Fransız
sokağı çok Viyana kokuyor
Filmmor, kadın filmleri üstüne kafa yoran bir film atölyesi. Bu yıl İstanbul'da
''Kadınlar Sinema Yapıyor'' başlığı altında 2. Kadın Filmleri
Festivali'ni yaptılar. Festival kapsamında son derece cesur belgeseller, kısa
filmler vardı. Bu yıl da yapılacak.
İşte bu yaz Filmmor farklı bir atölye çalışması daha yapıyor. Film
yapmak isteyen on beş kadına, film yapma şansını tanıyor. Ama önce beş
aylık bir eğitim söz konusu. Ben de pek çok arkadaşımla birlikte
hocalardan biriyim. Bu hoca lafını çok sevmeye başladım, tehlikelidir.
Neyse atölye çalışması yapmış, Beyoğlu'nda dolaşıyorum. Yanımdakilere
''Hadi çocuklar" diyorum, ''şu Fransız sokağına bir bakalım, belki
orada bir şeyler yeriz''. Bu arada bendeniz ağız tadı konusunda son derece
tutucuyumdur. Bol soslu Fransız yemeklerini ve bol kremalı Alman pastalarını
hiç sevmem. Benim tatlı deyince aklıma baklava gelir, yemek deyince de Türk
mutfağını dünyanın hiçbir mutfağına değişmem. Ne yapalım ben Antep'te
doğmuş bir Türküm. Ama Fransız sokağında çok sevdiğim bir yemeği
bulacağımı şiddetle umuyorum. Tarak, salyangoz ve kum midyesi. Şöyle
buzların içinde, vallahi ağzım kamaştı.
Umut içinde, Fransız sokağını buluyoruz. Şu andan itibaren anlatacaklarımda
hiçbir abartma yok, arkadaşlarım tanık, arzu edilirse telefonlarını
verebilirim. Bizi sokağın başında tuhaf bir kıyafet giymiş bir güvenlik görevlisi
karşılıyor. Sanki az sonra bir pavyona dalacağız. Sokağın bir başından
öteki başına çekilmiş zinciri de unutmayalım. Neyse güvenlik görevlisi
ne arama yapıyor ne başka bir şey. Sanırım uygun görmediklerini kibarca çeviriyordur.
Bu arada, tam sokağın başında muhteşem bir olaya tanık oluyoruz. Olayın
geçtiği yerdeki dekoru en ince ayrıntısına kadar anlatmakla işe başlamalıyım.
Güvenlik görevlisinin durduğu duvarın tam üstünde kocaman bir sokak levhası
var ve levhada ''Cezayir Sokağı'' yazıyor. Hani istesen bu rastlantıyı
kuramazsın. İşte tam burada durmuş levhaya bakarken şiddetli bir karıkoca
kavgasına tanık oluyoruz.
Adam kadını elinden tutmuş adeta sürükleyerek sokaktan çıkarmaya çalışıyor,
kadınsa diretiyor. Adam kendi kendine söyleniyor: ''Ulan hangi kafa bu sokağa
Fransız sokağı adını vermiş, ben Fransızların yerinde olsam, hemen karşı
çıkardım. Bu düpedüz 'Ey Fransız sen dünyanın en sömürgeci uluslarından
birisin' demek.''
Biz merdivenlerin başında put kesilmiş manzarayı seyrediyoruz. Kadın çıkmamakta
direniyor, erkek artık öfkesi burnuna gelmiş: ''Yürü'' diyor, ''senin
snopluğundan bıktım, ulan Beyoğlu'nda lokanta mı yok?''
Neyse bir aile faciası olmadan karıkoca Fransız sokağını terk
ediyorlar. Biz de sokağa inen merdivenleri usul usul arşınlıyoruz. Artık
kimin heykeli bilmem, ortada bir heykel duruyor, beğenen varsa ortaya çıksın.
Geçelim, yolumuza devam edelim. O da ne; Beyoğlu'nda imkânsız, böyle evler
olamaz ve sardunya hiçbir yerde bu denli rüküş kaçamaz!
Yıllardır birbirlerine yaslanarak duran güzelim o taş evler, onarılmak
adına nasıl böyle rüküş bir hale getirilebilir? O evler taş. Taş tek başına
temizlendiğinde hiçbir boyaya ihtiyaç duymaz. O kendi başına bir bütündür.
Hele de ahşaba vurulan boyalara, yeşillere, allara ne gerek var. Sonra
pencerelerdeki o sardunyalar. Her şey bir Viyana-Osmanlı operetinin dekoru
gibi.
Yürüyoruz, Paris'i bilenler bilir, her şeyde bir yaşamışlık söz
konusudur, Paris'i Paris yapan da budur. Fransız sokağındaysa ne geçmişin
izleri kalmış ne de bir berduşluk, bir boşvermişlik havası var.
Hadi bari bir şeyler yiyelim, diye düşünüp yan yana sıralanmış
lokantaların mönüsüne bakıyorum. Ve bütün umutlarım yok oluyor. Ne tarak
var, ne kum midyesi. Bildiğimiz omlet ve makarna her tarafta.
Arkadaşlarıma şöyle bir bakıyorum, ''Çıkalım isterseniz'' diyorum,
hep bir ağızdan ''Çıkalım'' diyorlar ve ardından kendimizi alıştığımız
Beyoğlu'na atıyoruz. Çiçek Pasajı'nda ekmek arası midye ve kokoreç
yiyerek keyfimiz gıcır, bir sinemaya dalıyoruz.
Cumhuriyet - Işıl
Özgentürk |