Boğaz'ın Asya
kıyılarıyla tepeleri ve Polonezköy...
İstanbul'u arada sırada yeniden
dolaşmak ve her seferinde bir öncekine göre, biraz daha şaşırmak...
Önceki gün öğleden sonra da, yeni adı
"Boğa Meydanı"na dönmüş, "Altıyol"dan yavaş yavaş iskeleye doğru inerek, Üsküdar
yönüne doğru saptık usulca...
Kadıköy'ün, Yeldeğirmeni'ne dönük kanadındaki son model elektronik eşya ile
vitrinleri tıklım tıklım dolu, irili ufaklı mağazaları ve taşranın çeşitli
bölgelerinden gelmiş sahip ve tezgâhtarları; bendeniz için gerçekten
şaşırtıcıydı... Çeşit çeşit bol kebapçı lokantalarının adlarıyla, mutfakları da,
özellikle Güneydoğu damgalıydı.
Türkiye gerçekten kalkınıyor muydu,
yoksa karıncalar gibi tümden İstanbul'a mı taşınıyordu; doğrusu kestiremedim.
Boğaz'ın Asya kıyılarındaki Kuzguncuk,
Beylerbeyi, Vaniköy, Çengelköy, Kandilli gibi iskele çarşıları da; bir taşra
patlamasının senteziyle değişik bir saç örgüsüne dönüşmüştü.
Ne Küçüksu ile Küçüksu Deresi; ne de
Anadolu Hisarı -vazgeçtik eski İstanbul dönemlerini- geçen yıldaki görüntüsüyle
kalabilmişti. Bütün Boğaz kıyıları ve tepeleri gitgide daha da azgınlaşan bir
yapı epidemisinin tutsaklığına düşmüş gibiydi...
Boğaz kıyılarını kapatan ünlü yalılar
saltanatının yüksek ve kalın bahçe duvarları...
Derken Kanlıca... Kanlıca'nın alafranga
kıyı lokantalarıyla İskele Meydanı'ndaki, özenti görüntülerden arınmış bize özgü
cümbüşü...
Kanlıca'ya ne zaman uğrasam, o bir
avuçluk Koy'da; Yahya Kemal'in İstanbul'la sarmaş dolaş olmuş mısraları
şarkılaşır Boğaz sularında:
Körfez'deki durgun suya bir bak
göreceksin,
Geçmiş gecelerden biri durmakta
derinde.
Mehtap... İri güller... Ve senin en
güzel aksin;
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde.
Arabanın radyosunda ajans haberleri,
"İçişleri Bakanlığı'nın bir genelgeyle, milletvekillerine, sivil-asker tüm
yüksek yargı mensuplarına ve diplomatik görevlilere; trafik polislerinin ceza
yazamayacağını ve tutanak dahi tutamayacağı açıkladığını" ilan ededursun;
Beykoz'un balıkçıları da, iki yanı çınar ağaçlarıyla kapanmış uzayıp giden ünlü
"hıyaban"ı da, İstanbul'un bitmeyen öpücükleriyle; eski ve serserimtırak bir
Boğaz aşığını yeniden selamlıyordu sanki...
Abraham Paşa Korusu, yıkılıp, dökülüp
kapanmış eski lokantalarına karşın; Riva'ya doğru içine dalacağımız ağaçlar ve
korular senfonisinin, bin kez dünyaya gelsem, bin kez doyamayacağım sessiz
uvertürünü, yeniden çalmaya başlamıştı...
Vaktiyle Çelik Gülersoy'la da bir türlü
karara varamadığımız bir sorunumuz vardı:
Acaba biz ağaçları, koruları, ormanları
denizlerden daha mı çok seviyorduk; yoksa denizlerle her zaman burun buruna
olduğumuzdan mı, o görkemli gövdeleri, anaçlaşmış dalları ve yemyeşil
yapraklarıyla ağaçları, daha çok özlüyorduk?
