomi politikaları öncülüğünde küresel düzeyde etkinliğini kurduğu dönemlerden başlayarak, Dünya Bankası, IMF ve bazı gelişmiş ülke devletleri ve politika yapıcıları tarafından da bir veri olarak dikkate alındığı görülmektedir.

Nitekim, 1975 yılında Avrupa Topluluğu ilk yoksullukla mücadele programını uygulamaya koymuş; Dünya Bankası da, 1978 yılından bu yana yayınlanmakta olan Dünya Kalkınma Raporunu 1980, 1990 ve 2000/2001 yıllarında özel olarak bu konuya ayırmıştır. Johannesburg'da düzenlenen Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesinin nihai raporunda da yoksulluğun önlenmesi, sadece ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde de önemli bir hedef olarak konulmuştur. Zirve raporunda, yoksulluğun önlenmesi hedefine temel teşkil edecek şekilde verilen iki tespit yoksulluğun dünya ölçeğindeki mevcut ve gelecekteki durumunu dramatik bir biçimde gözler önüne sermektedir. Zirve raporu, 2015 yılında dünya insanlarının yarısının günlük 1 dolardan daha az bir gelirle ve açlık tehlikesi ile karşı karşıya yaşamak durumunda kalacağını, yine aynı tarih itibariyle aynı oranda insanın temiz ve güvenilir içme suyu olanaklarından yararlanamayacağını vurgulamaktadır. Johannesburg Zirvesinde bu dramatik tablonun önlenmesi sorununun az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin iç ve ulusal sorunları olmadığı, uluslararası ölçekte önlemler alınması gereği ve bunun sürdürülebilir kalkınma hedefinin kaçınılmaz bir parçası olduğu da önemle vurgulanmıştır.

Yoksulluk sorunu az gelişmiş ülkelerde çok daha dramatik bir biçimde yaşanıyor olsa da, gelişmiş ülkelerin bu sorundan tümüyle azade olduklarını söylemek de mümkün değildir. Gelişmiş ülkelerde bu sorunun siyasal alandaki yansımalarına ve bunlardan kaynaklanan zor kullanmaya yönelik 'devlet' politikalarına yakın geçmişte tanıklık edilmiştir. Gelişmiş ülkelerde artan işsizlik ve yoksulluk, Avrupa coğrafyasında aşırı sağcı - milliyetçi politik çizginin son 50 yıllık süreç içinde yeniden güç kazanmasına yol açmıştır. 11 Eylül olayları da, yoksul güney ile zengin kuzey arasındaki çatışma alanının önlem alınmadığı takdirde giderek genişleyeceği düşüncesinin benimsenmesine neden olmaktadır. Amerika Birleşik Devletlerinin 11 Eylül olaylarından sonra izlediği müdahaleci ve gerilim yaratan politikası, müdahale edilen Ortadoğu ülkeleri açısından giderek yoksulluğun artması sonucunu doğurmakta, bölgedeki savaş senaryoları dünyadaki kutuplaşmayı ve çatışmayı yeni bir mecraya sürüklemektedir. Afganistan'a yapılan askeri müdahalenin sonuçları ortadadır. Dolayısıyla, yoksullaşmayla askeri faaliyetlerin artması arasında doğrudan bir ilişkinin bulunduğunu belirtmek gerekmektedir.

Ülkemizdeki mevcut durum yoksulluk açısından irdelenirken "kişi başına düşen GSMH" bir değişken olarak alındığında, Türkiye'nin OECD ülkeleri arasında kişi başına en düşük gelire sahip ülke özelliğini uzun yıllardır koruduğu gözlenmektedir. Bu düşük gelire ülkedeki %20'lik zengin kesimin toplam gelirin %50'sine sahip olması şeklindeki gelir dağılımı adaletsizliği de eklendiğinde ülkemizdeki yoksulluğun ulaştığı boyutlar ortaya çıkmaktadır. Aynı tablo bölgeler açısından irdelendiğinde ise yukarıda belirtilen rakamların mekansal yayılımı da ortaya çıkmaktadır. 1994 rakamlarına göre toplam hane halklarının %42'sini barındıran Marmara ve Ege Bölgesi toplam gelirin %52'sini almaktadır. Toplam hane halklarının %16'sını barındıran Doğu ve Güneydoğu Bölgesi ise toplam gelirin %10'u ile yetinmektedir. Yapılan araştırmalara göre ülkemizde hane halklarının %20'si, bireylerin ise %35'i yoksullukla karşı karşıyadır. Yine benzer araştırmalarda, yoksulluğun bağlı olduğu faktörler ise kırda yaşamak, düşük öğrenim düzeyine sahip olmak, sosyal güvencesiz işlerde çalışmak ya da işsiz, hasta ve yaşlı olmak olarak sıralanmıştır. Yani özetle ülkemizin dünyanın kişi başına düşen geliri en düşük ülkelerinden biri olmasına, gelir dağılımındaki bölgesel ve sınıfsal adaletsizlikler ve diğer sosyal faktörler eklendiğinde; "yoksulluk sorununa çözüm bulma" konusunun ülkemizin en acil gündemlerinden birini oluşturduğu anlaşılmaktadır.

Ülkemizde yoksulluğun uzun yıllardır süregelen bir sorun halini alması, toplumun orta kesimlerinin sürekli bir erime içerisine girerek yoksul sınıflara dahil olmaya başlaması süreci, ülkemizdeki siyasi dengeleri de çok değişken kılmaktadır. Özellikle son on yılda batı demokrasilerinin aksine merkezdeki siyasi oluşumlar yerine, sürekli olarak kültür temelli radikal siyasi oluşumların itibar görmesinin en önemli nedenlerinden biri bu sürekli yoksulluk ve orta kesimlerin erimesi sürecidir. Bu politik zeminin ise sosyal alanda yarattığı kutuplaşma ve toplumsal gerilimler, toplumda etnik ve bölgesel, sınıfsal ve cinsel ayrımcılığın dayandığı temellerin ise önde gelenlerini oluşturmaktadır.

Yoksulluk ve yarattığı sorunların ağırlaşmasına ve derinleşmesine paralel olarak, başta büyük kentlerimiz olmak üzere kentlerimiz, bu sorunun yoğunlaştığı ve somutlaştığı mekanlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşanan yoksulluk ve yarattığı sorunlar, kentleri öncekinden çok daha dramatik boyutlarda bir krizin içine itmektedir. Büyük kentler zengin gettoları ile yoksul gettolarının oluşturduğu bir çelişki yumağı haline gelirken, gerek kentsel hizmetler, gerek yaşam düzeyi, gerekse de mekan standartları açısından birbirinden yalıtılmış bu mekanlar arasındaki fark giderek açılmaktadır. Yoksul mahallerinin kendisi ise barındırdıkları sosyal huzursuzluk ve patlama potansiyeli nedeniyle kendi başına ayrı bir problemi oluşturmaktadır. Son on yılda özellikle İstanbul'da yaşanan bir kaç örnek olay bu gerilimin boyutlarını yansıtmaktadır. Yoksulluk kronikleştiği sürece bu patlama ve sosyal huzursuzluğun boyutlarının da genişleyeceği ortadadır.

Yukarıdaki tablonun doğal bir sonucu ise kentlerin merkezlerinin giderek çöküntü alanı haline gelmesi ve ortak yaşamı yansıtan sosyal, kültürel işlevlerinden arınması olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumun farklı sınıf ve kesimlerinin, kent yaşamının çeşitli evrelerinde bir araya geldikleri kamusal etkinliklerin ve mekanların giderek yok olması beraberinde yabancılaşma ve benzeri olumsuz sonuçları getirmektedir. Paralel bir sürecin devletin ve yerel yönetimlerin sosyal işlevlerini de budadığını düşündüğümüzde kentlerin son bin yıllık "uygarlığın kamusal mekanı olma" misyonunun bile tehlikeye girmesi söz konusudur.

Oda olarak, gerek kentlerin işlevlerinde gündeme gelen bu türden tehlikelerden gerekse de kentlerde yaşanan parçalanma başta olmak üzere çeşitli yoksulluk ve yoksunluk göstergelerinden bağımsız ve bunlara çözüm üretme perspektifinden yoksun bir planlama kurumunun ve anlayışının eleştirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bu eleştiri, planlamanın fiziksel çevrenin gelişimi ve denetimi ile ilişkili 'dar' anlamından kurtarılması hedefini de içermelidir. 'Dar' anlamının ötesine geçemeyen planlamanın toplumla sağlıklı bir ilişki kurabilmesinden söz etmek de mümkün değildir. Türkiye'nin planlama ve kentleşme tarihi bu durumun örneklerini oldukça çok sayıda barındırmaktadır.

Planlamanın ülke ve bölge ölçeklerinde kaynakların dağılımının rasyonel biçimini belirleme işlevi göz önünde bulundurulduğunda, üst ölçekli planlamanın kentler ve bölgeler arasındaki gelişme farklarının giderilmesinde uygun bir araç olabileceği anlaşılacaktır. Daha alt ölçeklere inildiğinde ise, gerek yoksulluğun yoğun olarak yaşandığı ve sorunsallaştığı alanların, kentli haklarının sağlandığı kentsel çevrelere dönüştürülmesinde gerekse de kentsel yaşamın yok olmaya başlayan kamusallığının kente geri kazandırılmasında yine planlama kurumuna önemli görevler düşmektedir. Burada üzerinde durulması gereken konu, her ölçekteki planlara ve planlama sürecine, piyasanın ve yatırımcıların kısa vadeli çıkarları ve yer seçme eğilimleri karşısında toplumun uzun vadeli hedefleri doğrultusunda düzenleyici olma gücünün, kazandırılmasıdır. Böylesi bir gücün kazandırılmasında kentsel rantların işlevi ve boyutu görmezden gelinemez. Kentin ve toplumun kolektif eylemliği sonucunda oluşan değer artışları ve rantlar üzerinde etkin bir denetim kurabilen ve bunların kamuya ait olan bölümünün yoksulluğun çeşitli biçimlerinin giderilmesinde kullanabilen bir planlama kurumu, toplumla sağlıklı bir ilişki kurabileceği gibi toplumun son seçimlerde de gözlenen siyasal taleplerine de kendi olanakları çerçevesinde cevap olabilecektir.

Bu yıl 26.sı gerçekleştirilen Dünya Şehircilik Günü Kolokyumunda yapılacak tartışmaların ve geliştirilecek görüşlerin, ülkemizin planlama ve kentleşme alanındaki sorunlu yapısının daha adil, daha eşitlikçi ve sağlıklı kentsel ve toplumsal ortamlar yaratılmasını sağlayacak bir yapıya dönüşmesinde önemli katkıları olacaktır ve TMMOB Şehir Plancıları Odası bunun takipçisi olacaktır."
Arkitera

 

Kasım 2002 Arşivi

pt sl çr pr cm ct pz
01 02 03
04 05 06 07 08 09 10
11 12 13 14 15 16 17
18 19 20 21 22 23 24
25 26 27 28 29 30
diğer aylar için tıklayın

Diyalog

Mustafa Kemal Abadan 
26 Kasım 2002
günü  Diyalog bölümümüze konuk olacak.

Mustafa Kemal Abadan hakkında daha fazla bilgi edinmek için  tıklayın. 


Vitra - Artema'nın katkılarıyla

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz