TMMOB Şehir Plancıları
Odası Dünya Şehircilik Günü ile ilgili olarak bir bildirge yayımladı
Bu yıl 26.sı gerçekleştirilen Dünya Şehircilik Günü Kolokyumu'nun ardından
TMMOB Şehir Plancıları Odası 8 Kasım Dünya Şehircilik Günü nedeniyle
bir bildirge yayımladı:
Dünya Şehircilik Günü Bildirgesi, 8 Kasım 2002
"1970'li yıllarda dünyada (ve Türkiye'de) ithal ikameci kalkınma
politikalarının iflas etmesi ve sistemin bir bütün olarak krize sürüklenmesiyle
birlikte, özellikle 1980'li yıllardan itibaren, dünya kapitalist sisteminin
yeni liberal çizgide yeniden inşa edilmesine tanıklık edilmiştir. Adına 'küreselleşme'
denilen bu yeni döneme karakterini veren gelişme, sermayenin ulus aşırı şirketler
aracılığıyla hızla ve herhangi bir sınırlamaya bağlı kalmaksızın, yüzyılın
önceki dönemlerinden ve 19. yüzyılda olduğundan çok daha yoğun bir biçimde
dolaşması olmuştur. Ulus aşırı şirketlerin sermaye çektikleri ülkeler açısından
da, özellikle Latin Amerika örneklerinde görüldüğü gibi, yeni iş
olanakları yaratmaktan çok işsizlik yarattığı ve bu şirketlerin
kitlelerin aşırı yoksulluğunu hiç de azaltmadığı saptanabilmektedir.
Yeni liberal dönem, kapitalizmin 1930 krizinden sonra geliştirilen 'sosyal
devlet' anlayışının da geride kalmasına yol açmıştır. Bu dönemde
"ideolojilerin sonunun geldiği" ilan edilmiş ve mutlak bir 'piyasa'
düzenine geçilmiştir. Dolayısıyla, artık yeni bir 'toplum' ve 'birey' tanımı
yapılmış, bireylerin piyasa içindeki 'alıcı' ve 'satıcı' olma
kapasiteleri daha anlamlı hale gelmiş, devletin 'sosyal' işlevleri ise sistem
açısından giderek 'yük' olarak görülmeye başlanmıştır.
Kısaca altını çizdiğimiz bu küresel piyasa örgütlenmesi, dünya nüfusunun
geniş bir kesimini de piyasa mekanizmasının dışına itmiştir. Yeni liberal
ekonomi politikaları, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki
gelir farklılıklarını derinleştirdiği gibi, bu ülkelerin içindeki farklı
kesimler arasındaki gelir düzeylerinin de büsbütün açılmasına yol açmıştır.
Yeni liberal ideoloji bir yandan küresel düzlemde karşısına çıkan bütün
engelleri aşarak kapitalist sistemi bu yönde tahkim ederken, bir yandan da dünya
nüfusunun geniş bir kesiminin giderek daha büyük bir ivmeyle yoksullaşmasına
neden olmuştur. Nitekim Dünya Bankası, 2000 yılında dünyadaki yoksul insan
sayısının 1.2 milyara, dünya nüfusunun beşte birine ulaştığını ilan
etmiş bulunmaktadır. Bu 1.2 milyar yoksul nüfusun % 43.5'i Güney Asya, %
24.3'ü Güney Sahra, % 23.2'si Doğu Asya ve Pasifik, % 6.5'i Latin Amerika ve
Karayipler bölgesinde yaşadığı da yine aynı kaynaklar tarafından açıklanmıştır.
Yoksul nüfus büyüklüğünün ve ülkeler arası eşitsiz gelişme eğiliminin
1970'li yıllardan itibaren artarak sürdüğünü özellikle vurgulamak
gerekmektedir. Bu dönemde 'sosyal devlet'in yerini 'sermaye devleti' almış;
devlet bu yönde yeniden kurumlaştırılma projesine maruz bırakılarak,
sosyal harcamalara yönelik yapılanması büyük ölçüde tasfiye edilmiştir.
Uluslararası Para Fonu (IMF) programları aracılığıyla, dünyada pek çok
ülkenin gelecek ufku, devlet giderlerinin azaltılması ve piyasanın genişletilmesi
ekseninde oluşturulmuştur. Hatta, gelir dağılımındaki dengesizlikler ve
yoksullaşmanın, 'hantal' devletin 'gereğinden fazla' olan giderlerinden
kaynaklandığı savı hegemonya kurmuştur. Bu çerçevede, özellikle sosyal
sigorta sistemlerinin devletler tarafından finanse edilmediği bir dönem başlamıştır.
Bunun nedeni olarak, kaynakların yetmezliği ve sınırlı kaynakların üretim
yapmaya dönük verimli yatırımlarına tahsis edilmesi gerekliliği gösterilmiştir.
Oysa, durumun tam olarak böyle olmadığı, hatta yoksullaşmanın 'piyasa
mekanizması' tarafından kaçınılmaz olarak yaratıldığı bilinmektedir.
Buna ek olarak, yoksulluğun ve yoksullaşmanın, belirli düzeylerde 'önlem'
alınmazsa, sistem açısından büyük bir risk haline geleceği de
bilinmektedir. Bu bilginin 1970'li yıllardan itibaren, yani piyasa mekanizmasının
yeni liberal ekonomi politikaları öncülüğünde küresel düzeyde etkinliğini
kurduğu dönemlerden başlayarak, Dünya Bankası, IMF ve bazı gelişmiş ülke
devletleri ve politika yapıcıları tarafından da bir veri olarak dikkate alındığı
görülmektedir.
Nitekim, 1975 yılında Avrupa Topluluğu ilk yoksullukla mücadele programını
uygulamaya koymuş; Dünya Bankası da, 1978 yılından bu yana yayınlanmakta
olan Dünya Kalkınma Raporunu 1980, 1990 ve 2000/2001 yıllarında özel olarak
bu konuya ayırmıştır. Johannesburg'da düzenlenen Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir
Kalkınma Zirvesinin nihai raporunda da yoksulluğun önlenmesi, sadece ulusal düzeyde
değil uluslararası düzeyde de önemli bir hedef olarak konulmuştur. Zirve
raporunda, yoksulluğun önlenmesi hedefine temel teşkil edecek şekilde
verilen iki tespit yoksulluğun dünya ölçeğindeki mevcut ve gelecekteki
durumunu dramatik bir biçimde gözler önüne sermektedir. Zirve raporu, 2015 yılında
dünya insanlarının yarısının günlük 1 dolardan daha az bir gelirle ve açlık
tehlikesi ile karşı karşıya yaşamak durumunda kalacağını, yine aynı
tarih itibariyle aynı oranda insanın temiz ve güvenilir içme suyu olanaklarından
yararlanamayacağını vurgulamaktadır. Johannesburg Zirvesinde bu dramatik
tablonun önlenmesi sorununun az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin iç
ve ulusal sorunları olmadığı, uluslararası ölçekte önlemler alınması
gereği ve bunun sürdürülebilir kalkınma hedefinin kaçınılmaz bir parçası
olduğu da önemle vurgulanmıştır.
Yoksulluk sorunu az gelişmiş ülkelerde çok daha dramatik bir biçimde yaşanıyor
olsa da, gelişmiş ülkelerin bu sorundan tümüyle azade olduklarını söylemek
de mümkün değildir. Gelişmiş ülkelerde bu sorunun siyasal alandaki yansımalarına
ve bunlardan kaynaklanan zor kullanmaya yönelik 'devlet' politikalarına yakın
geçmişte tanıklık edilmiştir. Gelişmiş ülkelerde artan işsizlik ve
yoksulluk, Avrupa coğrafyasında aşırı sağcı - milliyetçi politik çizginin
son 50 yıllık süreç içinde yeniden güç kazanmasına yol açmıştır. 11
Eylül olayları da, yoksul güney ile zengin kuzey arasındaki çatışma alanının
önlem alınmadığı takdirde giderek genişleyeceği düşüncesinin
benimsenmesine neden olmaktadır. Amerika Birleşik Devletlerinin 11 Eylül
olaylarından sonra izlediği müdahaleci ve gerilim yaratan politikası, müdahale
edilen Ortadoğu ülkeleri açısından giderek yoksulluğun artması sonucunu
doğurmakta, bölgedeki savaş senaryoları dünyadaki kutuplaşmayı ve çatışmayı
yeni bir mecraya sürüklemektedir. Afganistan'a yapılan askeri müdahalenin
sonuçları ortadadır. Dolayısıyla, yoksullaşmayla askeri faaliyetlerin
artması arasında doğrudan bir ilişkinin bulunduğunu belirtmek
gerekmektedir.
Ülkemizdeki mevcut durum yoksulluk açısından irdelenirken "kişi başına
düşen GSMH" bir değişken olarak alındığında, Türkiye'nin OECD ülkeleri
arasında kişi başına en düşük gelire sahip ülke özelliğini uzun yıllardır
koruduğu gözlenmektedir. Bu düşük gelire ülkedeki %20'lik zengin kesimin
toplam gelirin %50'sine sahip olması şeklindeki gelir dağılımı adaletsizliği
de eklendiğinde ülkemizdeki yoksulluğun ulaştığı boyutlar ortaya çıkmaktadır.
Aynı tablo bölgeler açısından irdelendiğinde ise yukarıda belirtilen
rakamların mekansal yayılımı da ortaya çıkmaktadır. 1994 rakamlarına göre
toplam hane halklarının %42'sini barındıran Marmara ve Ege Bölgesi toplam
gelirin %52'sini almaktadır. Toplam hane halklarının %16'sını barındıran
Doğu ve Güneydoğu Bölgesi ise toplam gelirin %10'u ile yetinmektedir. Yapılan
araştırmalara göre ülkemizde hane halklarının %20'si, bireylerin ise %35'i
yoksullukla karşı karşıyadır. Yine benzer araştırmalarda, yoksulluğun bağlı
olduğu faktörler ise kırda yaşamak, düşük öğrenim düzeyine sahip
olmak, sosyal güvencesiz işlerde çalışmak ya da işsiz, hasta ve yaşlı
olmak olarak sıralanmıştır. Yani özetle ülkemizin dünyanın kişi başına
düşen geliri en düşük ülkelerinden biri olmasına, gelir dağılımındaki
bölgesel ve sınıfsal adaletsizlikler ve diğer sosyal faktörler eklendiğinde;
"yoksulluk sorununa çözüm bulma" konusunun ülkemizin en acil gündemlerinden
birini oluşturduğu anlaşılmaktadır.
Ülkemizde yoksulluğun uzun yıllardır süregelen bir sorun halini alması,
toplumun orta kesimlerinin sürekli bir erime içerisine girerek yoksul sınıflara
dahil olmaya başlaması süreci, ülkemizdeki siyasi dengeleri de çok değişken
kılmaktadır. Özellikle son on yılda batı demokrasilerinin aksine merkezdeki
siyasi oluşumlar yerine, sürekli olarak kültür temelli radikal siyasi oluşumların
itibar görmesinin en önemli nedenlerinden biri bu sürekli yoksulluk ve orta
kesimlerin erimesi sürecidir. Bu politik zeminin ise sosyal alanda yarattığı
kutuplaşma ve toplumsal gerilimler, toplumda etnik ve bölgesel, sınıfsal ve
cinsel ayrımcılığın dayandığı temellerin ise önde gelenlerini oluşturmaktadır.
Yoksulluk ve yarattığı sorunların ağırlaşmasına ve derinleşmesine
paralel olarak, başta büyük kentlerimiz olmak üzere kentlerimiz, bu sorunun
yoğunlaştığı ve somutlaştığı mekanlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yaşanan yoksulluk ve yarattığı sorunlar, kentleri öncekinden çok daha
dramatik boyutlarda bir krizin içine itmektedir. Büyük kentler zengin
gettoları ile yoksul gettolarının oluşturduğu bir çelişki yumağı haline
gelirken, gerek kentsel hizmetler, gerek yaşam düzeyi, gerekse de mekan
standartları açısından birbirinden yalıtılmış bu mekanlar arasındaki
fark giderek açılmaktadır. Yoksul mahallerinin kendisi ise barındırdıkları
sosyal huzursuzluk ve patlama potansiyeli nedeniyle kendi başına ayrı bir
problemi oluşturmaktadır. Son on yılda özellikle İstanbul'da yaşanan bir
kaç örnek olay bu gerilimin boyutlarını yansıtmaktadır. Yoksulluk kronikleştiği
sürece bu patlama ve sosyal huzursuzluğun boyutlarının da genişleyeceği
ortadadır.
Yukarıdaki tablonun doğal bir sonucu ise kentlerin merkezlerinin giderek
çöküntü alanı haline gelmesi ve ortak yaşamı yansıtan sosyal, kültürel
işlevlerinden arınması olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumun farklı sınıf
ve kesimlerinin, kent yaşamının çeşitli evrelerinde bir araya geldikleri
kamusal etkinliklerin ve mekanların giderek yok olması beraberinde yabancılaşma
ve benzeri olumsuz sonuçları getirmektedir. Paralel bir sürecin devletin ve
yerel yönetimlerin sosyal işlevlerini de budadığını düşündüğümüzde
kentlerin son bin yıllık "uygarlığın kamusal mekanı olma"
misyonunun bile tehlikeye girmesi söz konusudur.
Oda olarak, gerek kentlerin işlevlerinde gündeme gelen bu türden
tehlikelerden gerekse de kentlerde yaşanan parçalanma başta olmak üzere çeşitli
yoksulluk ve yoksunluk göstergelerinden bağımsız ve bunlara çözüm üretme
perspektifinden yoksun bir planlama kurumunun ve anlayışının eleştirilmesi
gerektiğini düşünmekteyiz. Bu eleştiri, planlamanın fiziksel çevrenin
gelişimi ve denetimi ile ilişkili 'dar' anlamından kurtarılması hedefini de
içermelidir. 'Dar' anlamının ötesine geçemeyen planlamanın toplumla sağlıklı
bir ilişki kurabilmesinden söz etmek de mümkün değildir. Türkiye'nin
planlama ve kentleşme tarihi bu durumun örneklerini oldukça çok sayıda barındırmaktadır.
Planlamanın ülke ve bölge ölçeklerinde kaynakların dağılımının
rasyonel biçimini belirleme işlevi göz önünde bulundurulduğunda, üst ölçekli
planlamanın kentler ve bölgeler arasındaki gelişme farklarının
giderilmesinde uygun bir araç olabileceği anlaşılacaktır. Daha alt ölçeklere
inildiğinde ise, gerek yoksulluğun yoğun olarak yaşandığı ve sorunsallaştığı
alanların, kentli haklarının sağlandığı kentsel çevrelere dönüştürülmesinde
gerekse de kentsel yaşamın yok olmaya başlayan kamusallığının kente geri
kazandırılmasında yine planlama kurumuna önemli görevler düşmektedir.
Burada üzerinde durulması gereken konu, her ölçekteki planlara ve planlama sürecine,
piyasanın ve yatırımcıların kısa vadeli çıkarları ve yer seçme eğilimleri
karşısında toplumun uzun vadeli hedefleri doğrultusunda düzenleyici olma gücünün,
kazandırılmasıdır. Böylesi bir gücün kazandırılmasında kentsel rantların
işlevi ve boyutu görmezden gelinemez. Kentin ve toplumun kolektif eylemliği
sonucunda oluşan değer artışları ve rantlar üzerinde etkin bir denetim
kurabilen ve bunların kamuya ait olan bölümünün yoksulluğun çeşitli biçimlerinin
giderilmesinde kullanabilen bir planlama kurumu, toplumla sağlıklı bir ilişki
kurabileceği gibi toplumun son seçimlerde de gözlenen siyasal taleplerine de
kendi olanakları çerçevesinde cevap olabilecektir.
Bu yıl 26.sı gerçekleştirilen Dünya Şehircilik Günü Kolokyumunda yapılacak
tartışmaların ve geliştirilecek görüşlerin, ülkemizin planlama ve kentleşme
alanındaki sorunlu yapısının daha adil, daha eşitlikçi ve sağlıklı
kentsel ve toplumsal ortamlar yaratılmasını sağlayacak bir yapıya dönüşmesinde
önemli katkıları olacaktır ve TMMOB Şehir Plancıları Odası bunun takipçisi
olacaktır."
Arkitera
|