Mimarlık kültüründe 'DAM' okulu
Kimlikli ve uygar bir çevre için önce toplumun mimarlık kültürünü
geliştirmek gerekiyor. DAM'ın bir "belediye hizmeti" olması da bu
nedene dayanıyor.
Her yönüyle ''planlanarak'' ve ''tasarlanarak'' geliştiğini, kaldırımından
meydanlarına, bekçi kulübesinden gökdelenine kadar hemen tüm mekânlarında
açıkça kanıtlayan Frankfurt 'tayız...
Kentin İkinci Dünya Savaşı'ndaki ''harabeye dönmüş'' durumunu gösteren
kartpostallar da olmasa, karşınızdaki mimarlık ve şehircilik gösterisinin
sadece yarım yüzyıllık bir geçmişi olduğunu tahmin bile edemezsiniz...
Hele o ''savaş öncesi'' durumlarından daha da bakımlı ve özgün yüzleriyle
sokakları, meydanları süsleyen eski binalar... Restorasyonun ötesinde, ''geçmişi
yeniden yaratmanın'' en özenli örnekleri olarak fotoğraf makinemizde film bırakmıyorlar...
En az bunlar kadar insana ve kente saygılı yüksek ofis binaları da
bizdeki gibi mahalle aralarında ya da rasgele ve yan yana sıralanmış değiller.
Geniş alanların içinde çevreleriyle birlikte ''etüt'' edildikleri için
Frankfurt'u ve halkı ''ezmeden'' yükselerek silüete ekleniyorlar.
Arsalardaki imar rantını çoğaltmak için değil, çağdaş mekân
gereksinimlerinin kentle bütünleşerek karşılanmasını hedefleyerek
tasarlandıkları için de geçmişin birikimlerini yok etmeyen bir geleceği
karşılıyorlar...
Kente yakışan müze...
İşte mimarlıkla böylesine sarmaş dolaş bir kentteki en popüler ve en çok
ziyaretçisi olan kültürel mekânlardan biri de yine doğrudan mimarlığa
adanmış...
Kısaca ''DAM'' denilen Alman Mimarlık Müzesi (Deutsches Architektur
Museum) Frankfurt'a o kadar yakışıyor ki, bunu en çok kıskanan da yeni başkent
Berlin olmalı...
Çünkü ''birleşmenin'' coşkusuyla birlikte sosyalist ve kapitalist kent
dokularını yeniden bütünleştirebilmenin daha önce hiç yaşanmamış
sorunlarıyla baş başa kalan Berlin'de de son yıllarda dünyanın belki de en
''hummalı'' mimarlık ve şehircilik yarışı var; ama, doğrusu,
Frankfurt'taki uygulamaların ''rasyonel ve kişilikli'' tavrı bir başka...
Berlin'de, yine sanki bu arayıştan olacak, kenti yeni başkent ve yeni bir
uygarlık merkezi yapma uğruna, adeta ''akla ne gelirse'' binalara dönüştürülürken,
Frankfurt'ta ise akla gelen eğer ''kente yakışıyorsa'' , onun gerçekleşmesine
özen gösteriliyor...
Nitekim DAM da tam bu tavrın bir simgesi olarak, mimarlığın çağdaş
gelişmelerini arşivlemeye ve tanıtmaya ağırlık verdiği müze binası için
bile 19. yüzyıla ait bir ''saray yavrusu'' binayı yeğlemiş...
Frankfurt'un Main Irmağı kenarında, ''müzeler sahili'' denen bölümünde,
benzer tarihi yapılardaki Sinema Müzesi, Plastik Sanatlar Müzesi, Dünya Kültürleri
Müzesi ve diğerleriyle ''komşuluk'' içinde hizmet veriyor...
Böylece insanlar daha müzeye giderken bile mimarlığın da bir yaratıcılık
zenginliği olduğunu anımsatan ''kültür bölgesinde'' bulunmanın yarattığı
duygular içinde, uygarlık tarihine imza atmış bir sanatla buluşuyorlar...
DAM'daki sergileri görmeye gelen meraklı kalabalıklar arasında mimarların
belki de azınlığı oluşturmaları ise işte bu sanatın da aslında bir
''toplumsal kültür'' ürünü olduğunun göstergesi gibi...
Zaten, DAM'ı Frankfurt'a ve Alman mimarlığına kazandıran da ne mimarların
meslek kuruluşları ne de mimarlık okulları... Bu müzeyi 1980'de kuran da yöneten
de ''belediye'' ; yani halkın yerel yönetimi ve temsilcisi...
Hasan Çakır'nı özlemi
Bize bütün bunları anlatarak DAM'ı gezdiren ve Frankfurt Mimarlar Birliği
'ne kayıtlı olması nedeniyle müzenin de ''doğal üyesi'' sayıldığı için
3 Euro 'luk giriş ücretini ödemeden sergilerle buluşmamızı sağlayan mimar
Hasan Çakır 'ın, ikide bir; ''bizdeki belediyeler de bunu yapsalar...'' diye
iç geçirdiği özlemine ne denir bilmem...
Ancak, Hasan'ın asıl haklı olduğu yan, Türkiye'nin de tarihsel mimari
zenginliğinden gurur duyarak ve onu koruyarak çağdaş mimarlığını geliştirebilmesi
için, mimarlarla birlikte toplumun da bu kültürel bilinçle yeniden buluşması,
bunun için de böylesi müzelerin asıl bizde çok acil ve önemli bir
gereksinme olarak sayılması...
Tarih, Niemeyer, 11 Eylül...
Örneğin, o günkü ziyaretimizde, DAM'da bulunanlar 3 sergiyle bu duyguları
yaşıyorlardı.
Birincisi, ''daimi sergi'' olarak binanın 2 katını kaplayan: ''Barınaktan
Gökdelene'' adlı mimarlık ve şehircilik tarihi gösterisi... Aralarında
Anadolu 'dan Çatalhöyük gibi örneklerin de bulunduğu en eski insan yerleşimlerinden
ünlü antik kentlere ve ortaçağ ''burg'' larından günümüz kent dokularına
kadar hemen her çağa ait örneklerin ''restitüsyon (eskisi gibi canlandırma)
maketleri'' ile tanıtıldığı sergi, anlatılamaz etkiler yapan bir ''zaman içinde
yolculuk'' sunuyor...
Mimarlığın bu binlerce yıllık gelişimini ''gözle'' gördükten sonra,
ünlü Brezilyalı mimar Oscar Niemeyer 'in yaşamöyküsü ve mesleki ürünlerini
tanımak, geçmişle olan yaratıcılık bağlarının çağdaş mimarideki başarılarda
ne denli önemli olduğunu anlatmaya yetiyor... 96 yaşında olan ve ''modern
mimarlığın'' önde gelen kahramanları arasında yer alan Niemeyer,
sergisinin 1 Mart 2003'teki açılışına ''uçak yolculuğunu sevmediği'' için
gelmediğini bildirmiş ve Brezilya'dan şu mesajı göndermiş: ''Ayrıca,
Alman hükümetinin Irak'taki savaşa karşı barışı savunan tutumunu da 20.
yüzyılın tanığı bir mimar olarak yürekten kutluyorum...''
Aynı yüzyılın yeni bir çağa doğru en dramatik olaylarından ''11 Eylül
2001'' şokunun mimarideki ''arayışına'' ait yarışma sergisi de DAM'ın 3.
katında, yani galeriler bölümünün ''damında'' idi... New York'ta yerleri
''boş'' bekleyen eski Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin arsasına tasarlanan
''anıtsal projeler'' e ait panoların ve maketlerin önünden saygılı bir
sessizlik içinde geçenler, ''uygulama'' için seçilen kadar diğerlerini de
dikkatlice inceliyorlardı...
İşte bu 3 sergiyi birlikte görmenin mimarlık kültürüne olan katkısını
da yine Hasan Çakır şöyle özetliyordu: ''Tarihe bakıp, sonra çağdaşın
doruğuna çıkmak ve ardından mimari ile anıları buluşturmak... Bir okul
gibi değil mi?''
O gün biz de Kerem 'le birlikte DAM'dan mezun olmanın yeni birikimleriyle
Frankfurt'u dolaşıp birkaç gün sonra da ülkemize döndük... Darısı
''herkesin'' başına...
Oktay Ekinci - Cumhuriyet
|