Kentimiz ve kendimiz
Kent, 'olanaklar mekânı'
olarak görüldü. Ankara, otoritenin imkânlarını kullandıran; İstanbul,
kapitalin imkânlarına taşıyan bir mekân; İzmir ise, 'gâvur' diye adlandırıldı
28 Şubat'ta yerel seçimler var. Kentler, kasabalar kendilerini yönetecekleri
seçecek. Belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, mahalle muhtarları
bu seçimle belirlenecek. Belki de genel seçimlerden daha önemli bir seçim
bu. Genel seçimler, merkezi yönetimi seçiyor, belli bir temsil esasına göre.
Demokrasinin derecesi, düzeyi, işleyiş biçimi bu seçimlerin sonucundan payını
alıyor. Bugün dünyanın birçok yerinde, henüz daha iyisi bulunmamış ama
sorunları da çözülmemiş bir süreç olarak işliyor demokrasi. O sorunların
başında da temsil edilenlerle temsil edenlerin yeterince özdeşleşmemesi
geliyor.
Daha özel olarak yerel yönetim daha genel olarak da yerellik kavramı
demokrasinin yaşadığı sorunları çözmenin, aşmanın en önemli araçlarından,
olanaklarından biri. Çünkü, yerel yönetim denilen şey, insanın gündelik
yaşantısını doğrudan belirleyen bir olgu. Batı'nın tarihi yerellik ve
yerel yönetim kavramının çevresinde oluşmuş bulunuyor. Genel yönetimleri
belirleyen de gene yerel yönetimler. Birçok ülkede sürdürülen federatif
yapılar zaten yerellik kavramına dayanıyor ve gücünü oradan alıyor.
Kent tarihimiz yok
Biz, bu tarihe yabancıyız. Merkezi yönetim bizde her zaman daha önemli sayıldı.
Göçebe bir kavim olmamıza karşın merkezi devlet kavramını çok eski
zamanlardan beri öğrenmiş, benimsemiş ve uygulamışız. Batı'daki
feodalitenin olmaması, hatta Mustafa Akdağ gibi tarihçilerin çalışmalarına
bakılırsa, ancak Celali İsyanları türünden atılımların başarılı
olsaydı yol açacağı o olmayan feodalite, yerellik kavramına, çevre kavramına
uzak duruşumuzun ana etmeni.
Çünkü, feodalite merkeze uzak ve bir ölçüde de direnen yerellikler
anlamı taşıyor, öteki anlamlarının yanı sıra. O meyanda da kent kavramının
Batı toplumsal tarih ve bilincinde başka hiçbir şeye benzemeyen bir önemi
var. Rönesansla birlikte başka bir boyut kazanan şehir-devletler işin bir başka
yönünü hazırlıyor. Bu süreç burjuvazinin gelişmesiyle beslenmiş,
desteklenmiş. Kimi araştırmacılara göre 'burjuva' sözcüğünün temelde
kentle bir akrabalığı var.
Bizim böyle bir kent tarihimiz yok. Kent, bugün de bizim için pek fazla
bir şey ifade etmiyor. Bunun bir nedeni olarak, (Orta) Doğu kültüründen
gelişimizi gösteriyoruz. Oysa o kültürlerin kaynağını meydana getiren
Arap uygarlığı hiç de yerellik kavramını yok saymış, bir kenara itmiş
değil. Bir kere, (öğrene)bildiğim kadarıyla 'belediye' o dilin bir sözcüğü.
'Beled' kökünden geliyor ve 'kent' demek. 'Belediye' de biraz 'kentselleştirmek'
anlamına geliyor. İkincisi ve çok daha önemlisi 'uygarlık' dediğimiz
kavramın eski sözcüğü olan 'medeniyet' de gene bir Arapça sözcük ve
kentle doğrudan bir ilişkisi var. 'Medeniyet', 'medeni' sözcükleri Medine şehrinden
geliyor. Yani, 'medeni' olan, 'Medine'den olan (kentten olan) anlamı taşıyor.
(Ayrıca, Medine'ye verilen sıfat da 'münevvere', yani 'aydınlanmış' ki, bu
da herhalde şehrin nasıl olması gerektiğini tanımlıyor her ne kadar 'ışıklı'
olması Hz. Muhammed'e atfen olsa da.)
Biz, bunca büyük tarihli uygarlıklarımıza rağmen kentle ilişkimizi bu
düzeyde tanımlayamamışız. Bir kere henüz 'belediye' sözcüğüne yerli
bir karşılık bulamadık. 'Şehir' diyoruz genellikle. O da Farsça bir sözcük.
Öte yandan onların karşılığı olarak 'kent'e başvuruyoruz. O, bizim
'antik' sözcüklerimizden birisi. 'Uygar' sözcüğü de öyle. (Fakat, yanılmıyorsam
'uygar' sözcüğüyle 'Uygur' sözcüğü arasında bir ilinti kurulmuştu.) 'İl'
sözcüğü de öyle. Bir ara da, ' 'şar' sözcüğünü anımsadık. Fakat o
da Farsça. Gayet 'eklektik' bir biçimde valilere 'öz' Türkçe 'ilbay',
belediye başkanlarına 'şarbay' demeye başladık. Sonra onları da unuttuk.
İktidarın denetiminde
Bütün bunlar, zihinsel, kültürel birer olgu olarak kentle ilişkimizin bir
hayli sorunlu olduğunu gösteren şeyler. Kent, bizde, bir 'olanaklar mekânı'
olarak görüldü daima. Ankara, siyasal otoritenin imkânlarını kullandıran,
İstanbul, insanları kapitalin imkânlarına taşıyan bir mekân olarak
tasarlandı. İzmir ise, 'gâvur' diye adlandırıldı.
Antalya'nın ya da ne bileyim bir başka kentin, doğrudan bir kent olarak
toplumsal belleğimizde çok yakın tarihe kadar hiçbir anlamı, izi
bulunmuyor. Öte yandan, kısa bir süre öncesine dek, büyük nüfus
hareketleriyle, gecekondulaşma ve farklı kültürlere yataklık etme aşamasına
gelinceye değin, kent zaten ilgi alanımız içinde değildi. Ancak 1960'lardan
itibaren bu olguyla sosyolojik olarak uğraşmaya başladık, hâlâ da alacak
çok yolumuz var.
Öte yandan, kent her zaman iktidarların 'denetiminde', dikkatinde kalmış
bir konu. Çünkü, bir iktidarın simgeleştirilmesi, bir toplumsal ve bilinçsel
sürece dönüştürülmesi ancak kente dönük müdahalelerle hazırlanıyor.
Ankara, bu anlamda 'kurulmuş' bir kent. Veya, Demokrat Parti iktidarı 'kalkınmacılığı'nın,
'modernleşme'ciliğinin bir uzantısı olarak İstanbul'u 'kamulaştırdı' ve
yeniden inşa etti. Bu süreçlerin anlamını yeni yeni irdeliyoruz. Buna
mukabil, kent kavramı bugün de dünyada başlı başına bir çalışma alanı.
Tarihten toplumbilime, psikanalizden sinemaya kadar sayısız disiplin kent
kavramını ele alıp irdeliyor. İnsanın bu coğrafya parçası içinde biçimlenişine
anlamlar türetmeye çalışıyor. Kimlik, aidiyet, cinsiyet, bellek gibi
kavramların gene bu coğrafyadaki konumunu sorguluyor. Sokaklarından eğlenme,
dinlenme, kültür mekânlarına kadar her yer kentte ayrı bir anlam taşıyor.
O anlamların da uzantıları, öte ve yan anlamları var. Demokrasi ve
yurttaşlık kavramları da öyle. Kent ölçeğinde ele alınıp açımlanmadıkça
o kavramların bugün ne ifade ettiğini anlamak olanaksız. Bir başka düzeyde
de, edebiyatın ürettiği (ve tükettiği) bir kent var. Merkeziyle, varoşuyla,
yeraltıyla bir laboratuvar, örs, bir erime, pişme potası, kent. Biz, bir de
kentleri hep negatif bir tanımla, 'yok oluşlarını' söz konusu ederek tanımladık.
Belki, bu defa yerel yönetim seçimlerini bahane edip var oluşları üstünde
de düşünmeye başlarız. Malum kentler yok oluyorsa biz de yok oluyoruz
demektir!
Radikal - Hasan Bülent Kahraman
|