Boğaz’ın Fener'i
Avrupa'nın son köyündeki fener, asırlardan beri aynı tepede,
Karadeniz'den gelen gemicilere yol gösteriyor, gemileri yutmaya çalışan çarpışan
kayaları aydınlatıyor, kralın sofrasından yemek çalan dev kuşların anlatıldığı
efsanelere göz kırpıyor.
Karın yolları kapattığı bir hafta sonunda, Fener'e gidip Karadeniz'in Boğaz'la
kucaklaşmasını seyrettim.
Bu karakış bütün programımı altüst etti. Size karşı da mahcup duruma
düşürdü. Geçen ay konu torbam boşaldı diye yakınmıştım. Bir acele
benim kırmızı katıra -arabam- atlayıp konu peşine düştüm. Meğer karakış
benim yola çıkmamı beklermiş. Kuzeye çıkmaya çalıştım olmadı. Güneye
gideyim dedim onu da beceremedim. Batıya giderken yolumu Balkanlar’dan gelen
fırtına bulutları kesti. Doğuya ise fazla ilerleyemedim. Kar daha yolun başında
işimi bozdu. Aslında benim ‘Kırmızı Katır’ inatçıdır. Bugüne kadar
onunla ne dereler, ne dağlar, ne tepeler aştım. Hiç yolda kalmadım. Ama bu
kez benden önce yola çıkanlar yolları tıkamıştı. Kırmızı katırın
yapacağı pek bir şey yoktu.
Anlayacağınız zemheriye yenildim. Döndüm dolaştım, birkaç günü kar
altında geçirdikten sonra tekrar İstanbul'a döndüm. Hem de torbam boş
olarak. Zaten bu mevsimde hep zorlanırım. Karakışın esaretinden kaçıp
kurtulamam. Onun için de bazı pazarları sayfada yüzümü gösteremem. Onun için
baharı iple çekerim. Baharla birlikte bereket başlar. Ta ki kış geri
gelinceye kadar.
Geçen ay yaşadığım -yoksa unuttunuz mu- kar esareti bir yandan hoşuma
gitti, bir yandan da canımı sıktı. Zorunlu ev oturmasında, uzun zamandan
beri vakitsizlikten ertelediğim işleri tamamladım. Ama bir süre sonra
hafakanlar bastı ve kara, buza aldırmadan kendimi İstanbul yollarına attım.
Niyetim, daralan ruhumu bulutlara bindirip baskısından kurtulmaktı.
Yollar bomboştu. Kar korkakları İstanbul'u bana terk etmişti. Kar, buz,
su, çamur deryasını aşıp Sarıyer'e indim. Rumeli Kavağı'na doğru
giderken, önünden geçtiğim tarihi börekçinin vitrinindeki börekleri görmemek
için başımı çevirdim. Görseydim, dayanamaz, yolluk bahanesiyle biraz kıymalı,
biraz ıspanaklıyı mutlaka paket yaptırırdım. Ağzıma doluşan suları
yutkunup, yoluma devam ettim.
Telli Baba'yı geçtikten sonraki düzlükte durup, manzaraya göz attım. Bu
yoldan ne zaman geçsem veya yurtdışından ne zaman bir konuğum gelse,
mutlaka bu tepeye getirip, muhteşem manzarayı seyrettiririm.
O gün Boğaz'ın suları turkuvaza boyanmıştı. Karayele rağmen Karadeniz
öfkesizdi. Karşı tepede, Bizanslıların yaptığı, Cenevizlilerin ele geçirdiği
Yoroz Kalesi’nin yıkık dökük surları görünüyordu. Bu kartal yuvası
benzeri kalenin eteklerindeki Anadolu Kavağı karlar altındaydı. İskeleye bağlanmış
balıkçı motorlarının üstünde dönüp duran martılara bakarken, oradaki
balık lokantalarını düşündüm. Yıllarca o masalarda oturup, yaşamın tadına
bakmıştım.
Elimi rüzgarın uğultusuna siper edip, Karadeniz'in bir heyecan Boğaz’la
kucaklaşan sularını seyrettim. Baktıkça heyecanlanmalarına hak verdim.
