Dünya mirası 'risk' altında
İstanbul, 28 Mart 2004 seçimlerine ''demokratik beklentilerle'' değil,
''kentin yağmalanmasına dayalı bir çıkar örgütlenmesinin'' 10 yıllık
siyasi birikimleriyle hazırlanmaktadır.. Yaklaşan ''depremini'' de işte bu
kent kültürü yoksunu ama ''bol kazançlı'' birikimin ''çürük ve göstermelik
kentleşmesiyle'' karşılamaya aday görünmektedir...
Geride kalan 10 ''İslambolcu'' yılın sonunda, bütün bu duyarsızlıkların
ve özellikle de ''imar rantı ile dinci örgütlenmeyi'' hedefleyen uygulamaların
sonucunda, İstanbul'un düştüğü durumun uluslararası kültür ve çevre
kurumlarına ait gözlemlere göre de özeti şudur: ''Dünya Mirası risk altında...''
İstanbul, hem taşıdığı tarihsel birikimlerinin zenginliği, hem de 2600
yıldır ''kesintisiz'' sürebilen bir kentsel yaşamın, üstelik 3 büyük
imparatorluğa da başkentlik yaparak kazandığı eşsiz uygarlık değerleriyle
birlikte, 1985 yılında UNESCO tarafından ''Dünya Mirası'' listesine alınmıştı.
Bugün ise aynı UNESCO'nun yetkilileri, geçen süre içinde böylesi bir
evrensel onura yakışır hemen hiçbir ciddi koruma uygulamasının yapılmadığını
görmekle kalmayıp hatta bu listeye adaylık için düzenlenen dosyalarda 18 yıl
önce ''örnek'' gösterilen tarihi yapıların bile ''çökmek üzere''
olduklarını saptayarak ''İstanbul'u risk altındaki miras listesine
aktarabiliriz..'' diyorlar...
Bu durum gerçekleşirse, aynı şekilde ''risk altında miras'' listesinde
bulunan Afganistan'daki ünlü Buda heykelleri ile İstanbul'un yazgılarının
ortaklığı da tescillenecek... Ancak, buna neden olan yönetimlerin siyasi
kimlikleri bir yana, asıl Türkiye kültürel geçmişine karşı ''Talebanla''
aynı ilkellik ve çağdışılık kategorisini paylaşacak... Bu onur kırıcı
sürecin özetini de yine UNESCO miras listesi sorumlularından Minja Yang, son
aylarda sıkça katıldığı İstanbul toplantılarından birinde bakın nasıl
yapmıştı: ''İstanbul'a hayran olmak çok kolay; bu kente karşı başka bir
duygu zaten olanaksız... Ama, yok edilen mirası seyrederek hayran olmayı da
ben burada görüyorum...''
Ruhsat yerine 'kefen'
Gerçekten, sadece 27 Mart 1994'te kentin yönetimine gelen Recep Tayyip Erdoğan
döneminde değil, 1999 yerel seçimlerinde de bu görevi ''aynı çizgide''
devralan Ali Müfit Gürtuna 'nın son 5 yıllık görev döneminde de Büyükşehir
Belediyesi'nin sayısız yayınında şu söz dillerden düşmemiştir: ''İstanbul'a
hizmet ibadettir...''
Ne var ki bu ''tapınma'' düzeyinde tanımlanan bağlılığın karşılığında,
İstanbul'a değil ''ibadete'' hizmet öne çıktı... Örneğin, 1999
depremlerinin ardından kentin üzerine kâbus gibi çöken ''büyük İstanbul
depremi'' felaketine hazırlık olarak bile, ''sağlam yapılaşmayı sağlayacak
bir imar disiplini'' oluşturmak yerine, milyar dolarlık bütçeler; ''ölüleri
hemen kefenleyip dini vecibelerle mezarlıklara iletebilecek bir teşkilatlanmaya''
ayrıldı... İnşaat ruhsatından daha çok ''ölü gömme iznine'' verilen değerin
depreme karşı da benzer davranışı sergilendi..
Kurul basan 'Osmanlıcı'lar..
Kentin geneldeki kaçak ve niteliksiz yapılaşma sorunlarının yanı sıra özellikle
Suriçi'ndeki ''Dünya Mirası'' tarihi dokunun yine ''imar rantı hırslarıyla''
daha fazla yok olmaması için, Tarihi Yarımada'nın Koruma Kurulu tarafından
''bütünüyle SİT alanı'' ilan edildiği 1995 yılından bu yana ise 9 yıl
geçiyor.
