İnkaya Çınarı
Yaşı 600'ü geçiyor.
Osmanlı'nın ilk başkenti Bursa 'da; Osmanlı kadar görmüş geçirmiş,
Cumhuriyetin yasalarıyla da koruma altına alınmış...
Yüksekliği 40 m.'ye yakın.
Ya da ortalama 12-13 katlı bir apartmanı düşünün...
Her biri tek başına nice hemcinsinin gövdesi kadar, kalın dallarının
uzunluğu ise 150 m.'yi buluyor.
Dakikalarca yürüseniz, yine onun ''gölgesinde'' geziniyorsunuz... Nereye
otursanız, yine onun ''himayesinde'' dinleniyorsunuz...
Ve, torundan dedeye her yaştan, fakirden zengine, sakallıdan kravatlıya
her kesimden Bursalı ile konuklarını, hem de tümünü kucaklayarak ve hiç
kimseyi dışarıda bırakmadan koca ''kollarının'' arasına alıyor; kentin günlük
gerilimlerinden kurtarıp ''dinginliğe'' kavuşturuyor.
Uludağ'ın eteğinde, Uludağ gibi ulu ve gösterişli İnkaya Çınarı ...
Adını, bulunduğu köyden almış, görkemli güzelliğini de doğanın bu
yamaçlara sunduğu ayrıcalıklı bereketten...
Ne kadar zaman geçti bilemem, bir günbatımında biz de oradaydık. Sanki
''o'' na sığınmıştık...
Önce başımızı kaldırıp ''yüceliğine'' baktık...
Gökyüzü bu kadar mı sevdalı olur bir ağaca?.. Ya da bir çınar bu
kadar mı kavuşmak ister gökyüzüne, göğün gök yüzüne?..
Sonra, sanki ona sığınanların tümüne ''Hoş geldiniz'' deyip ''sarılmak''
istercesine kıvrıla kıvrıla alçaktan uzanan dallarını seyrettik...
Yerden ''insan yüksekliğinde'' olmaları, herkesin onlara dokunmaları için
değilse neden olabilir ki?.. O dalların arasında yürürken elinizle tutup ya
da şöyle bir okşayıp altından ''saygıyla'' geçtiğinizde içinizde oluşan
''huzur'' , eminim ki onun da size armağanı...
Aynı duygu, oradaki hemen herkeste öylesine seziliyor ki kime baksanız
sanki ''tanıdık'' ... Hem de öyle göz aşinalığı şeklinde falan da değil,
''dostların arasındayız'' dercesine...
Çünkü kentliyi ''oralı'' kılan yerler için söylenen ''buluşma
noktaları'' arasında, insanı en çok ''yaşama bağlayan'' bir mekân
sunuyor...
Günlük yaşam ve sosyal gerçekler ne kadar ''kahırlı'' anlar yaratırsa
yaratsın, ''inadına yaşamak'' diyerek soluğu 600 yaşındaki İnkaya Çınarı
'nda alanların, birbirlerini 40 yıllık dost gibi bakışlarla selamlamalarından
daha doğal ne olabilir?
Kentlinin bu denli içten ve hesapsız kitapsız ''buluşmasını'' başka ne
sağlayabilir?..
''Günbatımında'' demiştim... Güneşin oradan ''uğurlanması'' bile
bambaşkaydı...
Aslında güneş elbette ki her yerden güzel batar. Kimi zaman hüzün verse
bile ufukta anbean yarattığı renkler, ton ton kızıllıklar ve ışığını
alıp giderken size en güzel tablosunu sunması, en katı yüreklerde bile kim
bilir kaç türlü çiçeğin açmasına neden olur...
Bir de eminim ki emeğin güllerine, sarı güllere...
Güneşin vedalaşmasını sadece birbirlerine değil, İnkaya Çınarı'na
da sarılarak seyredenler, önce ''umutla'' buluşuyor olmalılar...
Çünkü oradan bakıldığında dağların arkasına doğru öylesine ''göz
göze'' bir alçalışı, öylesine kibar, özenli bir ''çekilişi'' var ki
''Yarın sabah yeniden geleceğim...'' dercesine kararlı ve güven verici...
Derlermiş ki onu uğurlarken bir dilek tutarsanız ve gözden kayboluncaya
kadar da susarak ve dua ederek ona bakarsanız olur...
Sadece ''bakmak'' mı? Dileğinizle birlikte düşünüyorsunuz, düşündükçe
seviniyorsunuz, sevindikçe içinizdeki umutlar da sanki ''çınarlaşıyor'' ve
İnkaya'nın kolları arasında olduğunuzu anımsayıp yaşama daha bir
sevgiyle sarılıyorsunuz...
Evet... O günbatımında, güneşin ertesi sabah yeniden doğacağından
emin olduğumuz kadar emindik, ona ''suskunca bakarken'' ne kadar haklı olduğumuzdan...
İnkaya Çınarı'nı 600 yıl önce diken o kutsal insanın, belki de aynı
yerden güneşin batışını seyrederken ''tutacağından'' ve kuşaktan kuşağa
yaşayacağından emin olduğu kadar...
Cumhuriyet - Oktay Ekinci |