Çünkü onlar, Boğaz'dan kıvrım kıvrım akıp, dünya denizlerine kavuşacaklardı.
Bütün bunların bir kez daha fotoğrafını çekip -kaçıncı kez- yoluma
devam ettim. Yokuşun başına geldiğimde, önce küçük limana sığınmış
balıkçı teknelerini gördüm. Ağların üstü karla kaplanmış, denizden
gelecek balık haberini beliyorlardı. Kavaklı balıkçıları karın, fırtınanın
korkutamayacağını biliyordum. Yeter ki ağlarını dolduracak balığın
kokusunu alsınlardı.
Bacalarından buram buram ızgara balık kokusu tüten lokantalarda
kimsecikler yoktu. Kavak kendi kendine kalmıştı. Bir ara bu yalnızlığın
tadını çıkarmak geçti içimden. Ama hemen vazgeçtim. Şeytana uymadım.
Balığın yanına mutlaka bir ‘tek’ isteyeceğimi biliyordum. Her ne kadar
‘Kırmızı Katıra’ güvensem de, buzlu yokuşlar gözümü korkutuyordu.
Yutkunarak, ‘Kilyos, Rumeli Feneri’ tabelasından sapıp, Avrupa'nın son köyüne
doğru yola koyuldum.
Büyükçe bir ırmak
Önce böğürtlenler arasından kıvrıla kıvrıla tırmanan buzlu bir
yolu aştım. Tepeye varınca, ormanların arasından uzanan çukurlu çamurlu
yola sapıp, acelesiz, telaşsız ilerlemeyi sürdürdüm. Bu yoldan geçen
baharda da geçmiştim. O zaman görüntü yemyeşildi, ormanın
derinliklerinden bahar cıvıltıları geliyordu. Şimdi beyaz karla örtülü ağaçlar,
hiç ses vermeden baharı bekliyorlardı.
Arabayı durdurup, ormanların arasındaki bir aralıktan Boğaz'ı
seyrettim. Kışın solgun güneşi altında altın altın akıp gidiyordu.
Dalları karlı sedir ağaçlarının arasından, büyükçe bir ırmağı andırıyordu.
Onu hiç böyle güzel görmemiştim. Fener'e gelmeden önce Garipçe köyüne uğradım.
İstanbul'un bütün yolları buz altında iken, köye inen asfalt yolun kupkuru
olmasını garipsedim. Sahile varmadan önce önümü yeşil bir cami kesti. Asırlık
bir çınarın yaslandığı 60 yıllık bir camiydi. Onu geçince denizi gördüm.
Boğaz, son girintilerinden birini burada yapmış, balıkçılara Karadeniz'in
öfkeli dalgalarından korunmaları için bir barınak armağan etmişti.
Kıyıda birkaç tane metruk ahşab ev vardı. Meyhane, güzel günlere kadar
kapanmıştı. Birkaç balıkçı kıyıda ağ düzeltiyordu. Martılar karşı
kıyıda, sessiz ve umutsuz bir bekleyiş içindeydi. Bir sonraki teknenin
yolunu gözlüyorlardı. Buraya Garipçe adının, çarpık çurpuk topografyası
yüzünden verildiği öne sürülüyordu. Rönesans döneminde yaşayan Fransız
bilgini Petrus Gyllius, buranın Argonotların Boğaziçi üzerindeki
yolculuklarına son verdikleri Gyropolis
Akbabalar Köyü- olduğunu belirtiyordu. Ona göre Karadeniz'den kopup gelen
fırtına, Boğaz'ın hiçbir yerinde buradaki kadar hızlı esmiyordu.
Kral aç kalınca
Gyropolis adının Kral Phineus ile Harpyalar mitinden kaynaklandığını
belirten John Freely ise ‘Türkiye Uygarlıklar Rehberi’nde bu efsaneyi şöyle
anlatıyordu: ‘Harpya denen kanatlı yaratıklar kralın yemeklerini çalıp,
masasını kirletiyorlardı. Öyle ki kral açlık sınırına gelmişti.