Yasa gereği, bu kararı izleyen ''bir yıl'' içinde hazırlanarak yürürlüğe
girmesi gereken ''Koruma Amaçlı İmar Planı'' ise hâlâ onaylanmış değil...
(Bu derlememizi hazırlarken edindiğimiz son bilgi ise Suriçi Koruma Planı'nın,
üstelik henüz yine uygulamaya dönük olmayan 1/5000 ölçekli nazım plan aşaması
olarak koruma Kurulu'na birkaç ay önce incelemeye verildiği, ancak önemli
eksiklikleri nedeniyle bunun bile onayının yine zaman alabileceği şeklinde...)
UNESCO'nun 1985'teki Dünya Mirası armağanına yakışır bir şekilde,
tarihi yıkan değil yaşatan bir imar düzeninin Suriçi'nde egemen olması
amacıyla ilan edilen 1995'teki SİT kararı öncesinde, özellikle Fatih'in Çarşamba
semtinde yuvalanan ''tarikatçı inşaatçılar'' Koruma Kurulu'nun Süleymaniye'deki
bürosunu basmışlardı...
Takkeli, şalvarlı, cüppeli ve sakallılardan oluşan ve bu giysileriyle İstanbul'da
sanki ''Osmanlı dönemi'' gibi dolaşmaya öykünen ''inançlı'' grup
ramazanda oruç tutmayan kurul üyeleriyle alınan SİT kararının ''günah''
olmasından tutun, adeta ''militanları'' oldukları Büyükşehir
Belediyesi'nin ''itirazına'' rağmen tüm Suriçi'ni korumaya almanın
''demokrasiye'' de aykırı olduğunu bağırmaya kadar, her türlü söylemle
''imar ve inşaat yasağına'' tepki gösterdiler...
Oysa bu kararla, ''giysileriyle de bağlılıklarını gösterdikleri''
Osmanlı döneminden kalma son tarihi dokunun ve aynı dönemin mirası olan
''sivil mimarlık örneklerinin'' artık kurtarılmasının amaçlandığı
anlatılsa bile, ''tarih'' denince sadece ''kutsal kişilikleri'' anlayan,
''tarihi miras'' denilince de sadece ''ibadet mekânlarını'' kabul eden, ama
daha da önemlisi ''iş ve rant kaynakları sadece eski yapıları yıkıp
yerine apartman dikmek'' olan bu ''İslambolcu'' inşaatçıları yatıştırmak
mümkün olmamıştı...
Nitekim, bütün bu tepkilerin ''cesaret'' bulduğu büyükşehir ve ilçe
belediye yönetimlerinin genel düşüncesini de Recep Tayyip Erdoğan zaten şöyle
özetlemişti: ''Koruma Kurulları demokrasiye aykırı, bunları lağvedip
belediyelere bağlamak lazım...''
'En uzun planlama'
İşte bu anlayışın ve özellikle de Suriçi'nde varlığını hâlâ sürdüren
''yeni inşaat rantlarına'' düşkün kesimlerin, sadece tarihsel dokuda değil,
kent yönetimi kültüründe de yarattıkları tahribat nedeniyle, Suriçi
Koruma Planı 9 yıldır ''bitirilemedi'' ...
Çünkü, eğer bilimsel ilkelere göre de biterse, artık bu bölgede
''tarihi ortadan kaldırarak'' değil, tam tersine yaşatarak ve geçmişle
uyumlu bir imar düzeniyle ''Dünya Mirası'' da güvenceye alınacak...
Böylece Suriçi ''takkeli inşaatçıların'' başını çektiği rantçıların
alanı olmaktan çıkıp, tüm ulusun ''uygarlık alanı'' na dönüşecek...
Ne var ki işte bunu da ''imar kazançlarıyla örgütlenen tarikatçılığın''
önünde engel gören ''İslambolcu'' anlayış yüzünden, galiba Ali Müfit Gürtuna
dönemi de Tarihi Yarımada açısından ''plana hasret yıllar'' olarak geride
kalacak...
Eğer UNESCO'nun İstanbul'u ''risk altında miras listesine alma'' uyarısı
gerçekleşirse, bunun yaratacağı ''ulusal onur zedelenmesinin'' önde gelen
sorumluları da son 10 yıldır bu kente hizmeti ''ibadet'' olarak ilan eden,
ancak aynı ibadeti ''yok olan tarihe seyirci kalarak, hatta bunu özendirerek''
yapan yönetimler değil midir?...
Fethin 550. projesi (!)
Kentin geçmişten gelen kimlik değerlerine karşı böylesine yüksek düzeydeki
duyarsızlığın, üstelik ''tarihe bağlılık'' söylemleriyle sürdürülmesindeki
en açık göstergelerinden biri de, ''Fethin 550. Yılını'' kutlama programı
çerçevesinde 2003 yılında ilan edilen ''550 İstanbul projesi'' ydi...
Nasıl hesaplandı ya da nasıl ayarlandıysa, toplam bütçesinin de ''550
trilyon'' olduğu açıklanan bu ''fetih projeleri'' arasında ise tarihi dokuyu
kurtarmayı hedefleyen ne bir toplu restorasyon, ne eski bir semtin ya da
sokakların onarılıp kurtarılması, ne de hiç değilse ''depremi bekleyen''
çok sayıda yıpranmış anıtsal yapılardan bazılarını sağlamlaştırma
gibi, gerçekten ''Fatih'i anmaya'' yakışacak bir örnek vardı...
Bunun yerine, ''asılları bakımsızlığın tahribatını'' yaşayan tarihi
binaların ''maketlerinden'' oluşan bir parka, ''Miniatürk'' adını da
vererek yine trilyonlar harcadılar.
Böylece, tarihe karşı aslında ''mini'' bir anlayışla yetinmenin yeterli
görüldüğü kültür yoksunu bir kent yönetimi çizgisinin de dev bir gösterisini
yarattılar...
Moda'yı çiğneyen yol
Bu çizginin, İstanbul'a hizmet verirken ''kent kimliğini'' gözetmek yerine,
artık otomobilin ana vatanı olan ülkelerde bile çoktan terk edilen ''sürücülerin
konforuna'' dayalı uygulamalarla en özgün semtleri bile tehdit etmesine son
örnek ise ''Moda Otoyolu'' ve bu yolu Kurbağalıdere üzerinden Fenerbahçe'ye
''uçurarak'' bağlamayı öngören ''Münir Nurettin Selçuk Viyadüğü'' !...
2003 yılında, ''Büyükşehir Çalışıyor'' yazılı dev tabelalardan
birinin de Kadıköy'ün tarihi yeşili önüne konulmasıyla ''açığa'' çıkan
bu proje, Moda'nın başlıca karakterini oluşturan ''kıyı semti'' olma özelliğinin
eldeki son deniz kenarı alanlarını da geniş bir ''hız yoluna'' dönüştürüyor...
Bu da yetmiyormuş gibi, ''hızını alamayan'' yol, Kurbağalıdere'ye doğru
hamle yaparak parkı ve dereyi altına alan bir ''asma köprü'' ile kendini
''Boğaziçi'ni aşan soydaşlarına'' benzetip Fenerbahçe mahallesine dalıyor...
Gerçek İstanbul sevgisinin simge ismi M. N. Selçuk'un kemiklerini de sızlatırcasına
adının konulduğu bu projenin gerekçesi ise ''Kadıköy-Bağdat Caddesi bağlantısını
rahatlatmak'' ...
İnşaat hazırlıkları ilerleyince, Moda'nın duyarlı sakinleri, Mimarlar
Odası, sanatçılar, aydınlar ve İstanbul'a saygılı yazarlar bir araya
geldiler... ''Arnavutköylülerin'' de tepelerinden geçecek şekilde planlanan
3. köprüye karşı 2000'lere girilirken başlattıkları direnişe benzer bir
toplumsal tepkiyi örgütleyerek Ali Müfit Gürtuna'nın hâlâ ''sustuğu'' bu
yanlışı durdurmayı başardılar.
Koruma Kurulu da SİT alanında ''kendilerinden izin alınmadan'' başlatılan
bu çevre ve kültür tahribatını ''onaylamadığını'' açıklayınca, Moda
bir nefes aldı ve semtin üzerine çöken bu ''karabasan'' dan şimdilik
kurtulmuş oldu...
Ormanda 'formula' suçu
İstanbul'un yaşam kaynaklarını yine ''otomobil kültürüne bağlı rant
anlayışına'' kurban eden en olumsuz girişimlerden biri ise kentin gözü
gibi korunması gereken ''orman ve su havzası'' değerlerini yakın gelecekte
motor gürültüleri arasında işgale açacak olan ''Formula-1'' arazisidir...
Kentin çevresindeki ''imar kısıtlaması'' olması gereken doğal kaynak bölgelerinde,
''yasa dışı yapılaşmaya'' hep göz yumularak yaratılan ''tarikatçı kaçak
yerleşmeler'' , geçen 10 yıldaki ''büyükşehir himayesini'' de arkalarına
alarak ''belediyeleşme'' süreçlerini de tamamladılar.
Bunlardan biri de yapılarının belki de tümü plansız, imara aykırı ve
orman alanlarını tehdit eder biçimde gerçekleşen Akfırat beldesiydi...
Bu beldenin yerel yöneticileri hakkında; ''imar yolsuzlukları'' yüzünden
değil, sadece ''kökten dinci örgütlenmeler'' yüzünden soruşturmalar açılması,
Türkiye'ye egemen olan genel imar duyarsızlığının hukukun üstünlüğünü
sağlamakla görevli organlardaki ''kent ve çevre haklarına'' olan kayıtsızlığın
da göstergelerinden biri.
Nitekim, Recep Tayyip Erdoğan için de bu derlemede örnekleri verilen çok
sayıda hukuka aykırı imar rantı oyunları bir kenara bırakılarak örneğin
mahkemece defalarca iptal edilen İSKİ yönetmeliğindeki imar talanı
maddelerini her yargı kararından sonra yeniden onaylayıp yürürlüğe sokmasına
bile bir soruşturma açılmadan, sadece Siirt'te okuduğu bir ''şiir'' yüzünden
adaletin devreye girmesi, şimdiki ''demokrasi ve özgürlük lideri'' imajını
elde etmesinde de en güçlü katkıyı yapmış oldu.
'Kente karşı suç'a destek
Oysa, su havzalarını ve ormanları, ''yargıyı atlatarak'' imara açmak,
gelecek kuşaklara karşı da açık bir ''insan hakları ihlali'' olduğu gibi,
AKP'nin 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde ''ağır cezalar getireceğiz''
diyerek ilan ettiği programındaki ''kente karşı suçların'' da doruğundaki
bir davranış biçimiydi...
Eğer zamanında Cumhuriyet Savcıları ve İçişleri Bakanlığı, işte bu
açık ve mahkemelerce de kanıtlanmış suçlara karşı da ''hassasiyet'' gösterselerdi,
Erdoğan şiir okuduğu için değil, ''İstanbul'a ibadet yerine ihanet ettiği''
için yargılanacak, bu nedenle de demokrasinin kahramanı yerine ''siyasi yandaşlarının
imar rantı militanı'' olarak siyasette yerini alacaktı...
Nitekim Erdoğan'ın şimdi ''Başbakanlık'' görevini de işte o ''eski''
belediye çizgisine uygun bir anlayışta sürdürdüğünün son açık kanıtı
da yine Formula-1 için seçilen ormanlık araziye ''hayır'' demek yerine,
temel atma törenine de katılacak kadar etkin destek vermesidir...
Ali Müfit Gürtuna'nın da ''sorumlu'' olduğu metropolün yasalarla koruma
altına alınmış yeşilini ve içme suyunu daha da kemirecek böylesi bir yer
seçimini başından beri engellemeyen tutumu da geçen 10 yıllık ''İslambol''
döneminin kente karşı ''aynı karakteri'' taşıdığının yeni bir göstergesi...
Çünkü Formula-1'in yer seçimi, bu kenti ''şeriatın kuşatmasındaki
metropol'' yapan ve özellikle geleceğin güvencesi doğal yaşam alanlarındaki
arazi, imar ve inşaat rantlarından beslenerek gelişen ''dinci siyasal örgütlenme''
alanları için bir anlamda yeni bir ''güvence'' ...
Tıpkı, yasa dışı işgal bölgelerine ''yerleşme kimliği'' kazandıran
''kaçak camilerin'' üstlendiği misyona benzer bir işlev, Formula-1'in bu yer
skandalına da dincilerin siyasal himayesini sağlıyor...
Bakalım, otomobil fuarlarındaki çıplak mankenlere göterdikleri tepkiyi
de kendi yağma ve iskân alanlarında ''devlet destekli komşuları'' olacak
Formula tesislerindeki benzer fuarlarda gösterecekler mi?...
Cumhuriyet
|