reklam

30 Mayıs 2005 Pazartesi
Ana Sayfa > Haberler

Ey şehr-i İstanbul! Where are you going?

İstanbul romantizmine kapılmanın da, İstanbul'dan yaka silkmenin de aynı oranda kolay olduğu malum. Kenti nereye koyacağını, ne içinde doğup büyüyenler tam olarak biliyor ne de yabancılar. Bu konuda herhangi bir hakikatin varlığı zaten şüpheli olduğundan, sonunda da işin içinden hengame, gizem, çelişki falan diyerek çıkmaktan başka çare kalmıyor. İşin aslı karma bir kimlikten oluşan büyülü bir dinamizm mi, 'kimlik bunalımı' mı, orası tam belli değil. Fakat bir yandan İstanbul her bir şeyin merkezi olmaya, bilhassa da kültürel bir merkez olmaya talip. Hem de dünya ölçeğinde, değilse bile Avrupa'nın gözünde. Buna ramak kaldığına dair veriler her daim mevcuttur. Şunlar ve bunlar yapılmıştır, görenler hayran kalmıştır, Kuledibi'ndeki yabancı popülasyonu artmıştır, bilmemkim de konser vermeye mutlaka gelecektir, bir başkası Türk müziğine hasta olmuştur, vs.

Bunlar eski muhabbetler. Ama belki de şu aralar her zamankinden daha 'güncel'. Bir kere İstanbul'daki turist ve yerleşik yabancı sayısındaki artış gözle görülür düzeyde. Biz turist olarak gittiğimizde, fırsatı bulan İstanbul'dan bahis açıyor. Uluslararası kongreler serisi ayrı bir vaka. İstanbul da, kültürel ve sanatsal üretimi, nüfusunu düşününce devede kulak kalsa bile, iyi-kötü bir hareketlenme yaşıyor. Beri yandan bakımsız kalmış bir sürü tarihi bölge, farklı yaşam alanlarına dönüşmesi ümidiyle harıl harıl restore edilip yeniden düzenleniyor.

Peki, "Batı bitti, gelecek akım Doğu'dan," diyerek neredeyse buraların bayraktarlığına soyunan Fatih Akın ve diğer iyi niyetli arkadaşlar ne ölçüde haklı? İstanbul gerçekten egzotikliğinin ötesinde cazip bir şehir, giderek bir kültürel merkez olma yoluna ufaktan çıktı mı, yoksa sadece turistler için biraz daha 'hip' mi oldu? İzleyip göreceğiz elbet. Fakat ondan önce, İstanbul'un nasıl bir gidişat içinde olduğunu, belli başlı alanlardan uzman isimlerle konuştuk. Genel bir çerçeve için ise, kent kültürü ve İstanbul'un erbaplarından Murat Belge'ye sorduk.

'Aslolan, bir özgürlük kültürü geliştirmektir'
Murat Belge, İstanbul'a son dönemde hakim olan canlılığın sağlam temellere dayanmadığını savunuyor

İstanbul üzerine epey kafa yoran Murat Belge, 'İstanbul'un kültür, sanat ve turizm alanlarındaki parlak geleceği' konusunda artan hararete, temkinli yaklaşıyor. "İstanbul dış kamuoyunda çok çekici bir yer. Merak var. Fakat o insanların buraya kültürel bir pratiğin içinde yer almaktan çok, görmek üzere geldiklerini düşünüyorum. Dediğiniz gibi bir oluşumun başlangıcında olabiliriz de, olmayabiliriz de. En azından bunun bu şekilde görünebildiği bir aşamadayız. Fakat böyle bir şeyin olacağı memlekette, tam bir fikir özgürlüğü olur. Bu, Türkiye'de yok henüz."

Tam bir fikir özgürlüğü 'bekledim de gelmedi'ler arasındayken, kaybedilenler hanesinde kozmopolit bir yapı duruyor. Belge, bazen İstanbul'un kozmopolitliğinden bahsedilirken, kentte artık Sivaslısından Kastamonulusuna herkesin yaşadığından dem vurulmasına dikkat çekiyor. "Halbuki tam tersi. Kozmopolitlikten çıktı. Cumhuriyet'e kadar kozmopolit diyebileceğimiz bir nüfusu vardı. Yine bir kültür üretim merkezi değildi ama dünyada üretilen kültürün kısmen olsun tüketildiği bir kentti. Örneğin Donizetti bir opera yazdığında, Tahran'a, Pekin'e, Kahire'ye gitmezdi de, bir zaman sonra İstanbul'a mutlaka gelirdi. Bu bir ölçüdür. Ama bir St. Petersburg da değildi İstanbul; Dostoyevski çıkmadı. Cumhuriyet'in ilk yıllarında, 60'a kadar, Cumhuriyet döneminin kendi ölçüleri içinde, İstanbul şimdiye oranla yine daha kozmopolit bir yerdi. Ondan sonra yerli halkı, buranın Türk olmayan yerlilerini kovaladık. Nüfusu o zaman 1 milyon civarında olan bir kentten 100 bin insanın gidişi ciddi bir azalmaya yol açmalıydı."

Ne var ki öyle olmamış, aksine İstanbul'un nüfusu birkaç kat artmış o yıllarda. "Demek ki müthiş bir göç geldi. Bu da şunu gösteriyor; İstanbul her zaman göç almıştır ama İstanbul'un yerli nüfusuyla her yıl dışarıdan gelenlerin belli bir oranı olmuştur ve oldukça kısa sürede dışarıdan gelenler asimile edilmiştir. Ama oranlar böylesine değişince, asimile etmek mümkün olmaktan çıktı. Onun için de İstanbul 1 milyonluk bir kentken, 10 milyonluk, adının ne olduğu belli olmayan bir kalabalık haline geldi."

İstanbul'un, sanki bütün sakinleri sessiz bir anlaşma yapmışcasına, temelde ortak bir kültürü yaşayan, asgari müşterekleri belirgin kentlerden olmadığı aşikar. Zaten hem nefret edip hem de tuhaflığının cazibesine kapıldığımız noktalardan biri de bu herhalde. Belge'ye göre bir Akdeniz kenti kimliğinin baskınlığından söz edilebilir ama bu da tam doğru adres değil. "İstanbul'daki bir şeyin benzerini çok daha yakın olan Bükreş'te görmeyebilirsin ama Valencia'da görürsün. Akdeniz'de bütün o iklim, yeme-içme gibi yumuşak, rahatına düşkün bir hayat tarzı vardır. İstanbul'da bu olabilir. Ama Akdeniz diyorum. 15 yaşına geldiğinde hala denizi görmemiş İstanbullu var. Hangi ortak kültürden bahsedeceksin..."

Hal böyleyken, İstanbulluların kültürel ihtiyaçları ve pratikte 'ihtiyaç duymadıkları' da ister istemez karmaşık bir tablo sergiliyor. "Mesela bu yıl İstanbul Modern diye bir modern sanat müzesi açıldı. İyi de oldu tabii. Ama 21. yüzyıla kadar modern sanat müzesi olmayan bir kent, üstelik bilmemkaç milyon nüfuslu... Bu herhalde insana, bu kentte bir şeyler doğru gitmiyor diye düşündürmeli. Evet film festivali falan düzenliyoruz, birçok insan da geliyor ama burası bunların üreticisi konumuna geçmiyor. O zaman da insanlar gelirler, 'Burası böyle bir memleket' derler ve iyi vakit geçirmenin, keyfetmenin yollarını bularak öyle yaşarlar sadece."

'Çekirge sürüsü gibi...'
Kısacası yabancıların kente neresinden, ne şekilde dahil olacağı, kentin sunduklarının sınırlarıyla bire bir bağlantılı. "İnsanların daha çok gitmek, görmek ve hatta mümkünse yaşamak istedikleri kentler vardır. İstatistiki bir şey bu. Paris mesela uzun bir zaman bu bakımdan rakipsizdi dünyada. Paris'e insanlar Eyfel Kulesi'ni görmeye gitmezlerdi. Eyfel'i görmeye gidenler vardı tabii. Tırmanıp orada öyle mutlu olanlar... Ama asıl bahsettiğim, insanların gidip Paris'te gerçekten Parisliler gibi yaşamak istemeleriydi. Bizde uzun zamandır şöyle bir anlayış hakimdi: 'Hadi Haliç'i ele alalım'. Haliç'i ele alacaksak, Haliç'te insanların yaşamasını sağlamamız lazım. Haliç'te insanlar yaşasın, gelen turistler de bunlar nasıl yaşıyormuş diye baksınlar. Onlar azınlıkta olsun ve kendilerini fazla belli etmesin. Öbür türlü, oranın halkı bırakıp gidiyor, onların mekanı olmaktan çıkıyor semt. O zaman da turist gelişi, çekirge sürüsü gelişi gibi bir şey olmaya başlıyor. Eğer bir yere el atmak istiyorsak, mühim olan, orayı yaşanır hale getirmek."

İstanbul'da pek kimselerin ikamet etmediği önemli ilçelerin başını, Eminönü çekiyor. "Bilirsiniz, sabah 1 milyonun üzerinde bir nüfusu vardır, akşam 80 bine falan iner. Kimse yaşamaz. Öyle olunca da tuhaf, yaşanmayan bir yer olup çıkıyor. Buna çare ararken, mutlaka herhangi bir aşamada işin içine genellikle en son düşündüğümüz nokta olan estetiğin de girmesi lazım." Eminönü'nün İstanbul'a farklı bir şekilde kazandırılması, uzun zamandır akıllarda olan bir hayal. 'Eski Beyoğlu' nostaljisi de kendini hiç unutturmuyor. "Beyoğlu cafeleriyle, kitapçılarıyla son yıllarda farklı bir suret kazandı. 'Daha eski' Beyoğlu da değil tabii. Onunla kıyaslanabilir bir şeye dönüşebilir ama geçmişe dönülmez artık. Heraklet haklı, aynı nehre iki kere girmiyorsun hiçbir zaman."

Çok çok eskiden, TRT, turistlerin 'şiş kebap-rakı-dört mevsim güneş' ekseninde ülkemizi övdüğü, bir tür eğitici kısa film yayınlardı ve turistlerden biri 'ayıplayarak' sorardı bize: "Peki siz, neden ülkenizi tanıtmıyorsunuz?" Bir tanıtsak bin patlayacağımıza uzun süre inanıldı. Ama bu, işin sadece turistik kısmı ve işte bütün mesele de bundan ibaret değil. Belge, son kertede yine fikir özgürlüğüne dönüyor. "Uluslararası bir kültürel üretimin parçası olacaksa burası, 'İtalyan'a Fransız'a ne bizim düşünce özgürlüğümüzden?' diye bakılamaz. Paris'teki adamın düşünce özgürlüğü tamam değilse, Picasso niye gitsin, oradaki ressamlarla konuşsun, ortak bir hayat kursun?.. Mümkün değil. Yaratma, düşünme, istediğini söyleme, kuraldışı olma, bütün bunların üzerinde kimisi yasayla kimisi elle tutulmaz bir kamuoyu baskısıyla kurulmuş durdurucu öğeleri ortadan kaldırıp bir özgürlük kültürü getirmek lazım. Başka türlü olmaz."
Yeşim Tabak

Sophia Loren Nişantaşı'nda!
Kendi alanlarında birer kült haline gelmiş olan ünlüleri, dünya gözüyle görmek artık mümkün. Bu yılın büyük piyangosu da Sophia Loren'di Uğur Kökden, yeni deneme kitabı İstanbul/Zamana Açılan Kapı'da şöyle diyor: "Eski zamanlarda, insanlar Boğaz'ın güzelliğinin kendilerini çarpacağından korkarlarmış. Ya 'bugünleri' yağmalayanlar! Onları engelleyen ne var?.." Evet, 'yağmalanmış' haliyle bile hepimizi büyüleyen bu efsane kente iyi davrandığımızı söylemek mümkün değil ama iyi yanından bakalım. Konumuz sanat.

Bu anlamda İstanbul, son dönemde hayli hareketli. Bir bakıyorsunuz sinemanın efsanelerinden Sophia Loren İstanbul Film Festivali'nin açılışında, Harvey Keitel ve Neil Jordan ise kapanışında boy gösteriyor. Rebecca Horn, Joseph Beuys, Tracey Emin gibi çağdaş sanatın dev isimlerinin sergileri açılıyor. Gılgamış filmi yılan hikayesine döndü ama Hollywood yapımı The Net 2.0 geçenlerde İstanbul'da çekildi. Keza Osman Sınav geçen yıl Hollywood yapımcılarıyla anlaşma imzaladı. Temmuzda dünyanın en meşhur mimarları İstanbul'da olacak.
Peki İstanbul'a artan bu ilgi neden? Elbette çok sebebi var. Sanat cephesinden bakarsak, edebiyatta Orhan Pamuk, sinemada Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın, çağdaş sanatta ise Kutluğ Ataman, Ayşe Erkmen, Gülsün Karamustafa, Haluk Akakçe, Halil Altındere, Serkan Özkaya gibi isimler ilginin artışında önemli kişisel katkıya sahip. İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği etkinliklerin, özellikle İstanbul Bienali'nin dünyada yankı bulması, İstanbul Modern'in açılması da altı çizilmesi gereken diğer önemli etkenler.

Peki önümüzdeki 20 yılda İstanbul dünya sanatında önemli merkezlerden biri olabilir mi? Bu sorunun cevabını işin erbabı iki isimle İKSV Genel Müdürü Görgün Taner ve çağdaş sanatın en güçlü 100 ismi listesinde yer alan küratör Vasıf Kortun'la aradık.

