Viyana tepelerinde
Tuna'nın kıyısındaki, rengarenk sevecen kuleli, Miro'nun resimlerine
benzeyen asimetrik bir binayı gösteriyorlar. Mimarlık dünyasını tezleri ve
yapılarıyla sarsalayan aykırı Avusturyalı mimar Hundertwasser'in bir eseri
bu... Ama geleneksel zarafetin doruğunu oluşturan kentte böyle çarpıcı bir
yapının "çöp fabrikası" olduğunu duymak da gördüklerimiz kadar
şaşırtıcı... Viyana, çöpü kendi kültürünün en önemli yaratıcılarından
biri marifetiyle bir estetik tapınağa dönüştürebiliyor. Üstelik kentin içindeki
bu çöp fabrikasındaki enerji kent merkezinin sıcak suyunu sağlıyor. Eski
senyörlere ait saraylar sandığınız binaların hapishane olduğunu öğrenmek
kadar etkileyici bu...
Habsurburglar'ın müzeye dönüştürülen saraylarındaki resimlere
bakarken bu anlayışın tarihsel bir başka boyutunu görüyorsunuz. Kraliyet
ailesinin özel koleksiyonu, en ünlü yaratıcıların resimlerinden oluşuyor.
Kraliyet ailesinin özel koleksiyonunun dünya çapında bir kültür hazinesi
olduğu bir ülkenin çöp fabrikası ve hapishaneleri de bir başka oluyor
tabii...
Yakın zamana kadar hastane olarak kullanılan Viyana Üniversitesi'nin
soyluların kış bahçelerini andıran kampüsünde Avrupa Parlamentosu
milletvekili Hannes Swoboda ile birlikte Avrupa sürecinde Türkiye ve Kürtler
konusunu tartışmak için birlikteyiz. Yaban ellerdeki Türkler'in, Türkiye
ortamının daha gerisinde kaldıklarını, değişimin nabzını tutamadıklarını,
yeni bir atılım yerine eskiyi tekrarla yetindiklerini ve dünyaya kendi din ya
da ırk aidiyetleri üzerinden baktıklarını, "dünya vatandaşlığı"
gibi bir hedefin de şimdilik epey uzakta seyrettiğini görerek üzülüyorum.
Zamanın bu soruları halledeceğinden emin olarak Viyana'nın insanı koynuna
alan usul zarafetine dönüyorum.
Viyana'yı çevreleyen tepelere vuruyoruz. Didar, "Mozart'ın
kahvesinden" söz ediyor. Laf arasında söylenen "Mozart'ın
kahvesi" sözünü programın ana hedefine dönüştürüyoruz.
Kahlenberger semtine yöneliyoruz. Aradığımız kahveyi bulamıyoruz ama müthiş
bir sürprizle karşılaşıyorum. "Yaşam Alanı", üzüm bağlarının
kıyısında, kenarında izleyicilerin oturacağı birkaç basamağın yer aldığı,
belli aralıklarla farklı ağaçların dikildiği ve her ağacın önünde
minik hoparlörlerin bulunduğu bir mekan... Bu hoparlörlerin üzerine günler
ve aylar yazılmış. Kendi doğum gününüze isabet eden ayı ve günü
bulunca arkasında yer alan ağaç ile özdeşleşiyorsunuz. Hoparlörden
duyulan sesin anlattığı ağacın nitelikleri, sizin de karakterinizin özelliğini
belirtiyor. Benimkine, Noel'deki evlere konan çam isabet ediyor. Özelliklerinden
memnun kalıyorum.
Araya sora sonunda Mozart'ın izine daha aşağılarda ama gene hemen üzüm
bağlarının içinde rastlıyoruz. Patika irisi bir yoldan yukarı tırmanınca
sizi teraslı bir kahve karşılıyor.. Ama kahve bugün kapalı... Henüz bağbozumunun
hışmına uğramamış bağlardan kırmızı ve siyah üzümleri tadıyoruz.
Tuna, hemen aşağımızda akıyor. Viyana'da yeni bir şey daha öğreniyorum.
Hasatın hemen ardından yapılan taze kırmızı şarabın piyasaya sürülmesi
öğrencilik günlerimden bu yana değişen yılların değişmeyen bir durağı
gibidir. İlk hasatın üzümünü bekletmeden buruk tadıyla şişelemek bir
Fransız icadıdır. Beaujolais olarak da ünlenmiştir... Viyana'da bu geleneğin
beyaz üzümle olanına rastlıyorum. Üzüm suyuna benzeyen, bulanık görünümlü
bu içkiye "Sturm" diyorlar. Yaşamın izlerini sürerken ardımda bıraktığım
simgesel çakıl taşlarının arasına Sturm'u da ilave ediyorum.
Patikamsı yoldan aşağıya indiğimizde, sokağın başında asılı bir
plakette, 1781 yılında Mozart'ın babasına yazdığı bir mektuptan alınmış
bir cümle var... 25 yaşındaki Mozart, Viyana'ya bir saat uzaklıkta oturduğunu
vurguluyor... Oturduğu yer Reisenlberg. Şimdi arabayla kent merkezine sadece
on dakika. Tuna... Pastırma yazı... Viyana bağları... Strudel... Mozart..
Mozart'ın yirmi beş yaşı... Sonbaharın ruhunu paylaşan dar sokaklar,
pastel renkler, buranın aristokrasisinin buralara sinmiş gizemli zarafeti...
İnsan Viyana'yı seviyor.
Sabah - Mehmet Altan |