Tarihi
tuvaletlerimiz
İstanbul'da, çok önemli
Bizans kilise ve manastır kalıntıları, açıkhava tuvaleti muamelesi görüyor.
Tek suçları vaktinde camiye çevrilmemiş olmaları...
Tarihi miras açısından oldukça şanslı fakat tarihi miraslarımızın,
sahipleri açısından bir o kadar şanssız olduğu bir çevrede yaşıyoruz.
Daha doğrusu bildiğimiz ve bizim için kutsiyet taşıyan eserlere karşı
nispeten ilgiliyiz de "öteki"ne ait değerler karşısında gayet
biganeyiz. Hoş, gerçi bize ait değerlere gösterdiğimiz ilgi de, bir
eserimizin UNESCO'nun dünya miras listesine kabul edilip edilmemesi amacıyla
yapılan ankete, internet siteleri üzerinden milliyetçi duygularla verdiğimiz
oylardan ibaret kalıyor ya, o da ayrı bir mesele. Hele bir de söz konusu
edilen eser "biz"e ait değilse, Bizans döneminden kalan bir kilise,
bir sarnıç, manastır ya da Cenevizlilerden kalan bir sur kalıntısı ise vay
geldi ki başlarına sormayın.
Vakti zamanında Ortodoks cemaati açısından bir felaket sayılan büyük
kiliselerin camiye çevrilme geleneği, bugün söz konusu eserler açısından
büyük bir şans. Zira insan; Ayasofya, Pammakaristos (Fethiye Camii), Aya Lips
Manastırı (Molla Fenari İsa Camii), Pantakrator Kilisesi (Zeyrek Camii),
Gastria Manastırı (Sancaktar Hayrettin Camii), Aya Teodosa Kilisesi (Gül
Camii) "bizleştirilmemiş" olsalardı günümüze bu halleriyle ulaşabilirler
miydi sorusunu sormadan edemiyor. Bu eserlerin tarihte oynamış oldukları
roller, mesela 11. yüzyılda Aya Teodosa Kilisesi'ne (Gül Camii) ablası İmparotoriçe
Zoe'nin zoruyla kapatılan Bizanslı prenses Teodora'nın daha sonra Bizans İmparotoriçeliğine
yükselmesinin ilginç hikayesi, ya da Çarşamba yakınlarındaki Pammakaristos
Kilisesi'nin (Fethiye Camii) Ortodoks dünyasının bir buçuk asra yakın
patrikhanesi olması bizler için önemli değil. Asıl önemli olan bu yapıların
"imana gelmesi" ve "sırat-ı müstakim dairesine girmeleri"
suretiyle kutsanması. Bu nedenle Gül Camii'nin duvarında yazan "ecdad
yadigarı caminin önünde top oynamayınız ve gürültü yapmayınız"
yazısı hayli ilginç. Hak daire içine giren yapı bizselleştirilerek
"ecdad yadigarı" oldu.
Bu yapılar kadar şanslı olmayan Studios Manastırı, Tekfur Sarayı ve yazımıza
konu teşkil edecek olan Aya Poliektos Kilisesi ise sırat-ı müstakim dairesi
dışında kalan uhreviyetten uzak yapılar. Bu nedenle tuvalet olarak kullanılmak
suretiyle işlevsel hale getirilmelerinde hiçbir mahsur yok.
Tarih dersine ortaokul I. sınıftan itibaren aşırı bir düşkünlüğüm
oldu ama eğitim gördüğüm Saraçhanebaşındaki Oruçgazi İlköğretim
Okulu'nun 100 metre gerisindeki Aya Poliektos harabelerini geçen yıla kadar
merak edip de araştırmak aklıma gelmemişti. Herhalde bunda, okulda verilen
hamasi tarihin kanımızı kaynatmasına karşın, yaşadığımız çevreye
duyarlı olma noktasında hemen hiçbirşey vermemesinin rolü de oldukça büyük
olsa gerek. Bir diğer neden de benim tarihi tuvalet itibariyle epey zengin bir
muhitte yetişmiş olmam. Harabesinden geçerken burnumu kapatmak zorunda kaldığım
Aya Poliektos kalıntısının 150 metre kadar uzağında, tarihi tuvaletlerden
bir diğeri olan Valens su kemerleri, bir o kadar daha yürüyüp de Zeyrek'e
ulaştığımda da tarihi Zeyrek sarnıçlarının "Zeyrek açık hava
tuvaleti" ile karşılaştığım için durumu kanıksamış olmam son
derece doğal.
Fener Patrikhanesi bizim de..
Bugün ben de Türkiye'nin saygın ve köklü özel okullarından birinde pek çok
görsel materyale ve imkana sahip bir ortamda öğretmenlik yapıyorum. Ama şehir
kültürü ve İstanbulluluk bilinci denilen şeyin bilboardlara türkücü, şarkıcı
resmi yapıştırıp altına "Ben İstanbulluyum" demekle kazanılamayacağını
anlamama vesile olan bir olayı daha geçen gün yaşadım. Malumdur ki insanlar
tanıdıkları, bildikleri şeylere sahip çıkar ve korurlar. Bu anlamda
okulumuzun 13 kişilik tarih topluluğu ile, 7 Mayıs Cuma günü
Fatih-Fener-Balat semtlerini içine alan gezi ve 21 Mayıs'ta üç sınıfla
Topkapı Sarayı'na düzenlediğimiz gezi, eksik kalan bu noktayı tekrar hatırlattı.
Öğrenci, ortamı görüp soluklamadan yaşayarak öğrenemez ve yaşayarak öğrenmediği
için neye niçin sahip çıkması gerektiği konusunda bir fikir sahibi olamaz.
Özellikle Fener-Ayvansaray güzergahı arasında yer alan pek çok kilise ve
havra derslerde sıklıkla üzerinde durduğum
İstanbul'un farklı etnik kimliği ile ilgili söylediğim ve öğrencilerim
tarafından, hayal dünyamdan birkaç kırıntı imişçesine yarı şaşkınlık,
yarı hayranlık ile dinlenen bilgileri, ete kemiğe büründürdü. Bu çocuklar
patrikhanenin sadece Rum Ortodoks dünyasının, Yanbol ya da Ahrida Sinagoglarının
yalnız Musevi cemaatinin olmadığını bilme yönünde yaşıtlarından birkaç
adım daha öndeler. Bu tür geziler belki de can çekişen Cankurtaran'a, yıkılmaya
yüz tutmuş Akbıyık'a, unutulan Ayvansaray'a hayat öpücüğü verecek bir
neslin yetişmesine katkıda bulunabilir. Belki bu sayede Türk-Osmanlı mührü
taşıyan eserlerin yanısıra İstanbul damgası taşıyan diğer kültürlere
ait eserlere de sahip çıkmayı becerebiliriz.
Aya Poliektos'un kaderi
Fatih Belediyesi'nin tam karşısına, Büyükşehir Belediyesi'nin ise hemen
yanıbaşına düşen bazı gözlerden uzak (!) naçizane bir harabe kalıntısı
görürsünüz. Bu kalıntı Bizans'ın en hayırsever kadınlarından biri
olarak tarihe geçen ve 472'de son Batı Roma imparatoru Ainikus Olybrius'un kızı
Anikia Julyana tarafından yaptırılan Aya Poliektos Kilisesi'dir. Bu kilise 6.
yüzyılda Ayasofya inşa edilmeden önce kentin en görkemli dini yapılarından
biriydi. Kilise adını, pagan dönemde Hıristiyan olduğu için Malatya'da öldürülen
ve bu nedenle de Hıristiyanlığın şehitlerinden sayılan Romalı asker
Poliektos'tan alıyordu. İşin tuhaf tarafı sanat tarihçilerinin ifadesine göre
paganizmi reddeden bu Romalı asker adına yaptırılan kilise, pagan unsurları
da içinde barındırıyordu. Mesela yapının kemerlerinde üç boyutlu tavus
kuşları yer alıyordu ki tavus kuşları Roma mitolojisinde Jüpiter'in
(Yunanlıların Zeus'u) ve ölümsüzlüğün simgesiydi.
Bu açıkhava tuvaleti (!) 12. yüzyılda yavaş yavaş sönükleşmeye başladı.
IV. Haçlı Seferi sonrasında kente hakim olan Latinlerin istilası sonrasında
ise tam bir harabe haline geldi. İşgal sonrasında Konstantinopolis'in sanat
eserlerinin bir kısmını zafer nişanesi ve ganimet olarak götüren ve San
Marco meydanında sergileyen Venedikliler, bu kiliseden de bugün San Marco
kilisesinde sergilenen bazı fragmanları sökerek beraberlerinde götürdüler.
Kiliseye ait bir sütun başlığı da bugün Barselona Arkeoloji Müzesi'nde
bulunuyor. Aslında kiliseden götürülen parçaların Avrupa'nın muteber
mekanlarında sergilenmesine de şaşmamak gerekir. Zira yapının inşasında
kullanılan malzeme alelade olmayıp Anadolu'nun değişik yerlerinin yanısıra
Tunus'tan İspanya'ya kadar uzanan geniş bir coğrafyadan devşirilmişti.
Belki de bundan dolayı bu muhteşem yapının banisi Anikia Julyana'ya,
kilisenin yapımı nedeniyle atfedilen "Ey Süleyman! seni geçtim" sözü
aynı zamanda Ayasofya'yı inşa eden İmparator Justianus'a da atfedildi.
Her neyse ey vatandaş! Tüm bunlardan sana ne? Bizans eserleri söz konusu
olunca devletin tavrı belli nasıl olsa. Devletimiz sayısız lüzumsuz
memuriyet kadrosu ihdas edip bir o kadar lüzumsuz memuru istihdam ederken;
gavur ellerinde olsa bir açık hava müzesi muamelesi görecek bu yapı için kılını
kıpırdatmıyorsa sen de o yapının içine ediver. Ders kitaplarında Bizans'a
1100 yıl başkentlik yapmış olmasıyla övülen bir şehrin üniversitelerinde
Bizans kürsüsü yoksa, Bizantinist denilince koca şehirde Semavi Eyice ve
Nevra Necipoğlu dışında akla akademisyen ismi gelmiyorsa...neyse vatandaş,
aslında tuvalet muamelesi yaptığın Aya Poliektos kilisesi değil, böyle bir
tutuma çanak tutan zihniyet. Kal sağlıcakla.
Radikal - Önder Kaya
|