Görgün Taner'e göre nüfusunun yüzde 60 gibi büyük bir oranı 25 yaşın altında olan İstanbul, bu genç ve dinamik nüfusuyla Avrupalı sanat çevreleri için keşfedilmeye hazır, sanatın tüm dallarında yaratıcılığa gebe bir kent. Taner devam ediyor: "Yaşlı Avrupa'nın sanat çevreleri İstanbul'da bir gelişme potansiyeli görüyor. İstanbul, Avrupa'ya elini uzatıyor ve Avrupa da bu eli tutuyor adeta... Bu nedenledir ki son yıllarda Avrupalı sanatçılar tarafından İstanbul'la ilgili, İstanbul'dan esinlenen eserler gittikçe daha fazla üretilir oldu. İstanbul'dan yurtdışına açılan genç Türk sanatçıları ise şehrin dinamiğini ve enerjisini Avrupa'ya taşıdı. İstanbul'un bir kültür ve sanat başkenti olabileceğini söyleyebiliriz. Şu anda 2010 Avrupa Kültür Başkenti olma yolunda."

Vasıf Kortun ise bugün İstanbul'un düne göre çok daha iyi durumda olduğunu, geleceğin daha iyi olacağı konusunda kuşkusunun olmadığını belirtmekle birlikte Görgün Taner kadar iyimser değil. Kortun'a göre son günlerde bir hareket var ama bütün hareket özel sektörden geliyor:

"Bu iş üç ayaklı. Sivil toplum, özel sektör ve devlet. Devletten sanata fon çıkacağını düşünmüyorum. Çünkü devletin organizasyonu bu biçimde değil. Başka şeylere hizmet ediyor. Kurumsal olarak Platform, hep farklı bir kurum oldu. Biz uluslararası bir kurumuz. Yurtdışında üzerimize bir tez bile yazılıyor şu sıralar, Avrupa'nın en iyi 10 sanat kurumundan biri olarak. Bütün bunların Türkiye'nin iç dinamikleriyle alakası yok kurumun operasyon biçimiyle alakalı."

Vasıf Kortun'a göre çözüm kente yayılan, küçük ölçekli ama daha katılımcı kurumlarda: "Kentler yarışı içinde İstanbul'un zamanla devasa kurumlara kavuşacak. Ama onlar şu anda yolda düzeltiliyor. Benim için mesela İstanbul Modern, uçak havadayken motor değiştirmeye benziyor. Değiştirilebilir mi onu göreceğiz. Büyük hadiseler bir yana kente yayılmış, daha yatay, küçük ölçekli, insanları daha katılımcı hale getiren kurumlarla bu kent yaşamalı. "

Neticeye gelirsek... Biz yine iyimser olalım ama ayaklarımız da yere bassın. Yurtdışında yayımlanan her yeni kitabıyla dünya edebiyatının gündemine oturan Orhan Pamuk gibi yazarlarımızın çok olmaması ya da Cannes'da Nuri Bilge Ceylan'la bir yıl ödül alıp ertesi yıl Türkiye'den hiç filmin yer almaması o kadar da havaya girmememiz gerektiğini düşündürüyor.
Erkan Aktuğ

Top yuvarlak, pist düz
Geçtiğimiz hafta Arjantinli futbol efsanesi Maradona, Olimpiyat Stadı'na maç izlemeye geldi. Spor organizasyonları, 'Bu gerçek mi?' dedirtiyor .

Yaklaşık 150 yıldır adına kültür endüstrisi denilen şey boş zamanlarımızın nasıl dolacağının hesaplarını yapıyor. Gelinen noktada boş vakitleri 'hoş' geçirmek isteyenlerin büyük bir bölümü kafa yorucu etkinlikler yerine televizyon başında yahut yerinden bir spor olayını takip etmeyi her şeye tercih eder oldu. Sporun etrafında dönen para öylesine büyüdü ki, artık uluslararası geçerliliği olan bir turnuvaya ev sahipliği yapmak ülkelerin, kentlerin deyim yerindeyse ağzını sulandırmaya başladı. Tabii böylesi etkinlikler sayesinde yapılan reklam ve kazanılan prestij de cabası...

Türkiye ve Türk sporunun kalbi İstanbul, bu tip turnuvalara, spor olaylarına ev sahipliği yapmak için 2000'leri beklemek zorunda kaldı. Neyse ki, şimdi neredeyse elinizi sallasanız bir turnuvaya, ünlü bir sporcuya çarpacak. 1990'ların ortalarına kadar Avrupa'nın üçüncü sınıf futbolcularını halk kahramanı yapmış bir milletin evladı olarak, Diego Armando Maradona'nın Şampiyonlar Ligi finali izlemek üzere İstanbul'a geldiğine, hani derler ya, rüyamda görsem inanmazdım. Ama oldu işte...