Bilemiyorum ki... İnsan kendini tanımaz
ki...
Boğaz'ın Asya kıyısı tepelerine
vurduğumuzda... Yokuşlar, inişler, yeni yapılmakta olan yollar... Ihlamurlar,
çamlıklar, cevizler, atkestaneleri, çınarlar ve bembeyaz çiçek açmış
akasyalar...
Derken efendim, yaygınlaştıkça
yaygınlaşan bir yapılaşma salgını... Yeni yapı siteleri için hazırlanan,
yeşillikler arasında kelleşmiş toprak alanlar; ağaçlıklı tepelerin de tepesinde,
kartal yuvası benzeri villalar; kıyılarda, kuytularda döküntünün döküntüsü
gecekondular ve tek düze, tek suratlı, aynı üniformadan giyinmişçesine, çok
balkonlu, pembemsi, sarımsı modern siteler...
Poyrazköy'ü Boğaz'ın bitiminde; Riva'yı
da uzaklarda Karadeniz kıyısında bırakarak, Mahmut Şevket Paşa Köyü'ne
saptığımızda...
Kapılarında "Kendin pişir, kendin ye"
yazılı bahçe lokantaları; bildiğimiz türden kasaba dükkânları; erkek erkeğe
kahveleri...
57 yaşında ömrünü tüketmiş olan Mahmut
Şevket Paşa'nın da biyografisi ve yaşadıkları; hep aynı beşikte, aynı kundakla
hiç büyümeden ağlaya ağlaya sallanıp dururken, arada bir dikilip nutuk da atan
yakın tarihimizin, berrak bir özeti...
Boğaz tepelerinde kendi adını taşıyan
ünlü Köy'den geçerken; Mahmut Şevket Paşa'yı da; Alman komutan Goltz Paşa'yı da;
31 Mart Vakası'nı da; Balkan bozgununu da; kendiliğinden boşalan bir film şeridi
gibi, düşünmeden edemedim nedense...
Sonunda Polenezköy...
Vaktiyle ne kadar sık gelirdim Polonezköy'e... Bir seferinde de, Turhan
Selçuk'la beraber gelmiştik bir yaz günü...
Babamın da, kırk yılda bir gençliğinden
söz ederken, çokça adını andığı bir yerdi Polonezköy...
İki katlı, ortasındaki küçük balkonun
her iki yanında birer çift ikiz penceresi de bulunan, ortası dik çatılı bir
lokanta; sarımsı, açık hardal renginde...
Bahçesi, sanki pek el de değmemiş
doğallığında, bir tatlı rüyalar köşesi...
Bahçenin çevresi, yarış eden koruların
birden duraklamış bin bir çeşit ağaçlarıyla çerçevelenmiş; yapraklarını uzatmış
bodur palmiyelerden selvilere, akasyalara, sarmaşıklara, cevizlere, çınarlara
dek...
Kaç zaman var; altında yanıp duran özel
mumuyla, özel kabı içinde masaya servis yapılan "peynir fondü" yememiştik...
Birer kadeh derken, ikişer de olan
beyaz şaraplar...
Sonunda da bir meyve tabağı ki;
kıyıları kırmızı kabuklu, kalp biçiminde dilimlenmiş incecik elma dilimlerinden,
aşağıdan yukarı doğru dilimlerinin küçüldüğü bir elma piramidi... Yanında da,
soyulmuş armut dilimlerinden birbirine dik tutturularak, üst üste yükseltilmiş,
beyaz bir armut anıtı...
Aşçı dosta nasıl teşekkür edeceğimizi
bilemedik...
Ve birer fincan kahveyle, son küçük
likör kadehlerini de anıların şerefine kaldırdık Solmaz'la...
Acaba babamın gençliğindeki ağaçlardan
biri miydi, altında oturduğumuz ceviz de? Kim bilir...
Milliyet - Çetin Altan |