Fransızlaştırma
Beyoğlu'nun gözden ırak bir köşesini restore ettiler, şık denebilir
lokaller açtılar, bir canlılık getirdiler. Bu restorasyon ve 'yeniden
canlandırma' işlerinde her zaman kaçınılmaz bir yapaylık payı bulunur.
İşlemin kendinde olan bir durum bu.
Eski bir zamanın, öyle kendi başına duran bir parçasını, eskiye
benzeterek, ama şimdiki zamanın ihtiyaçlarına göre elden geçiriyorsunuz.
Ben daha gidip görmedim, restorasyon işleri tamamlanmış ve 'halka açılmış'
halini. Basından olayı izlerken, başka birçoklarımızın da kafasını
kurcaladığını tahmin ettiğim bu adlandırma hikâyesine takıldım: yani,
Cezayir Sokağı'nın Fransız Sokağı'na dönüşmesi hikâyesine.
Bu galiba resmen böyle olmamış, ama herkesin ağzında 'Fransız' lakırdısı.
Fransa, Cezayir'i 1830'da Osmanlı devletinden koparıp almıştı. O tarihte
Osmanlı'nın bu kadar uzaklarda 'veririm, vermem' mücadelesini üstlenecek
hali yoktu. Henüz milliyetçi bir intelligentsia yetişmediği için,
Trablus'taki benzer olayın yaklaşık yüzyıl sonra yarattığı tepkisel
heyecanı da yaratmadı. Unutup gittik.
O kadar unutup gittik ki savaş sonrasında Fransız sömürge yönetimine
karşı ayaklanan Cezayir halkına da aldırış etmedik. Uluslararası
platformlarda, bağımsızlık için direnen Cezayir'i değil, sömürge yönetimini
dayatan Fransa'yı destekledik.
Bu zamana kadar da, gerek Üçüncü Dünya'da, gerek yeni yeni kıpırdanan
Arap-İslam yenilikçilik hareketi içinde, prestijimiz pek yukarılarda değildi.
Ama Cezayir dolayımında Türkiye'nin diplomatik tutumları o prestiji bayağı
aşağılara indirdi.
Bunları, Cumhuriyet diplomasisinin (ve tabii devlet politikalarının) 'sabıka'ları
olarak kabul edebilirsiniz. 'Devlet' falan... Ama şimdi, adı bir münasebetle
'Cezayir Sokağı' olmuş bir yeri 'Fransız Sokağı'na çeviren, anladığım
kadar, resmi bir merci değil, halkımız ve medyamız.
Bu dönüşümde simgesel bir koku alıyorum. Hani, şu bizim Batılılaşma
serüvenimiz gibi bir şey: cezayirleri fransızlaştır!
Türkiye'de antiemperyalist bir söylem her zaman varolmuştur. Bazen daha
geri plandadır, bazen çok ön planda, ama hep oradadır. 60'larda, 70'lerde bu
söylemin rengini daha çok o dönemin solu veriyordu; 80'lerden bu yana gitgide
faşizan bir renge bürünüyor.
Bütün bu hegemonyaya rağmen, Türklerin düşüncesinde gerçek bir
antiemperyalist çizgi bulunduğunu düşünmüyorum. 'Niye?' derseniz, bunun
ilk nedeni, kendini 'emperyal' bir kılıkta hayal etmekten hiçbir zaman vazgeçmemiş
bir toplumun (ya da o toplumun seçkinleri), otantik bir 'antiemperyalist'
duyarlılığa sahip olmasının ciddi güçlüğüdür.
Kendi 'imparatorluğu'nun şu ya da bu şekilde elinden gitmiş olmasını
halen de sindirememiştir.
Bu koşullarda, emperyalist sistemin zulmünü çekmiş halklarla sahici bir
özdeşlik kuramamakta, onlara herhangi bir 'empati' ile bakamamaktadır.
'İmparatorluk' hayalini elden bırakmıyorsan, bir halkın 'emperyal zulüm'
altında tutulmasını da fazla söz konusu etmeyeceksin.
Böyle olunca, 'antiemperyalizm', 'Kurtuluş Savaşı', 'mazlum milletlere örnek
olma' edebiyatı, sahiden de 'edebiyat' ve 'retorik' olarak kalıyor. Bu
'antiemperyalizm' filan değil, düpedüz 'yabancı düşmanlığı'dır ve aynı
zamanda 'haset'tir. 'Niye ben değil de o?' diye antiemperyalizm yapılmaz.
Radikal - Murat Belge |