Mardin’de
zaman
Mardin şüphesiz çok gizemli bir şehir. Yüzünü Mezopotamya’nın uçsuz
bucaksız ovasına çevirmiş taş evler, araçların giremediği gizemli tünellerden
oluşan ve sonu hiç gelmeyecekmiş gibi uzayıp giden daracık sokaklar her an
yeni bir sürprizle karşılar sizi. Özellikle de dışarıdan gelenleri…
Sırtımı uçsuz bucaksız ovaya dönüp bu şehrin iki yüz yıl öncesini
hayal ediyorum. Henüz elektriğin icat edilmediği, gecekonduların keşfedilmediği,
yüzyıllarca öncesinin estetik kaygılarının yerle bir edilmediği dönemleri.
Ne çimento var ne de müteahhitlik garabetleri. Teknoloji armağanı uydu
antenleri de reklam panoları da gözükmüyor ortalıkta. Şehri, estetik kaygıya
sahip imarların ve ustaların elinden çıktığı haliyle tasavvur ettim, gözlerimi
kapatarak...
O dönemde bu şehri görmeyi ve sokak sokak fotoğraflamayı ne kadar çok
isterdim. Hele hele, korna çalarak geçen otomobillerin olmadığı
caddelerini; insana inanılmaz derecede dinginlik veren taşlı yollarını;
Mezopotamya ovasını tepeden seyreden ibadethanelerini… Elbette, taşlı
merdivenlerden ağır ağır çıkan tevekkül sahibi insanlarını da binlerce
fotoğraf karesine konuk etmek isterdim.
Gerçi Mardin hâlâ çok etkileyici ve medeniyet tarihimiz için hâlâ çok
önemli. Ama bir şehir olarak, estetik olarak çok hırpalanmış. Elektrik
telleri ve direkleri hoyratça kirletmiş bütün bir şehri. Ya yüzyıllarca
öncesindeki estetikle uzaktan yakından ilgisi olmayan gecekondulara ne demeli.
Denecekse en çok da yıllarca bu cinayete sessiz kalan yetkililere demeli.
Birbirinden uzak yerler olmasına rağmen Mardin ile ilgili düşündüklerimi
Beypazarı’nda da düşündüm. Bu şehre elimde fotoğraf makinesiyle 200 yıl
önce gelmek isterdim, dedim. Elektrik direklerinin ve tellerinin olmadığı,
eski şehre yeni binaların yapılmadığı bir zamanda satır satır dolaşmak
isterdim bu şehri.
Beypazarı da hâlâ etkileyici bir yer, bu kadar çok konağı bir arada görmek
hakikaten insanı çok etkiliyor. Ne kadar zengin bir sofrası var ve Beypazarı
halkı ne kadar cömert ve sıcak.
11 gün boyunca Beypazarı’ndan, Tuz Gölü’ne, Mardin’den Aksaray
Urfa’ya kadar Türkiye’nin birçok yerini gezdik ve gittiğim her yerde
bunları düşündüm. Anadolu’da binlerce yıllık bir birikimin üstünde yaşıyoruz.
Pek çok şehrimizin kuruluş tarihi birkaç bin yıl öncesine dayanıyor. Ama
hangi şehrimiz bir Heidelberg, bir Floransa ya da Roma kadar korunmuş. Hangi
korunan şehrimiz Venedik gibi bir marka olmuş. Ya da hangi şehrimiz Londra
gibi geçmişleriyle uyumlu gelişme göstermiş. Batı’nın hangi şehri
Mardin kadar birbirinden farklı etnik ve dini kimliklerin yaşamasına müsaade
etmiş. Ama bunu dünyada kim biliyor? Kısacası Anadolu’da üretilmiş onca
değer var. Ama çok azı marka haline gelip dünyaya mal edilmiş durumda.
Dünya turizmi yüzünü mistik dünyaya çeviriyor. Özellikle Amerika ve
Avrupa toplumlarında mistisizme duyulan yoğun ilgi turizme de yansıyor. Türkiye’de
de deniz kenarında saatlerce kalıp gece de çılgınca eğlenmeyi fazla yoz
bulan kesimler de yüzünü keşfetmeye çeviriyor.
Bu konuda Anadolu’nun dünyaya söyleyeceği o kadar çok şey var ki.
Zaman - Mehmet Kamış |