Hem de tüm dünyanın gözlerini çevirdiği bu büyük finale, Venus Williams'ı Boğaziçi Köprüsü'nde izledikten sadece 10 gün sonra ev sahipliği yaptık. Bu arada Venus Williams sadece boğaza karşı raket sallamaya gelmemiş, bu yıl ilki düzenlenen İstanbul Cup'ta da mücadele etmişti. O İstanbul Cup ki, kadın tenisinin dünya üzerindeki söz sahibi WTA dahilinde organize edilmişti.

Devam edelim... Aynı gün Formula 1 pilotu Fernando Alonso (ki kendisi şu an F1'in en başarılı pilotudur) Sultanahmet Meydanı'nda gaza basmaktaydı. Alonso'yu yedi tepeli güzel şehrime getiren de yaklaşık üç ay sonra Formula 1 takvimine dahil edilmiş bir grand prix'nin İstanbul'da koşulacak olmasıydı. Sekiz senedir F1'i takip eden birisi olarak hala İstanbul'da bir grand prix koşulacağına inanamıyorum, gözümle görmeden de inanamayacağım sanırım.

2005 İstanbul için bir tür spor 'çılgınlığının' yaşandığı bir yıl oldu, oluyor anlayacağınız. FIBA Avrupa Ligi Dörtlü Final'ine de 2005 içinde ev sahipliği yapmamızı da unutmadan ekleyelim. Bundan sonrası için gelecekte görünen en belirgin hedef 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası. İstanbul'la birlikte İzmir, Ankara ve Antalya da bu önemli organizasyona ev sahipliği yapacak. Ayrıca futbolda 2012 Avrupa Şampiyonası'na talip olmuşluğumuz var. Tabii yine İstanbul'la... Bu organizasyonu alıp alamayacağımız ise bu yıl sonunda belli olacak.

İstanbul ve spordan bahsetmişken Olimpiyat Oyunları'nı atlamak olmaz. Yaklaşık 10 senedir 'Kıtaların buluştuğu yerde buluşalım' diyoruz ama kimse buluşmaya gelmiyor. 2000 Olimpiyat Oyunları adaylığı ile başlayan macerada hala ev sahipliğine can - ı gönülden talibiz, ama bir türlü olmuyor. En başta trafik sorununa çözüm bulmadan da bu ev sahipliği zor gibi görünüyor.

Ne oldu da spor dünyasının göz bebeği oluverdik diye düşünmeden edemiyor insan. 2000'de Galatasaray'ın UEFA Şampiyonu olmasıyla mı başladı her şey? yoksa 2002 Dünya Şampiyonası'ndaki üçüncülük mü değişirdi camianın bizim memlekete bakışını? Ya da Eurovision zaferi mi açtı tüm kapıları? Bilinmez...
Eray Özer

Bol bol müzik
Özellikle son beş yılda gerçekleşen konser ve festivallerle gençler dev alanlara koşuyor.

1992'de Bryan Adams, İstanbul'a geldiğinde yer yerinden oynamıştı. Bu, Adams'ın dünyanın en büyük starı olmasından ya da milyonlarca Türk hayranı bulunmasından kaynaklanmıyordu. Söz konusu olan, Türkiye'nin ilk stadyum konseriydi. Ahmet San imzalı konserlerin devamı Madonna, Michael Jackson, Guns 'n Roses, Metallica gibi isimlerle geldi. Ve bir süre sonra da sona erdi.

90'ların sonuna kadar, İstanbul Caz Festivali'ndekiler ve Rolling Stones dışında çok da büyük bir konser izleme imkanı olmadı. Derken, milenyumla birlikte H2000 girdi hayatımıza. Türkiye'nin ilk açık hava festivaliydi ve durgunluğa son vermişti. O yıldan itibaren de konserler, festivaller gırla gider oldu. Bush, Placebo, Alanis Morissette, PJ Harvey, Moby, Nick Cave, Suede, Iggy Pop, Peter Gabriel, Pink izlediklerimizden sadece birkaçıydı. "H2000, amatör bir ruhla,ŠçekirdekŠbir ekiple planladı. Tamamen bir hayalden yaratıldı ve ilk olmanın verdiği avantajla marka haline geldi," diyor Boray Dündar. H2000'den sonra Rockİstanbul'u düzenlemeye başlayan Dündar, bu işin cesaret üzerine kurulduğunu ve sadece bütçe olarak değil tüm ayrıntılarında her zaman riskler taşıdığını ama risk almak gerektiğini belirtiyor.

Öte yandan özellikle 2001 ve 2003 arasında bir club çılgınlığı yaşanmaya başladı. Dergilerin "Bu clubber'lar kimdir," diye konu dahi yaptıkları bu akımla birlikte elektronik müzik yükselişe geçti. Dünyanın en önemli DJ'leri İstanbul'a geldi.

2003'te İstanbul'daki en büyük açık hava festivalini düzenlemek amacıyla yola çıkan Pozitif ve İKSV de Coca Cola ile birlikte Rock'n Coke'u düzenlemeye başladı. "15 yıl öncesiyle mukayese ettiğimizde, rahatlıkla çok farklı bir İstanbul'da yaşadığımızı söyleyebiliriz. Daha açık, renkli, özgür, sorunlu, tehlikeli bir İstanbul var bugün. Renk, kültürel hayattaki çeşitliliğin ve yoğunluğun sonucu," diyor Pozitif Tanıtım Yönetim Kurulu Başkanı Cem Yegül. Konser, festival ve kulüplerin bu değişimdeki payının çok büyük olduğunu belirtirken, "Artık biz de dünya kentiyiz ve dünya kentlerinin en güzeliyiz. Londra ya da New York düzeyinde kültürel hayat zenginliğimiz olduğunu iddia etmek komik olur ama hakkını teslim edelim, şehrimiz bizi doyurmaya başladı," diyor.

Dündar ise üniversitelerde yapılan etkinlikler de sayıldığında 30'un üzerinde festival gerçekleştiğini, kısa süre içerisinde gerçek konser ve gerçek festival yapan şirketlerle daha güzel etkinlikler olacağını belirtiyor.

Organizatörler, sanatçılara artık kolay ulaştıklarını söylüyorlar. Yegül, sanatçıların tekliflere sıcak bakma nedenlerini 'ekonomik ve siyasi stabilite, İstanbul'un kredisinin sürekli yükselişi, terör tehdidinin azalmış olması' olarak sıralıyor.

İstanbul'da sırf festival zenginliği yok. Artık her hafta sonu ünlü bir grubu bir mekanda izliyoruz. Venue, Babylon, Vox, Balans, Parkorman, Indigo, Bronx, Yeni Melek Gösteri Merkezi'nde şimdiye dek aralarında Slayer, Gotan Project, Jane Birkin, Dave Weckl, Sebastian Bach, Cake, Manu Chao, Violent Femmes olmak üzere farklı tarzlara sahip yüzlerce grup/müzisyen konser verdi.

Görünen o ki, bu hareketlilik devam edecek. Gelen gruplar sayesinde İstanbul Avrupa'nın önemli festival ve konser merkezlerinden biri olacak.
Melis Danişmend

Artık sadece oryantal değil
Yeme-içme ve mekân kültüründe de enternasyonal bir kültür gelişmeye başladı. Artık 'damsız girilmez' mekânlar yerine, 'rezervasyonsuz girilmez' restoranlar var.

İstanbul, yeme içme kültürüyle son yıllarda Avrupa'daki en cazip kentlerden biri haline geldi. "Neden?" diye soruyoruz Changa'nın ortaklarından Tarık Bayazıt'a. "Gittikçe birbirine benzeyen ve tekdüzeleşen Batı şehirlerinde yaşayanlar tarafından 'en son keşfedilen/ancak sırası gelen' şehir olması yanında, İstanbul'un sunduklarının kalitesindeki pozitif değişim, artan özgüvenimiz ve dolayısıyla kendimizi düzgün taşıyışımız ve duyuruşumuz önemli faktörler. Batı referanslarına gönderme yapabilen (yani ziyaretçileri çok uzaklaştırmadan) Doğulu karakterini koruyan kültürel/sanatsal faaliyetler ve ürünler gittikçe daha cazip alternatifler oluşturuyor," diyor.

Hatırlarsanız, Changa açıldığında aylarca konuşulmuş, yemekleri, dekorasyonu ve rezervasyon sırası anlata anlata bitirilememiş, kapıda bekletilmeye alışkın olmayan pek çok ünlü, rezervasyonları olmadığı için kapıdan çevrilmişti. İstanbul'un füzyon mutfağına sahip ilk restoranı Changa, yurtdışında da ödül aldı ve ardından aynı standardı tutturmaya çalışan pek çok restoran açıldı.

"Bizim tam anlamıyla yapmaya çalıştığımız, yiyecek ve içecekte Batı standartlarında, özgün ve yöresel tatları yok etmeden 'modern Türk' kavramını yakalamak, oluşturmak ve duyurmak. İstanbul'un 21. yüzyılda nasıl olması gerektiğini düşünerek hedeflerimizi koyuyoruz. Yabancılar bu tavrı -biraz da şaşırarak- çok etkileyici bulduklarını, beğendiklerini sık sık ifade ediyorlar," diyor Bayazıt.

Avrupalılar, artık İstanbul'un sadece oryantalist yanıyla değil modern yüzüyle de ilgileniyor. Sultanahmet, göbek dansı kadar modern eğlence anlayışı ve yeme - içme kültürü de (Örneğin, Beyoğlu ve Nişantaşı'ndaki şık cafe'ler, Boğaz kıyısına konumlanan Reina, Anjelique, Galatasaray Adası'ndaki buz gibi mekanlar) ilgi görüyor.

"Eski İstanbul romantizm, modern İstanbul yaratıcılık ve yeni ufuklar vaat ediyor," diyor Bayazıt. "Oluşmakta olan modern İstanbul, Batılı modern modellerden epeyce farklı. Üstelik dünyada eski ve yeniyi bir arada yaşarken (zorla yaşatılırken değil) gözlemleyebileceğiniz şehir artık yok gibi. İstanbul bir Batılı için oldukça heyecan verici."

'Dünyanın tarihî ve en sorunlu kenti'
Kongrelerin geleneksel vadisi, NATO Zirvesi ya da Başbakan çocuklarının düğünü gibi faaliyetlerin yanında Şehircilik Kongresi gibi çok önemli etkinliklere de kapısını açıyor.

İstanbul, 1996'da gerçekleşen Habitat II Konferansı'ndan sonra dünyanın en büyük mimarlık ve şehircilik organizasyonuna kapılarını açıyor. 30 Haziran-10 Temmuz 2005 arasında gerçekleşecek 22. Uluslararası Mimarlık Kongresi nedeniyle İstanbul 10 bin dolayında yabancı misafiri ağırlayacak. Aslında İstanbul'un fuarcılık ve kongre turizmi açısından bir cazibe merkezi haline gelmesi çok yeni; yaklaşık 10 yıllık bir geçmişi var.

Türkiye Mimarlar ve Mühendisler Odası Birliği Başkanı Oktay Ekinci, İstanbul'un mimari buluşmalar açısından en uygun kent olduğu görüşünde. Açıklaması şöyle:

"1999'da Pekin'de yapılan kongrede, 22. kongrenin nerede yapılacağı konuşulurken üç kent ev sahipliğine talip oldu. Floransa, 'Dünyanın sanat merkezi', Japon kenti Nagoya, 'Dünyanın sorunsuz kenti' sloganıyla ortaya çıktı. Bizim İstanbul için seçtiğimiz 'Dünyanın tarihî ve en sorunlu kenti' sloganımız çok beğenildi. Uygarlık değerlerimizi nihayet dünyaya ve kendi halkımıza benimsettik."

Ekinci'ye göre İstanbul uluslararası kongrelerde altyapı açısından tam puan alacak bir kent haline geldi. Kendisi de mimar olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da çoktan kongre hazırlıklarına koyulmuş. Topbaş, kongrenin çok başarılı geçeceğinin garantisini veriyor:

"İstanbul'un genetik hafızasında da bir dünya kenti olmak bilinci var. Şehrimiz kültürel ve tarihi dokusuyla dünya turizminden büyük pay alacak bir kapasiteye de sahip. İstanbul, ev sahipliği yaptığı kongre ve çeşitli toplantılarla gelişen yeni yüzünü ve açılımını dünyaya yansıtacak."

Türkiye Seyahat Acentaları Birliği (TÜRSAB) Başkanı Başaran Ulusoy ise, kentsel sorunlar, çevre, imar düzensizliği, kentsel yaşamda toplam kalite düzeyi açısından birçok eksiği olan İstanbul'un geleceğin dünya çapında kongre merkezi olacağını iddia ediyor: "Türkiye'de toplantı ve kongre organizasyonunun başarılı olduğunu düşünüyoruz. Aldığımız olumlu tepkiler de bunu teyit ediyor".

İstanbul, nasıl birden dünyanın ilgi odağı oldu? Bu başarının ardında ne var? Ulusoy, anlatıyor:

"Turizm, fuarcılık, kongre turizmi alt yapısı açısından Avrupa'nın en büyük ve modern hava limanlarından biri olan Atatürk Hava Limanı'nın hizmete girmesi önemli bir adım. Bunu 1980'li yılların ortalarından itibaren ivme kazanan konaklama endüstrisindeki gelişmeler izledi. Uluslararası standartlarda dahi çok yüksek bir kalite düzeyi sunan yüksek sınıflı dört-beş yıldızlı otel kapasitesinde kaydedilen artışlar, yüksek sınıflı oteller bünyesinde yer alan, çeşitli büyüklükte toplantı ve kongreler için esnek alternatif olanaklar, kentsel alt yapıdaki gelişmeler, kent yaşamındaki yeni imkanlar, alışveriş merkezleri, gece yaşamındaki imkanlar İstanbul açısından önemli gelişmeler."

Ulusoy'a göre kongre turizminde dönüm noktası, dünya çapında etkinliklere ev sahipliği yapan Lütfü Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı'nın hizmete girmesi... Ulusoy, "Seyahat ve kongre organizasyonunda seyahat acentalarımız fevkalade deneyim kazandı ve mükemmel organizasyonlara, büyük başarılara imza attı. Ekonominin, dış ticaretin liberalleşmesi kuşkusuz fuarcılık alanında yepyeni ufuklar açtı. İstanbul'da siyaset, ekonomi, ticaret, sanat, kültür, spor, eğlencede dünya çapında etkinlikler gerçekleşiyor. Her etkinlik İstanbul'un cazibesine katkıda bulunuyor. Turizm endüstrisi, yüksek kalitede konaklama endüstrisi, kongre tesisleri açısından sunduğu imkanlar, ileri teknoloji, kongre alışveriş olanakları organizasyondaki başarılar İstanbul'un önemli avantajları arasında. Ancak artık mevcut kongre tesisleri talebi karşılayamayacak noktaya geldi."
Şule Çizmeci

Ve gay turizmi...
Ortalık hareketlenir de, alternatif hayat peşinde koşanlar olaya dahil olmaz mı?  Sıradışı tercihleri olan ve macera arayan yabancıların aklına tatil mekanı olarak gelen ilk yerlerden biri oldu İstanbul. Hem bitmek tükenmek bilmeyen ve sabahlara kadar sarkan gece yaşamı, hem acayip curcuna, hem de düşük fiyatlar, tarihsel dokuya eşlik eden cazibe etkenleri oluyor. İstanbul'da her çeşit gay kulüp ve hamamın olduğu bir gay yaşamı var.

İyi para kazanan ve iyi para harcayan, vücudunu göstermek, başka vücutları süzmek isteyen gaylerin gittiği ve Avrupa'dakileri aratmayacak tarzda birçok kulüp var İstanbul'da. Ancak, Avrupalılara asıl çekici gelen, underground mekanlar. Çünkü bu mekanlarda çok kolay ilişkiye giriliyor. Bir kere insan ilişkileri açısından, Avrupalılardan farklı olarak sıcak kanlı, hemen yakınlık kuran insanlarla karşı karşıyalar.

Avrupa'da 'cinsel tercih' meselesi son derece net. İnsanlar ya gay ya da heteroseksüel. Oysa İstanbul'daki gay kulüp müdavimlerinin çoğu hayatlarını heteroseksüel gibi sürdürüyor, bu kulüplerde de zincirlerinden boşanıyorlar. Buradaki çifte standart çekici geliyor Avrupalılara.

Underground kulüplerde ilişki kurmanın kolaylığı başka bir etken. Bir etken de yargılamanın olmaması. Mesela Avrupa'da hiçbir gay kulüpte iki tane 50 yaşında adamın öpüştüğü görülmezken, İstanbul'un underground kulüplerinde çok rahat davranılıyor, kimse kimsenin umurunda değil. Tabii işin bir başka boyutu daha var. İstanbul'daki gay kulüplere ve hamamlara bıyıklı, göbekli erkekler gidiyor. Bu durumun gayler açısından tip olarak oldukça çekici bir atmosfer yarattığı söyleniyor. Tabii tüm bu işleri bir 'geçim kapısı' haline getirmiş gençler de, kısa birer macera arayan gayler için gerekli 'insan kaynağı'nı sağlıyor.

Bir de tüm bunların fonunu düşünün. İnanılmaz bir kültür mirası, manzara, hareket... Gay turizmi artarak devam edecek gibi görünüyor...
Radikal

 

Mayıs 2005 Arşivi

pt sl çr pr cm ct pz
          01
02 03 04 05 06 07 08
09 10 11 12 13 14 15
16 17 18 19 20 21 22
23 24 25 26 27 28 29
30 31          
diğer aylar için tıklayın

Diyalog

Gökhan Altuğ & Tatsuya Yamamoto 2 Haziran 2005 tarihinde Diyalog bölümümüze konuk olacaklar.

Gökhan Altuğ & Tatsuya Yamamoto hakkında daha fazla bilgi edinmek için buraya, kendisine soru sormak, tartışmaya katılmak için buraya tıklayın...

  

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz