Melih Birsel, Utarit İzgi, Engin
Omacan... Mimarların 'hazan' mevsimi
En sevdiğimiz türküler ve şarkılar neden hep ''ayrılık'' ve ''hüzün''
üstünedir?..
Kaç gündür benim de kulaklarımda işte o ''nihavent'' şarkı... Şekip
Ayhan Özışık 'ın:
''Yine hazan mevsimi geldi,
Yine yapraklar rüzgârların peşi sıra gidecek...''
Önce sevgili Melih Birsel bu mevsime yakalandı... Ocak ayında Bodrum
'dayken, eminim ki yine bir ''mimari aymazlığa canı sıkılırken'' , o hep
mesleği ve kentlerimizin mimari değerleri için çarpan yorgun kalbini rüzgârlara
teslim etti...
Ardından zarif hocamız Utarit İzgi... Geçen yıl da Mimarlar Odası'nın
''Sinan Ödülü'' nü almak için Ankara'ya gelememişti... Demek hazan mevsimi
o zamandan yakasına yapışmıştı...
Önceki hafta Saynur Gelendost 'un ardından öylece bakakaldığımız günlerde
de mimarlığımızın insana ve mesleğine sevdalı neferi, her yönüyle bir
Anadolu bilgesi Engin Omacan 'ın bu nankör dünyaya ''artık yeter'' demesiyle
sarsıldık.
İstanbul, orada mısın?..
Melih Birsel'i yitirdiğimizde, hemen gözümün önüne ''İstanbul'' geldi...
Acaba kimin kendisine veda ettiğinin farkında mıydı?..
İstanbul bunu bilse de dili yok ki!.. Ama, sözde ''temsil'' edenleri vardı...
Neden ''İstanbul adına'' koşup, son yolculuğunda omuz vermediler?.. Neden o
bütün bir yaşamını, duygularını, her şeyini adadığı İstanbul
sevgisine, bir tutam çiçekle bile olsa ''teşekkür'' etmediler?
Melih Birsel, son zamanlarda da yüreğinin kalan gücünü yine İstanbul'a
bir ''Mimar Sinan Müzesi'' kazandırmaya ayırmıştı... Sinan 'ın yapıtlarıyla
gurur duyan İstanbul yöneticileri, neden buna bile destek sözü vermemişlerdi?..
'Akademi' gibi mimar
Sadece okuldaki hocalığında değil, meslek yaşamındaki örnek tutumlarıyla
da tam bir ''Akademili'' olarak, hem öğrencilerine hem de müşterilerine hep
''insana ve çevreye saygılı mimarlık'' dersi veren Utarit İzgi için ne
demeli?
Şimdi ''MSÜ'' denilen Güzel Sanatlar Akademisi 'ndeki 1970'lerin bugünden
çok daha ileri ve çağdaş eğitim ortamında, demokratik ve özgür yüksek
öğrenimin de ''temel tasarımcıları'' arasında, en önlerde yer almıştı...
O yıllarda öğrencisi olmak bizim için ne denli büyük şanssa, ilerleyen
yıllarda da ''meslek etiğini'' yine ondan öğrenmek o kadar eşi bulunmaz bir
kazanım gibiydi... Toplumun mimarlardan ''uzaklaştığı'' yönündeki bir yakınmaya
karşı söylediklerini anımsıyorum: ''Mimar da ancak severse sevilir...
Kenti, doğayı, insanı sevmeyen mimarı, halk neden sevsin ki?..''
...Ve 'sevgiyi' örgütlemek...
İşte bu sevgiyi hem tüm mimarlara yaymayı, hem de aynı sevgiyi ''örgütlü
bir kuruma'' dönüştürmeyi de ancak Engin Omacan üstlenebilirdi...
Yüreğinde yanıp duran ''mimarlık mumlarının'' sıcaklığını meslektaşlarıyla
bir ömür boyu paylaştıktan sonra, 1997'de kurulan ''Mimarlık Vakfı'' nın
(MİV) da öncü ve belirleyici mimarı oldu...
Mimarlar Odası'nda 1960'lardan bu yana süren meslek ve insanlık kavgasının
birikimleriyle yarattığı MİV'in gelişmesinde, sonsuza dek kendisine ait
olarak kalacak bir ''müelliflik'' hakkına da özverili ve onur yüklü imzasını
attı...
Cumartesi (08.03.2003) günkü anma toplantısında Engin Omacan hakkındaki
konuşmaları dinlerken, aynı nihavent şarkının bu kez de ikinci bölümündeki
sözler kulağıma takıldı kaldı:
''Gelecek, belki de o zaman;
Ne o yapraklar, ne o rüzgâr ve ne o ben olacağım...''
Mimarların hazan mevsimi daha ne kadar sürecek?..
Oktay Ekinci - Cumhuriyet
|