reklam

20 Mayıs 2005 Cuma
Ana Sayfa > Haberler

Boğaz'ın Asya kıyılarıyla tepeleri ve Polonezköy...

İstanbul'u arada sırada yeniden dolaşmak ve her seferinde bir öncekine göre, biraz daha şaşırmak...

Önceki gün öğleden sonra da, yeni adı "Boğa Meydanı"na dönmüş, "Altıyol"dan yavaş yavaş iskeleye doğru inerek, Üsküdar yönüne doğru saptık usulca...
Kadıköy'ün, Yeldeğirmeni'ne dönük kanadındaki son model elektronik eşya ile vitrinleri tıklım tıklım dolu, irili ufaklı mağazaları ve taşranın çeşitli bölgelerinden gelmiş sahip ve tezgâhtarları; bendeniz için gerçekten şaşırtıcıydı... Çeşit çeşit bol kebapçı lokantalarının adlarıyla, mutfakları da, özellikle Güneydoğu damgalıydı.

Türkiye gerçekten kalkınıyor muydu, yoksa karıncalar gibi tümden İstanbul'a mı taşınıyordu; doğrusu kestiremedim.

Boğaz'ın Asya kıyılarındaki Kuzguncuk, Beylerbeyi, Vaniköy, Çengelköy, Kandilli gibi iskele çarşıları da; bir taşra patlamasının senteziyle değişik bir saç örgüsüne dönüşmüştü.

Ne Küçüksu ile Küçüksu Deresi; ne de Anadolu Hisarı -vazgeçtik eski İstanbul dönemlerini- geçen yıldaki görüntüsüyle kalabilmişti. Bütün Boğaz kıyıları ve tepeleri gitgide daha da azgınlaşan bir yapı epidemisinin tutsaklığına düşmüş gibiydi...

Boğaz kıyılarını kapatan ünlü yalılar saltanatının yüksek ve kalın bahçe duvarları...

Derken Kanlıca... Kanlıca'nın alafranga kıyı lokantalarıyla İskele Meydanı'ndaki, özenti görüntülerden arınmış bize özgü cümbüşü...

Kanlıca'ya ne zaman uğrasam, o bir avuçluk Koy'da; Yahya Kemal'in İstanbul'la sarmaş dolaş olmuş mısraları şarkılaşır Boğaz sularında:

Körfez'deki durgun suya bir bak göreceksin,

Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde.

Mehtap... İri güller... Ve senin en güzel aksin;

Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde.

Arabanın radyosunda ajans haberleri, "İçişleri Bakanlığı'nın bir genelgeyle, milletvekillerine, sivil-asker tüm yüksek yargı mensuplarına ve diplomatik görevlilere; trafik polislerinin ceza yazamayacağını ve tutanak dahi tutamayacağı açıkladığını" ilan ededursun; Beykoz'un balıkçıları da, iki yanı çınar ağaçlarıyla kapanmış uzayıp giden ünlü "hıyaban"ı da, İstanbul'un bitmeyen öpücükleriyle; eski ve serserimtırak bir Boğaz aşığını yeniden selamlıyordu sanki...

Abraham Paşa Korusu, yıkılıp, dökülüp kapanmış eski lokantalarına karşın; Riva'ya doğru içine dalacağımız ağaçlar ve korular senfonisinin, bin kez dünyaya gelsem, bin kez doyamayacağım sessiz uvertürünü, yeniden çalmaya başlamıştı...

Vaktiyle Çelik Gülersoy'la da bir türlü karara varamadığımız bir sorunumuz vardı:

Acaba biz ağaçları, koruları, ormanları denizlerden daha mı çok seviyorduk; yoksa denizlerle her zaman burun buruna olduğumuzdan mı, o görkemli gövdeleri, anaçlaşmış dalları ve yemyeşil yapraklarıyla ağaçları, daha çok özlüyorduk?

Bilemiyorum ki... İnsan kendini tanımaz ki...

Boğaz'ın Asya kıyısı tepelerine vurduğumuzda... Yokuşlar, inişler, yeni yapılmakta olan yollar... Ihlamurlar, çamlıklar, cevizler, atkestaneleri, çınarlar ve bembeyaz çiçek açmış akasyalar...

