Girit’in
incisi Hanya
Osmanlı'nın adada ilk ele geçirdiği kent olan Hanya, labirenti andıran
kaldırım taşlı sokakları, cumbalı evleri, aşı boyalı binaların süslediği
limanı, rengarenk Kapalı Çarşısı ile tam bir Akdenizli. Komşu kent
Retimno da güzellikte Hanya ile yarışıyor. Bu iki kenti gördükten sonra
insan Girit'i daha çok seviyor.
'Hanya'yı da Konya’yı da anlarsın!..' Bir zamanlar hem Hanya'yı hem de
Konya'yı sınırları içinde barındıran Osmanlı'dan kalma bir deyim. Sözlükte
bu deyimin ne anlama geldiği şöyle açıklanıyor: 'Dünyanın kaç bucak
olduğunu anlamakla eş anlamlı... Dünyada ne gibi dalavereler, ne gibi güçlükler
olduğunu yaşayarak öğrenmek...' Girit'in kıvrımlı sahil yolundan Hanya'ya
doğru ilerlerken, aklıma nedense bu deyim takılmıştı. Birkaç saat içinde
Konya'dan sonra Hanya'yı da görüp, dünyanın kaç bucak olduğunu anlayacaktım.
Hanya'nın bugününü anlatmadan önce, dününe bakmakta yarar gördüm;
1645 yılının 2 Haziran Pazar günüydü. Osmanlı ordusu Hanya'ya çıkmış,
tepeleri işgal etmişti. Evliya Çelebi 'Seyahatname' de kuşatmayı şöyle
anlatmıştı:
'Donanma sabah ezanından önce, adanın kuzey yanında, Todori adlı kalenin
karşısında, süt liman bir havada demir bıraktı... Serdarın fermanı ile bütün
çadırlar, otağlar Hanya kalesinin doğu, batı, güney taraflarına, top
menzilinin uzağına kuruldu... Serdar otağına inmesiyle birlikte bütün
amele, 40 bin kadar kazma ve kürek ile gelip, yedi koldan sıçan yolları açmaya
başladılar... Hanya kalesi yedi koldan kuşatıldı. Yedi gün yedi gece
dakika kaybetmeden 40 bin top, yüz binlerce tüfek, binlerce kumbara atıldı.
Yedi gün içinde bin adam şehit oldu. Gaziler bu duruma o kadar kızdılar ki,
kalenin yıkılmış yerlerinden içeri girip, kelleler, diller, esirler
getirmeye başladılar... Serdar kelle getirene elli altın, dil getirene yüz
altın ihsan etmeye başladı...'
440 yıl Ada'ya hakim olan Venedikliler kaleyi öylesine kuvvetlendirmişlerdi
ki, hemen her saldırı başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Ama Osmanlı ordusu
kaleyi almakta kararlıydı. Kuşatmadan 54 gün sonra Venediklilerin direnişi
kırıldı. 19 Ağustos'ta beyaz teslim bayrağını çekmek zorunda kaldılar.
Çünkü ortalık kan gölüne dönüşmüştü.
Osmanlı'nın İzleri
İşte o kanlı savaşın yapıldığı limanın kıyısındaki bir kahvede
oturuyordum. Hava ılık bir bahar gününü andırıyordu. Masmavi gökyüzünde
parıldayan güneş, kış başında bile yakıyordu. Çevredeki restoranlara,
hediyelik eşya satan dükkanlara, kahvelere bakılırsa burası, yaz aylarının
cıvıl cıvıl mekanlarından biriydi. Limanın kıyısındaki pastel sarı
boyalı evlerin mavi sularda yansıması, güzel bir görünüm sunuyordu.
Osmanlı Girit'te ilk burayı fethetmiş, uzun yıllar buraya hükmetmişti
ama onlardan geriye pek eser kalmamıştı. Limanın ucundaki Yeniçeri Camii,
Girit'te Osmanlı’yı anımsatan ender yapılardan biriydi.
Restore edilmiş yapının çevresinde dolaşıp, hem caminin, hem
Venediklilerden kalma deniz fenerinin, hem limanı çevreleyen mor çiçekli gündüz
sefalarıyla sarmaş dolaş olmuş evlerin fotoğraflarını çektim.
Sonra arada bir görüntüye giren cumbalı evlerin süslediği daracık, gölgeli
sokaklarda yürüdüm. Kaldırım taşlarıyla döşenmiş o daracık
sokaklarda, kendimi bir labirentte dolaşıyormuş gibi hissettim. Hálá çiçeklerini
dökmemiş begonvillerin sarıldığı cumbalı evleri, oksit yeşiline boyanmış
pencere kepenklerini, çivit mavisi pervazlarla süslü taş binaları görünce,
gerçek Akdenizli bir mekanda olduğumu anladım.
Küçük dükkanlara girip, ölçüye göre yapılan geleneksel Girit çizmelerinin,
ünlü sandaletlerin yapımını izledim. Bıçakçılar Çarşısı'nda, Bursa
bıçağının atası olduğu öne sürülen, üstünde mani yazılı Girit çakısından
satın aldım.
Kapalı Çarşı'da kendimi renk cümbüşü içinde buldum. Yan yana dizilmiş
manavlarda bildik bilmedik birçok sebzenin sergilendiğini gördüm.
Kışın başında bu kadar sebzeyi sergileyen manav tablalarının, baharda
çıkacak otlarla ne hale döneceğini düşlemeye çalıştım. Balıkçılarda,
Girit denizinin ne kadar cömert olduğunu görüp şaşırdım. Onlarca şifalı
otun, ünlü Girit zeytinyağının, çeşit çeşit zeytinin, şarabın, rakının,
hediyelik eşyaların sergilendiği dükkanlara 'yasas-merhaba' diye diye diğer
kapıdan çarşıyı terk ettim.
Bir başka Güzel
Çarşıdan sonra Splantzia semtine gittim. Buranın eski bir Müslüman
mahallesi olduğunu biliyordum. Büyük taşlarla döşenmiş daracık
sokaklarda, ferforje ile süslenmiş balkonları, ahşap cumbaları, bir işgalciden
diğer işgalciye durmadan el değiştiren taş evleri görünce burada yaşayanları
kıskandım. Bir yanında çan kulesi, diğer yanında ise külahı düşmüş
bir minare bulunan, göçten sonra kiliseye çevrilmiş olan Sultan Camii'nin
karşısında geçmişi düşlemeye çalıştım.
Hanya'yı dolaştıkça, buranın keyfine varmak için birkaç saatin
yetmeyeceğini anladım. Ama ne var ki bir cahillik etmiş, bu muhteşem kente
bu kadar kısa zaman ayırmıştım. 'Bir dahaki sefere tadını çıkartırım'
kandırmacasıyla Hanya'ya veda ettim.
Kıyı kıyı Retimno'a (Resmo) döndüm. Buranın kuzey kıyılarının en güzel
-Hanya kadar- kentlerinden biri olduğunu biliyordum. 15 Kasım 1646 yılı Deli
Hüseyin Paşa tarafından anahtarı teslim alınan kent, Venedik döneminde
sanat ve edebiyat merkezi görevini üslenmişti. Kent öylesine güzeldi ki
bundan etkilenen Deli Rüstem Paşa, 10 bin kagir eve, 50 kiliseye ve 150’den
fazla saraya dokunulmaması konusunda kesin emir vermişti. Paşa ayrıca, esir
Venediklilerin tümünü de serbest bıraktırmıştı. Retimno zaferi İstanbul'da
üç gün üç gece kutlanmıştı. Kent ahalisi de, bu kahraman paşanın at üstünde
bir tablosunu yaptırıp Venedik'e göndermişlerdi.
İç Limanda Ziyafet
Kenti gezmeden önce rıhtımın sonundaki iç limana gittim. Niyetim karnımı
doyurmaktı. Zaten Girit'te öğle yemeği vakti -ikindi- gelmişti. Açık tek
restoranın -Adı: Knossos- deniz kıyısına konmuş bir masasına demir attım.
Kıyıda benden başka iki aşığın oturduğunu gördüm. Elimdeki kitapta, bu
küçük limanın yazın çekilmiş bir fotoğrafı vardı. Tüm kıyı ışıl
ışıldı. Gördüğüm kadarıyla da tüm masalar doluydu. İç limanın şimdiki
mi, yoksa yazlık hali mi daha iyiydi onda kararsız kaldım. Şimdi -kış başı-
romantik bir yalnızlık, yazın ise şen ve şuh kahkahalar vardı.
Saçı usturaya vurulmuş, uçları yukarı kıvrık yeniçeri bıyıklı,
kulağı küpeli 'patron-garsona' sipariş verdim. Hanya'nın yorgunluğunu
gidermek için Çikudya -Girit rakısı- ısmarladım. Çevrede romantik bir
sessizlik ve yalnızlık vardı. Görüntü bir fotoğraf karesini andırıyordu:
Ağları toparlanmış balıkçı motorları, balıktan umudunu kesmiş birkaç
yaşlı martı, biraz sonra masaya gelecekleri merakla bekleyen 4-5 kedi...
Peksimetli, beyaz peynirli salataya bol Girit zeytinyağını döktüm. Biraz da
ahtapot salatasıyla, papalina tava ısmarladım. Mevsim kış olduğu için
zeytinyağlı otlar yoktu. Kabak çiçeği dolması da mönüden çıkarılmıştı.
Küçük bir tabak da fava söyledim. Keçi peynirini de ihmal etmedim.
Aslında gelmeden önce okuduğum Ahmet Yorulmaz'ın 'Girit'ten Cunda'ya' adlı
kitabından, yemek konusunda ipuçları edinmiştim. Örneğin mevsiminde
gelseydim, 'Tekir'e zeytinyağı yakışır, fakat barbunu tava yapacaksan onu
tuzlu tereyağında kızartmak gerek' diye garsona ukalalık yapacaktım. Ama ne
tekir ne de barbun vardı. Ukalalığım kursağımda kaldı. Patron-garson
servisi bitirip, bir köşede kitabına daldı. Ben de acelesiz, yudum yudum
limanın sessizliğinin keyfini çıkardım.
Camisiz Minare
Masadan kalktığımda gölgeler uzamaya başlamıştı. Dudağımda bir ıslık
-melodisi meçhul- palmiyeli rıhtımda, yaz düşleri kura kura yürüdüm.
Sonra bir aralıktan arka sokaklara saptım. Selam verenlerin selamlarını ala
ala Nerantes Camii'nin (Turunç Camii) önüne çıktım. Eski bir kilise olan
bu binayı Osmanlı camiye dönüştürmüştü. Bina son dönüşümde ise
konser salonu olmuştu.
Yani duaların, ilahilerin yerini havada uçuşan şen şakrak notalar almıştı.
Her şeyini kaybeden caminin bir tek minaresi sapasağlam duruyordu.
Retimno'nun sokakları boştu. Çoğu kahve ve restoran kapalıydı. Yazın
omuz omuza yürünen, barların sıra sıra dizildiği Plastira Meydanı'nda
dahi in cin top oynuyordu. Yazlık kent kendi kendine kalmıştı. Misafir
olarak bir ben vardım bir de birkaç tane şaşkın Japon. Telaşsız gezimi gün
batımına doğru bitirip, sora sora dönüş yolunu buldum.
Bu hafta da hesabım çarşıya uymadı ve Girit anlatımını bitiremedim.
Haftaya diğer sahilleri, iç kesimdeki yüce dağları ve Kandiye'yi anlatmak
niyetindeyim. Tüm okurlarıma sağlıklı, mutlu, barış dolu, kansız yeni
bir yıl diliyorum.
Hürriyet - Mehmet Yaşin
|