Nihayet Argonotlar buraya gelince, kuzey rüzgarı tanrısı Boreas'ın kanatlı
oğulları Zetes ve Kalais, Harpyaları uzaklaştırarak kralı kurtardılar.
Aynı zamanda kahin olan kral Phineus da duyduğu minnet karşılığında
Argonotlara, Symlegadlar'dan yani Boğaz girişindeki çarpışan korkunç
kayalardan nasıl geçmeleri gerektiğini anlattı. Phineus Argonotlara, önleri
sıra bir güvercin uçurmalarını söyledi. Eğer kuş kayalıklara yakalanırsa
onlar da yolculuktan vazgeçmeliydiler. Ama güvercin sağ salim geçerse,
kayaların bir kez daha açılmasını bekleyip, var güçleriyle küreklere asılmalıydılar.
Argonotlar kralın dediğini yaptı. Kayalar güvercinin sadece birkaç kuyruk tüyünü
yakaladı. Argonotlar da çarpışan kayalıkların arasından geçerken sadece
Argo'nun kıçı biraz hasar gördü.’
Efsaneleri, çarpışan kayaları, dev kuşları, kralları Garipçe'nin
sahilinde bırakıp, 150 numaralı belediye otobüsünün peşinden, Avrupa'nın
son köyü olan Rumeli Feneri'ne doğru tırmanmaya başladım. Köyün yolları
buz ile kaplanmıştı. Önce sola dönüp, yokuştan sahile doğru indim.
Evlerinin önünde kar küreyen kadınların arasından geçip, feneri karşıdan
gören tepede durdum. Yüzümü Karadeniz'e döndürüp, Kırım'dan kopup gelen
soğuk kuzey rüzgarını kokladım. İki burun arasında ağ bırakan balıkçı
teknesini seyrettim. Sonra, Osmanlı’nın hizmetine girmiş bir Rum mühendisi
tarafından 1769'da inşa edilmiş olan hisarın kalıntılarını siper edip,
sert ve soğuk rüzgarın öfkesinden korundum.
Kazak yağmacılar
Bu hisarın önemini daha iyi kavrayabilmek için, her zamanki gibi Evliya
Çelebi'nin satırlarına sığındım. Çelebiye göre bu hisar Karadeniz'den
gelip, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Sarıyer kasabalarını yağmalayan
Kazak kafirlerine karşı IV. Murad Han tarafından yaptırılmıştı. Şimdi
sadece yıkık dökük bir duvarı kalan hisarın, o zamanlar kıbleye bakan
demir bir kapısı vardı. Kalenin içinde 60 adet asker evi, Sultan Murad'ın
bir cami, iki buğday ambarı, cephanesi, 100 adet küçük ve büyük boy topu,
dizdarı ve 300 adet askeri bulunuyordu. Kalenin karşısında, yüksek bir
yerde duran fenerde her gece yunus balığı yağı yakılırdı. Karadeniz'den
gelen gemiler onun ışığına bakarak Boğaz'dan içeri girerler ve geçiş
sadakasını verirlerdi.
Yıkık duvarlarının ardına sığındığım hisar ve karlar altındaki
tepe, şimdi sessiz, soluksuz ve işlevsiz yerli yerinde duruyordu. Karşı
tepedeki fener ise aradan geçen onca asıra karşın, hálá Karadeniz'den
gelen denizcilere yol göstermeyi sürdürüyordu.
Köyün bugünkü görüntüsü, geçmişin süslü efsaneleriyle uyum sağlamıyordu.
İstanbul'un kuzeyli köyü, birbirine benzemeyen ve hiçbir estetik kaygı taşımayan
çirkin binalar tarafından işgal edilmişti. Avrupa'nın bu son köyünde,
deniz fenerinin çağrıştırdığı hiçbir romantizmi bulamadım. Dönüş
yoluna geçtiğimde yağış tipiye döndü. Efsaneler, geçmişin öyküleri
Karadeniz'den kopup gelen karın altına gizlendi.
Hürriyet
|