Derken efendim, yaygınlaştıkça yaygınlaşan bir yapılaşma salgını... Yeni yapı siteleri için hazırlanan, yeşillikler arasında kelleşmiş toprak alanlar; ağaçlıklı tepelerin de tepesinde, kartal yuvası benzeri villalar; kıyılarda, kuytularda döküntünün döküntüsü gecekondular ve tek düze, tek suratlı, aynı üniformadan giyinmişçesine, çok balkonlu, pembemsi, sarımsı modern siteler...

Poyrazköy'ü Boğaz'ın bitiminde; Riva'yı da uzaklarda Karadeniz kıyısında bırakarak, Mahmut Şevket Paşa Köyü'ne saptığımızda...

Kapılarında "Kendin pişir, kendin ye" yazılı bahçe lokantaları; bildiğimiz türden kasaba dükkânları; erkek erkeğe kahveleri...

57 yaşında ömrünü tüketmiş olan Mahmut Şevket Paşa'nın da biyografisi ve yaşadıkları; hep aynı beşikte, aynı kundakla hiç büyümeden ağlaya ağlaya sallanıp dururken, arada bir dikilip nutuk da atan yakın tarihimizin, berrak bir özeti...

Boğaz tepelerinde kendi adını taşıyan ünlü Köy'den geçerken; Mahmut Şevket Paşa'yı da; Alman komutan Goltz Paşa'yı da; 31 Mart Vakası'nı da; Balkan bozgununu da; kendiliğinden boşalan bir film şeridi gibi, düşünmeden edemedim nedense...

Sonunda Polenezköy...
Vaktiyle ne kadar sık gelirdim Polonezköy'e... Bir seferinde de, Turhan Selçuk'la beraber gelmiştik bir yaz günü...

Babamın da, kırk yılda bir gençliğinden söz ederken, çokça adını andığı bir yerdi Polonezköy...

İki katlı, ortasındaki küçük balkonun her iki yanında birer çift ikiz penceresi de bulunan, ortası dik çatılı bir lokanta; sarımsı, açık hardal renginde...

Bahçesi, sanki pek el de değmemiş doğallığında, bir tatlı rüyalar köşesi...

Bahçenin çevresi, yarış eden koruların birden duraklamış bin bir çeşit ağaçlarıyla çerçevelenmiş; yapraklarını uzatmış bodur palmiyelerden selvilere, akasyalara, sarmaşıklara, cevizlere, çınarlara dek...

Kaç zaman var; altında yanıp duran özel mumuyla, özel kabı içinde masaya servis yapılan "peynir fondü" yememiştik...

Birer kadeh derken, ikişer de olan beyaz şaraplar...

Sonunda da bir meyve tabağı ki; kıyıları kırmızı kabuklu, kalp biçiminde dilimlenmiş incecik elma dilimlerinden, aşağıdan yukarı doğru dilimlerinin küçüldüğü bir elma piramidi... Yanında da, soyulmuş armut dilimlerinden birbirine dik tutturularak, üst üste yükseltilmiş, beyaz bir armut anıtı...

Aşçı dosta nasıl teşekkür edeceğimizi bilemedik...

Ve birer fincan kahveyle, son küçük likör kadehlerini de anıların şerefine kaldırdık Solmaz'la...

Acaba babamın gençliğindeki ağaçlardan biri miydi, altında oturduğumuz ceviz de? Kim bilir...
Milliyet - Çetin Altan

 

Mayıs 2005 Arşivi

pt sl çr pr cm ct pz
          01
02 03 04 05 06 07 08
09 10 11 12 13 14 15
16 17 18 19 20 21 22
23 24 25 26 27 28 29
30 31          
diğer aylar için tıklayın

Kelime manası ipotek anlamına gelen "mortgage", bir çeşit gayrimenkul finansman sistemini ifade ediyor. Mortgage Sistemi hakkında detaylı bilgi edinmek için tıklayın.

Arkitera.com/gündem

  

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz