Londra: Yeni Bir Gökyüzü Şehri?

Londra'nın 2010 yılındaki görüntüsü
İki yüzyıl önce Wordsworth “Dünyanın gösterecek daha adil bir şeyi yok”, diye
yazmış Londra hakkında. Ama onun Westminster Köprüsü’nden bakıp hayran olduğu
“gemiler, kuleler, kubbeler, tiyatrolar ve tapınaklar” yerlerini savaş
sonrasında şekillenen çok daha zevksiz bir görünüşe bırakalı çok oldu. Şimdi
Londra bozulmuş silüetini düzeltmenin zamanı geldiğine karar verdi.
Londra, ünlü mimarlar tarafından tasarlanan endamlı gökdelenlerin, şehrin
yenilikçi bir 21. yüzyıl metropolisi olduğunu ilan ettiği, tam anlamı ile yeni
bir profil arıyor. 2010 yılında Londra’nın tarihi merkezini sadece St. Paul
Katedrali değil yeni bir cam ve çelik ormanı simgeleyecek. Yüzyıllar süren yatay
büyümeden sonra şehir sonunda göğe doğru yükseliyor.
Bu konuda bazı Londralılar endişeli. Onlar şimdiden şehrin tarihi kimliğini
kaybetmesinden korkuyorlar. Onlar için ideal çözüm 1960’lar ve 70’lerde dikilen
beton ofis kulelerini yıkmak. Bunun yerine yapılan, kötü mimarlığı iyi
mimarlığın arkasına saklamak umuduyla, beğenilmeyen binaların etrafına modaya
uygun yeni gökdelenler dikmek. Oysa bu tutum da riskli: bugün geçmişe meydan
okuyan gökdelenlerin gelecekte modası geçecek gibi.
Londra’nın seçimle iş başına gelen ilk belediye başkanı Ken Livingstone,
şehrin merkezinin daha yoğun bir nüfusa ihtiyacı olduğunu düşünüyor ve bu nüfusa
ulaşmak için yüksek binalar inşa etme ilkesini benimsiyor. Mimarlar bundan daha
fazla mutlu olamazlardı. Yakın zamana kadar New York’tan Şangay’a gökdelenler
tasarlarlarken Londra’da ise Kraliyet Opera Binası’nı, İngiliz Müzesi’ni
yenilemek gibi işler yapıyorlardı. (Jacques Herzog ve Pierre de Meuron’un
Güneydoğu Londra’da tasarladığı Laban Dans Merkezi yeni olan ender kültür
yapılarından.) Bu baharda şehrin finans merkezinde yükselen 40 katlı binasının
bitmesiyle, Norman Foster şehirde gökdelenlerin yükselmesini sağlayan yeni
tutumu canlandırdı.
Christopher Wren’in 1666’daki büyük yangından sonra eski Londra’yı yeniden
inşa etmesinden beri ilk defa İngiliz ve yabancı mimarlar şehrin görünümünü
dönüştürme konusunda aynı güce sahipler. Planlamacılar inşa etmeyi teşvik
ediyor, prestijli mimarlar bunu gerçeğe dönüştürüyor. St. Paul Katedrali’nin
doğusundaki Square Mile olarak adlandırılan meydan Avrupa’nın finans merkezi
olarak, yeni büyümenin odak noktası.
Livingstone’un mimarlık ve şehircilik konusundaki baş danışmanı ünlü bir
mimar, Richard Rogers. “Yeni Şehir Mimarlığı” sergisinde Bay Foster ve Bay
Rogers tarafından seçilen Londra’daki “En iyi” 21 bitmiş ve planlanmış projenin
maketleri yer alıyor.
Hepsi yüksek binalar değil ancak Foster’ın 198 metre yüksekliğindeki squat
füzesine benzeyen “kornişon” lakaplı binası gökyüzüne yükselişi körüklüyor.
Diğer planlanmış veya bitmeye yakın yüksek yapılar arasında Rogers’ın uzun ince
ve üçgen şeklindeki İngiliz Emlak Şirketi binası, Nicholas Grimshaw’ın 43 katlı
Minerva Binası ve Kohn Pedersen’in Fox’s Heron Binası bulunuyor.
Bu yıldırım saldırıda yaşamayı başaran St. Paul Katedrali gözden kaçırılamaz.
1950’ye kadar hiç bir binanın onun 99 metre olan yüksekliğini geçmesine izin
verilmiyordu. Ama dikdörtgen binalar yükselmeye başladığında katedralin bile ön
cephe görüntüsü çirkin bir ofis binası tarafından kesilmişti. 1987’de Prens
Charles “Son 15 yılda şehrin plancıları, mimarları Londra’nın silüetini mahvetti
ve St. Paul’ün kubbesine saygısızlık etti” diye hayıflanmıştı.
Bugün plancıların yüksek binalar için izin almaları, binalar tamamlandığında
Londra’nın çeşitli yerlerinden St. Paul Katedrali’nin görülebilmesine bağlı.
Westminster’daki Parlamento Binaları ve Londra Kulesi de önemli yapılar
arasında. Bu yapıların görülmesine engel olacak yüksek binalar için izin
verilmesi, İngiliz mirası ve tarihi Kraliyet Sarayları gruplarının itirazlarına
sebep oldu. Ancak şimdiye kadar bu izinler veto edilmedi.
Tarihi Kraliyet Sarayları Koruma Müdürü John Barnes, yeni Minerva Binası'nın
Londra Kulesi manzarasına tek başına hakim olmasından korktuğunu ayrıca Renzo
Piano’nun tasarladığı Avrupa’nın en yüksek binası olmaya aday Londra Köprüsü
Binası’nın da yapılmasına engel olmaya çalıştığını söyledi.
66 katlı 335 metre yüksekliğinde Thames River Bankası için planlanan bu bina
gotik sivriliği sergileyerek, tabanda geniş başlayıp yukarıda bir noktaya doğru
yukseliyor. Piano bu binanın Londra’nın silüetine uyduğunu ve şehrin karışık,
ticari, kültürel ve yerleşim amaçlı kullanımını, bunun yanında enerji tasarrufu
sağlayan yenilikleri de vurguladığını düşünüyor. Yine de bina onaylanmadan önce
kamuoyu oylaması yapılacak.
Yukarı doğru yükşeliş hareketi dinmeden devam ediyor. Ken Shuttleworth,
geçenlerde 325 metre yüksekliğinde Girdap lakaplı bir öneri sundu. Hiç bir zaman
inşa edilmeyecek olsa da Girdap burada mimarların dikey olarak düşündüğünü
gösteriyor. Aslında, Londra’nın doğu muhiti Canary Rıhtımı’nda 1980’lerde inşa
edilen gökdelenlerin sunduğu güçlü profil gibi Square Mile’deki yüksek
binaların yoğunluğu da görsel tutarlılık sağlayacak. Ama yine de bu yatay
şehirden çok fazla gökdelenin yükselmesi her zaman biraz mekan dışı gözükecek.
Sonuç olarak gelenekselcileri en çok endişelendiren Londra’nın karakterini
kaybetmesi.
“Planlamacıların başkentin ayırt edici tarihi özelliğini güçlendirmesini
istiyoruz, yok etmesini değil.” diyor İngiliz Mirası Koruma Müdürü Bay Cossons.
Bu yüzden, Londra’yı benzersiz yapan tarihi binaları, alanları ve manzaraları
korumaya devam edeceğiz.”
Onu zor bir savaş bekliyor.
New York Times - Alan Riding
Çeviren: Gizem Candemir - Arkitera |