Saburhane'deydik...
Çardağın altındaki masaya oturduğumda, önce karşı yamaca baktım...
Kiremit çatılı, bembeyaz duvarlı, tertemiz eski evler... Yine kiremit şapkalı
bacaları ve duvarlarının ardındaki hayatlarıyla orada, ''değişmeden''
duruyorlar... Birbirlerine saygılı, manzaralarını kapatmadan, sırtlarını
dağa yaslayarak...
Sonra, meydanı çevreleyen kahveler, iki fırın, üç bakkal, iki berber dükkânı
ve alçakgönüllü, sade Saburhane Camisi...
Onlar da ''aynılar'' ... Hem de insanların oturuş şekilleriyle, suskun ve
meraklı bakışlarıyla, güleç selamları ve kısık dedikodularıyla...
Caminin yanında, gövdesindeki oyuğa aldırmadan tarihi yazmayı sürdüren
''koca çınar'' ... Az ilerde de o ''coşkulu yıllar'' da İTÜ'lü öğrencilerle
restore edip kafeteryaya dönüştürdüğümüz eski ''şaraphane'' binası...
O da sanki 20 yıl önce zamanı durdurmuş gibi...
''Postabaşı'' nın kahvesinden yukarı doğru çıkan sokağın hemen
solunda, ''Apostolos'un Meyhanesi'' olarak bilinen, eski ''mektep'' binası da
10 yıl önce yandığı gibi duruyor... Ateşlerden arta kalan ne varsa, sanki
bina geçen hafta yanmışçasına, olduğu gibi orada ve ayaktalar...
Karşıdaki kahvelerin arasından giren sokağın içinde de Handan ve İlhan
Selçuk 'un evleri... Handan Abla'yı sonsuz dinlencesine uğurladığımızdan
beri İlhan Ağabey mutfaktaki kibritine kadar koruyor...
Denebilir ki son çeyrek yüzyıl içinde, Türkiye'nin tarihi kentlerindeki
eski semtleri arasında, dokusunu, peyzajını, kimliğini hemen hiç değiştirmeden
''değişen çağı'' yaşayanların başında Muğla 'nın Saburhane Meydanı
geliyor... Tek tek eski yapılar yerine, ''kentsel ölçekte koruma'' kararını
verip kolları sıvadığımız 1970'lerin sonlarına ait fotoğraflarla bugünü
kıyasladığınızda, aradaki fark belki de sadece otomobil modellerinde...
Bir de oturduğum masanın hemen yanındaki Mimar Sinan...
Kahvem geldiğinde, dalmış anlatıyordum:
''- Sinan'ı buraya, 1990'ların başlarında, Muğla'ya göz kulak olsun,
Saburhane'yi korusun diye diktik... Görevini nasıl da yerine getiriyor...''
1978'de okulu yeni bitirmiş çiçeği burnunda bir mimar olarak, bu kentin
mimarlık mirasını ''tüm dokusuyla'' korumayı benimseyen Belediye Başkanı
Erman Şahin 'in imar müdürlüğünü üstlendiğimde, sözde birkaç yıllığına
Muğla'da kalacaktık...
Derken öylesine bağlandık ki tam 15 yıl kesintisiz ''kentsel koruma'' mücadelesi...
Hem de yine o dönemin popüler örneği Antalya-Kaleiçi gibi ''turistik'' amaçlı
değil, doğrudan Muğlalıların kendi evlerinde, kendi sokaklarında ve kendi
mekânlarında kalmalarını sağlayarak...
Yani, tarihsel ve geleneksel kent mirasını ''yaşatarak'' korumayı
hedefleyerek...
Muğla'da yapıtı olmayan Sinan'a işte bu ''gençlik emeğimizi'' emanet
etmek için heykelini Saburhane Meydanı'na dikmeyi önermiştim; kabul edilmişti...
Sonra da içimiz rahat İstanbul'a gitmiştik...
Şimdi bakıyorum, dileğimizi nasıl da yerine getirmiş; sadece tarihi
semti değil, mimarlıktaki o ilk yıllarımın coşkusunu da korumuş, kollamış...
Yanıbaşında kahvemi içerken düşündüm...
Yıllar sonra bir gün, Sinan'ın ''İstanbul'daki türbesinin'' önünde, işte
o vaktiyle bir kenti kurtaran duygularımın yeniden yüreğimde kabarmasına
neden olan ''şansımı'' da tıpkı Saburhane gibi Sinan'ın ''korumasına''
emanet etmekte ne kadar haklıymışım...
Masamdaki Saburhaneli dostlar çoğaldılar... Kahveci çayları yeniledi...
Onlar dinledikçe ben de anlatmayı sürdürdüm:
''- Buralar artık yaşama, kente, anılara ve geleceğe değer veren
herkesin buluşma yeri olmalı... İnsanı insana bağlayan birliktelikler
buralarda derinleşmeli... Yeniden duyulan heyecanlar, buralarda da yaşanırsa,
eminim ki bir daha artık kolay yitirilmez...''
Çünkü geçmişin tanıkları, bize aslında ''kendimizi'' anımsatıyor...
Saburhane'deki masadan kalkarken son cümlem, ''Meğer bunu nasıl da özlemişim''
oluyor...
Cumhuriyet - Oktay Ekinci
|