Ey şehr-i İstanbul!
Where are you going?
İstanbul romantizmine kapılmanın da,
İstanbul'dan yaka silkmenin de aynı oranda kolay olduğu malum. Kenti nereye
koyacağını, ne içinde doğup büyüyenler tam olarak biliyor ne de yabancılar. Bu
konuda herhangi bir hakikatin varlığı zaten şüpheli olduğundan, sonunda da işin
içinden hengame, gizem, çelişki falan diyerek çıkmaktan başka çare kalmıyor.
İşin aslı karma bir kimlikten oluşan büyülü bir dinamizm mi, 'kimlik bunalımı'
mı, orası tam belli değil. Fakat bir yandan İstanbul her bir şeyin merkezi
olmaya, bilhassa da kültürel bir merkez olmaya talip. Hem de dünya ölçeğinde,
değilse bile Avrupa'nın gözünde. Buna ramak kaldığına dair veriler her daim
mevcuttur. Şunlar ve bunlar yapılmıştır, görenler hayran kalmıştır,
Kuledibi'ndeki yabancı popülasyonu artmıştır, bilmemkim de konser vermeye
mutlaka gelecektir, bir başkası Türk müziğine hasta olmuştur, vs.
Bunlar eski muhabbetler. Ama belki de
şu aralar her zamankinden daha 'güncel'. Bir kere İstanbul'daki turist ve
yerleşik yabancı sayısındaki artış gözle görülür düzeyde. Biz turist olarak
gittiğimizde, fırsatı bulan İstanbul'dan bahis açıyor. Uluslararası kongreler
serisi ayrı bir vaka. İstanbul da, kültürel ve sanatsal üretimi, nüfusunu
düşününce devede kulak kalsa bile, iyi-kötü bir hareketlenme yaşıyor. Beri
yandan bakımsız kalmış bir sürü tarihi bölge, farklı yaşam alanlarına dönüşmesi
ümidiyle harıl harıl restore edilip yeniden düzenleniyor.
Peki, "Batı bitti, gelecek akım
Doğu'dan," diyerek neredeyse buraların bayraktarlığına soyunan Fatih Akın ve
diğer iyi niyetli arkadaşlar ne ölçüde haklı? İstanbul gerçekten egzotikliğinin
ötesinde cazip bir şehir, giderek bir kültürel merkez olma yoluna ufaktan çıktı
mı, yoksa sadece turistler için biraz daha 'hip' mi oldu? İzleyip göreceğiz
elbet. Fakat ondan önce, İstanbul'un nasıl bir gidişat içinde olduğunu, belli
başlı alanlardan uzman isimlerle konuştuk. Genel bir çerçeve için ise, kent
kültürü ve İstanbul'un erbaplarından Murat Belge'ye sorduk.
'Aslolan, bir özgürlük kültürü
geliştirmektir'
Murat Belge, İstanbul'a son dönemde hakim olan canlılığın sağlam temellere
dayanmadığını savunuyor
İstanbul üzerine epey kafa yoran Murat
Belge, 'İstanbul'un kültür, sanat ve turizm alanlarındaki parlak geleceği'
konusunda artan hararete, temkinli yaklaşıyor. "İstanbul dış kamuoyunda çok
çekici bir yer. Merak var. Fakat o insanların buraya kültürel bir pratiğin
içinde yer almaktan çok, görmek üzere geldiklerini düşünüyorum. Dediğiniz gibi
bir oluşumun başlangıcında olabiliriz de, olmayabiliriz de. En azından bunun bu
şekilde görünebildiği bir aşamadayız. Fakat böyle bir şeyin olacağı memlekette,
tam bir fikir özgürlüğü olur. Bu, Türkiye'de yok henüz."
Tam bir fikir özgürlüğü 'bekledim de
gelmedi'ler arasındayken, kaybedilenler hanesinde kozmopolit bir yapı duruyor.
Belge, bazen İstanbul'un kozmopolitliğinden bahsedilirken, kentte artık
Sivaslısından Kastamonulusuna herkesin yaşadığından dem vurulmasına dikkat
çekiyor. "Halbuki tam tersi. Kozmopolitlikten çıktı. Cumhuriyet'e kadar
kozmopolit diyebileceğimiz bir nüfusu vardı. Yine bir kültür üretim merkezi
değildi ama dünyada üretilen kültürün kısmen olsun tüketildiği bir kentti.
Örneğin Donizetti bir opera yazdığında, Tahran'a, Pekin'e, Kahire'ye gitmezdi
de, bir zaman sonra İstanbul'a mutlaka gelirdi. Bu bir ölçüdür. Ama bir St.
Petersburg da değildi İstanbul; Dostoyevski çıkmadı. Cumhuriyet'in ilk
yıllarında, 60'a kadar, Cumhuriyet döneminin kendi ölçüleri içinde, İstanbul
şimdiye oranla yine daha kozmopolit bir yerdi. Ondan sonra yerli halkı, buranın
Türk olmayan yerlilerini kovaladık. Nüfusu o zaman 1 milyon civarında olan bir
kentten 100 bin insanın gidişi ciddi bir azalmaya yol açmalıydı."
Ne var ki öyle olmamış, aksine
İstanbul'un nüfusu birkaç kat artmış o yıllarda. "Demek ki müthiş bir göç geldi.
Bu da şunu gösteriyor; İstanbul her zaman göç almıştır ama İstanbul'un yerli
nüfusuyla her yıl dışarıdan gelenlerin belli bir oranı olmuştur ve oldukça kısa
sürede dışarıdan gelenler asimile edilmiştir. Ama oranlar böylesine değişince,
asimile etmek mümkün olmaktan çıktı. Onun için de İstanbul 1 milyonluk bir
kentken, 10 milyonluk, adının ne olduğu belli olmayan bir kalabalık haline
geldi."
İstanbul'un, sanki bütün sakinleri
sessiz bir anlaşma yapmışcasına, temelde ortak bir kültürü yaşayan, asgari
müşterekleri belirgin kentlerden olmadığı aşikar. Zaten hem nefret edip hem de
tuhaflığının cazibesine kapıldığımız noktalardan biri de bu herhalde. Belge'ye
göre bir Akdeniz kenti kimliğinin baskınlığından söz edilebilir ama bu da tam
doğru adres değil. "İstanbul'daki bir şeyin benzerini çok daha yakın olan
Bükreş'te görmeyebilirsin ama Valencia'da görürsün. Akdeniz'de bütün o iklim,
yeme-içme gibi yumuşak, rahatına düşkün bir hayat tarzı vardır. İstanbul'da bu
olabilir. Ama Akdeniz diyorum. 15 yaşına geldiğinde hala denizi görmemiş
İstanbullu var. Hangi ortak kültürden bahsedeceksin..."
Hal böyleyken, İstanbulluların kültürel
ihtiyaçları ve pratikte 'ihtiyaç duymadıkları' da ister istemez karmaşık bir
tablo sergiliyor. "Mesela bu yıl İstanbul Modern diye bir modern sanat müzesi
açıldı. İyi de oldu tabii. Ama 21. yüzyıla kadar modern sanat müzesi olmayan bir
kent, üstelik bilmemkaç milyon nüfuslu... Bu herhalde insana, bu kentte bir
şeyler doğru gitmiyor diye düşündürmeli. Evet film festivali falan düzenliyoruz,
birçok insan da geliyor ama burası bunların üreticisi konumuna geçmiyor. O zaman
da insanlar gelirler, 'Burası böyle bir memleket' derler ve iyi vakit
geçirmenin, keyfetmenin yollarını bularak öyle yaşarlar sadece."
'Çekirge sürüsü gibi...'
Kısacası yabancıların kente neresinden, ne şekilde dahil olacağı, kentin
sunduklarının sınırlarıyla bire bir bağlantılı. "İnsanların daha çok gitmek,
görmek ve hatta mümkünse yaşamak istedikleri kentler vardır. İstatistiki bir şey
bu. Paris mesela uzun bir zaman bu bakımdan rakipsizdi dünyada. Paris'e insanlar
Eyfel Kulesi'ni görmeye gitmezlerdi. Eyfel'i görmeye gidenler vardı tabii.
Tırmanıp orada öyle mutlu olanlar... Ama asıl bahsettiğim, insanların gidip
Paris'te gerçekten Parisliler gibi yaşamak istemeleriydi. Bizde uzun zamandır
şöyle bir anlayış hakimdi: 'Hadi Haliç'i ele alalım'. Haliç'i ele alacaksak,
Haliç'te insanların yaşamasını sağlamamız lazım. Haliç'te insanlar yaşasın,
gelen turistler de bunlar nasıl yaşıyormuş diye baksınlar. Onlar azınlıkta olsun
ve kendilerini fazla belli etmesin. Öbür türlü, oranın halkı bırakıp gidiyor,
onların mekanı olmaktan çıkıyor semt. O zaman da turist gelişi, çekirge sürüsü
gelişi gibi bir şey olmaya başlıyor. Eğer bir yere el atmak istiyorsak, mühim
olan, orayı yaşanır hale getirmek."
İstanbul'da pek kimselerin ikamet
etmediği önemli ilçelerin başını, Eminönü çekiyor. "Bilirsiniz, sabah 1 milyonun
üzerinde bir nüfusu vardır, akşam 80 bine falan iner. Kimse yaşamaz. Öyle olunca
da tuhaf, yaşanmayan bir yer olup çıkıyor. Buna çare ararken, mutlaka herhangi
bir aşamada işin içine genellikle en son düşündüğümüz nokta olan estetiğin de
girmesi lazım." Eminönü'nün İstanbul'a farklı bir şekilde kazandırılması, uzun
zamandır akıllarda olan bir hayal. 'Eski Beyoğlu' nostaljisi de kendini hiç
unutturmuyor. "Beyoğlu cafeleriyle, kitapçılarıyla son yıllarda farklı bir suret
kazandı. 'Daha eski' Beyoğlu da değil tabii. Onunla kıyaslanabilir bir şeye
dönüşebilir ama geçmişe dönülmez artık. Heraklet haklı, aynı nehre iki kere
girmiyorsun hiçbir zaman."
Çok çok eskiden, TRT, turistlerin 'şiş
kebap-rakı-dört mevsim güneş' ekseninde ülkemizi övdüğü, bir tür eğitici kısa
film yayınlardı ve turistlerden biri 'ayıplayarak' sorardı bize: "Peki siz,
neden ülkenizi tanıtmıyorsunuz?" Bir tanıtsak bin patlayacağımıza uzun süre
inanıldı. Ama bu, işin sadece turistik kısmı ve işte bütün mesele de bundan
ibaret değil. Belge, son kertede yine fikir özgürlüğüne dönüyor. "Uluslararası
bir kültürel üretimin parçası olacaksa burası, 'İtalyan'a Fransız'a ne bizim
düşünce özgürlüğümüzden?' diye bakılamaz. Paris'teki adamın düşünce özgürlüğü
tamam değilse, Picasso niye gitsin, oradaki ressamlarla konuşsun, ortak bir
hayat kursun?.. Mümkün değil. Yaratma, düşünme, istediğini söyleme, kuraldışı
olma, bütün bunların üzerinde kimisi yasayla kimisi elle tutulmaz bir kamuoyu
baskısıyla kurulmuş durdurucu öğeleri ortadan kaldırıp bir özgürlük kültürü
getirmek lazım. Başka türlü olmaz."
Yeşim Tabak
Sophia Loren Nişantaşı'nda!
Kendi alanlarında birer kült haline gelmiş olan ünlüleri, dünya gözüyle görmek
artık mümkün. Bu yılın büyük piyangosu da Sophia Loren'di Uğur Kökden, yeni
deneme kitabı İstanbul/Zamana Açılan Kapı'da şöyle diyor: "Eski zamanlarda,
insanlar Boğaz'ın güzelliğinin kendilerini çarpacağından korkarlarmış. Ya
'bugünleri' yağmalayanlar! Onları engelleyen ne var?.." Evet, 'yağmalanmış'
haliyle bile hepimizi büyüleyen bu efsane kente iyi davrandığımızı söylemek
mümkün değil ama iyi yanından bakalım. Konumuz sanat.
Bu anlamda İstanbul, son dönemde hayli
hareketli. Bir bakıyorsunuz sinemanın efsanelerinden Sophia Loren İstanbul Film
Festivali'nin açılışında, Harvey Keitel ve Neil Jordan ise kapanışında boy
gösteriyor. Rebecca Horn, Joseph Beuys, Tracey Emin gibi çağdaş sanatın dev
isimlerinin sergileri açılıyor. Gılgamış filmi yılan hikayesine döndü ama
Hollywood yapımı The Net 2.0 geçenlerde İstanbul'da çekildi. Keza Osman Sınav
geçen yıl Hollywood yapımcılarıyla anlaşma imzaladı. Temmuzda dünyanın en meşhur
mimarları İstanbul'da olacak.
Peki İstanbul'a artan bu ilgi neden? Elbette çok sebebi var. Sanat cephesinden
bakarsak, edebiyatta Orhan Pamuk, sinemada Nuri Bilge Ceylan, Fatih Akın, çağdaş
sanatta ise Kutluğ Ataman, Ayşe Erkmen, Gülsün Karamustafa, Haluk Akakçe, Halil
Altındere, Serkan Özkaya gibi isimler ilginin artışında önemli kişisel katkıya
sahip. İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın düzenlediği etkinliklerin, özellikle
İstanbul Bienali'nin dünyada yankı bulması, İstanbul Modern'in açılması da altı
çizilmesi gereken diğer önemli etkenler.
Peki önümüzdeki 20 yılda İstanbul dünya
sanatında önemli merkezlerden biri olabilir mi? Bu sorunun cevabını işin erbabı
iki isimle İKSV Genel Müdürü Görgün Taner ve çağdaş sanatın en güçlü 100 ismi
listesinde yer alan küratör Vasıf Kortun'la aradık.
Görgün Taner'e göre nüfusunun yüzde 60
gibi büyük bir oranı 25 yaşın altında olan İstanbul, bu genç ve dinamik
nüfusuyla Avrupalı sanat çevreleri için keşfedilmeye hazır, sanatın tüm
dallarında yaratıcılığa gebe bir kent. Taner devam ediyor: "Yaşlı Avrupa'nın
sanat çevreleri İstanbul'da bir gelişme potansiyeli görüyor. İstanbul, Avrupa'ya
elini uzatıyor ve Avrupa da bu eli tutuyor adeta... Bu nedenledir ki son
yıllarda Avrupalı sanatçılar tarafından İstanbul'la ilgili, İstanbul'dan
esinlenen eserler gittikçe daha fazla üretilir oldu. İstanbul'dan yurtdışına
açılan genç Türk sanatçıları ise şehrin dinamiğini ve enerjisini Avrupa'ya
taşıdı. İstanbul'un bir kültür ve sanat başkenti olabileceğini söyleyebiliriz.
Şu anda 2010 Avrupa Kültür Başkenti olma yolunda."
Vasıf Kortun ise bugün İstanbul'un düne
göre çok daha iyi durumda olduğunu, geleceğin daha iyi olacağı konusunda
kuşkusunun olmadığını belirtmekle birlikte Görgün Taner kadar iyimser değil.
Kortun'a göre son günlerde bir hareket var ama bütün hareket özel sektörden
geliyor:
"Bu iş üç ayaklı. Sivil toplum, özel
sektör ve devlet. Devletten sanata fon çıkacağını düşünmüyorum. Çünkü devletin
organizasyonu bu biçimde değil. Başka şeylere hizmet ediyor. Kurumsal olarak
Platform, hep farklı bir kurum oldu. Biz uluslararası bir kurumuz. Yurtdışında
üzerimize bir tez bile yazılıyor şu sıralar, Avrupa'nın en iyi 10 sanat
kurumundan biri olarak. Bütün bunların Türkiye'nin iç dinamikleriyle alakası yok
kurumun operasyon biçimiyle alakalı."
Vasıf Kortun'a göre çözüm kente
yayılan, küçük ölçekli ama daha katılımcı kurumlarda: "Kentler yarışı içinde
İstanbul'un zamanla devasa kurumlara kavuşacak. Ama onlar şu anda yolda
düzeltiliyor. Benim için mesela İstanbul Modern, uçak havadayken motor
değiştirmeye benziyor. Değiştirilebilir mi onu göreceğiz. Büyük hadiseler bir
yana kente yayılmış, daha yatay, küçük ölçekli, insanları daha katılımcı hale
getiren kurumlarla bu kent yaşamalı. "
Neticeye gelirsek... Biz yine iyimser
olalım ama ayaklarımız da yere bassın. Yurtdışında yayımlanan her yeni kitabıyla
dünya edebiyatının gündemine oturan Orhan Pamuk gibi yazarlarımızın çok olmaması
ya da Cannes'da Nuri Bilge Ceylan'la bir yıl ödül alıp ertesi yıl Türkiye'den
hiç filmin yer almaması o kadar da havaya girmememiz gerektiğini düşündürüyor.
Erkan Aktuğ
Top yuvarlak, pist düz
Geçtiğimiz hafta Arjantinli futbol efsanesi Maradona, Olimpiyat Stadı'na maç
izlemeye geldi. Spor organizasyonları, 'Bu gerçek mi?' dedirtiyor .
Yaklaşık 150 yıldır adına kültür
endüstrisi denilen şey boş zamanlarımızın nasıl dolacağının hesaplarını yapıyor.
Gelinen noktada boş vakitleri 'hoş' geçirmek isteyenlerin büyük bir bölümü kafa
yorucu etkinlikler yerine televizyon başında yahut yerinden bir spor olayını
takip etmeyi her şeye tercih eder oldu. Sporun etrafında dönen para öylesine
büyüdü ki, artık uluslararası geçerliliği olan bir turnuvaya ev sahipliği yapmak
ülkelerin, kentlerin deyim yerindeyse ağzını sulandırmaya başladı. Tabii böylesi
etkinlikler sayesinde yapılan reklam ve kazanılan prestij de cabası...
Türkiye ve Türk sporunun kalbi
İstanbul, bu tip turnuvalara, spor olaylarına ev sahipliği yapmak için 2000'leri
beklemek zorunda kaldı. Neyse ki, şimdi neredeyse elinizi sallasanız bir
turnuvaya, ünlü bir sporcuya çarpacak. 1990'ların ortalarına kadar Avrupa'nın
üçüncü sınıf futbolcularını halk kahramanı yapmış bir milletin evladı olarak,
Diego Armando Maradona'nın Şampiyonlar Ligi finali izlemek üzere İstanbul'a
geldiğine, hani derler ya, rüyamda görsem inanmazdım. Ama oldu işte...
Hem de tüm dünyanın gözlerini çevirdiği
bu büyük finale, Venus Williams'ı Boğaziçi Köprüsü'nde izledikten sadece 10 gün
sonra ev sahipliği yaptık. Bu arada Venus Williams sadece boğaza karşı raket
sallamaya gelmemiş, bu yıl ilki düzenlenen İstanbul Cup'ta da mücadele etmişti.
O İstanbul Cup ki, kadın tenisinin dünya üzerindeki söz sahibi WTA dahilinde
organize edilmişti.
Devam edelim... Aynı gün Formula 1
pilotu Fernando Alonso (ki kendisi şu an F1'in en başarılı pilotudur)
Sultanahmet Meydanı'nda gaza basmaktaydı. Alonso'yu yedi tepeli güzel şehrime
getiren de yaklaşık üç ay sonra Formula 1 takvimine dahil edilmiş bir grand
prix'nin İstanbul'da koşulacak olmasıydı. Sekiz senedir F1'i takip eden birisi
olarak hala İstanbul'da bir grand prix koşulacağına inanamıyorum, gözümle
görmeden de inanamayacağım sanırım.
2005 İstanbul için bir tür spor
'çılgınlığının' yaşandığı bir yıl oldu, oluyor anlayacağınız. FIBA Avrupa Ligi
Dörtlü Final'ine de 2005 içinde ev sahipliği yapmamızı da unutmadan ekleyelim.
Bundan sonrası için gelecekte görünen en belirgin hedef 2010 Dünya Basketbol
Şampiyonası. İstanbul'la birlikte İzmir, Ankara ve Antalya da bu önemli
organizasyona ev sahipliği yapacak. Ayrıca futbolda 2012 Avrupa Şampiyonası'na
talip olmuşluğumuz var. Tabii yine İstanbul'la... Bu organizasyonu alıp
alamayacağımız ise bu yıl sonunda belli olacak.
İstanbul ve spordan bahsetmişken
Olimpiyat Oyunları'nı atlamak olmaz. Yaklaşık 10 senedir 'Kıtaların buluştuğu
yerde buluşalım' diyoruz ama kimse buluşmaya gelmiyor. 2000 Olimpiyat Oyunları
adaylığı ile başlayan macerada hala ev sahipliğine can - ı gönülden talibiz, ama
bir türlü olmuyor. En başta trafik sorununa çözüm bulmadan da bu ev sahipliği
zor gibi görünüyor.
Ne oldu da spor dünyasının göz bebeği
oluverdik diye düşünmeden edemiyor insan. 2000'de Galatasaray'ın UEFA Şampiyonu
olmasıyla mı başladı her şey? yoksa 2002 Dünya Şampiyonası'ndaki üçüncülük mü
değişirdi camianın bizim memlekete bakışını? Ya da Eurovision zaferi mi açtı tüm
kapıları? Bilinmez...
Eray Özer
Bol bol müzik
Özellikle son beş yılda gerçekleşen konser ve festivallerle gençler dev alanlara
koşuyor.
1992'de Bryan Adams, İstanbul'a
geldiğinde yer yerinden oynamıştı. Bu, Adams'ın dünyanın en büyük starı
olmasından ya da milyonlarca Türk hayranı bulunmasından kaynaklanmıyordu. Söz
konusu olan, Türkiye'nin ilk stadyum konseriydi. Ahmet San imzalı konserlerin
devamı Madonna, Michael Jackson, Guns 'n Roses, Metallica gibi isimlerle geldi.
Ve bir süre sonra da sona erdi.
90'ların sonuna kadar, İstanbul Caz
Festivali'ndekiler ve Rolling Stones dışında çok da büyük bir konser izleme
imkanı olmadı. Derken, milenyumla birlikte H2000 girdi hayatımıza. Türkiye'nin
ilk açık hava festivaliydi ve durgunluğa son vermişti. O yıldan itibaren de
konserler, festivaller gırla gider oldu. Bush, Placebo, Alanis Morissette, PJ
Harvey, Moby, Nick Cave, Suede, Iggy Pop, Peter Gabriel, Pink izlediklerimizden
sadece birkaçıydı. "H2000, amatör bir ruhla,ŠçekirdekŠbir ekiple planladı.
Tamamen bir hayalden yaratıldı ve ilk olmanın verdiği avantajla marka haline
geldi," diyor Boray Dündar. H2000'den sonra Rockİstanbul'u düzenlemeye başlayan
Dündar, bu işin cesaret üzerine kurulduğunu ve sadece bütçe olarak değil tüm
ayrıntılarında her zaman riskler taşıdığını ama risk almak gerektiğini
belirtiyor.
Öte yandan özellikle 2001 ve 2003
arasında bir club çılgınlığı yaşanmaya başladı. Dergilerin "Bu clubber'lar
kimdir," diye konu dahi yaptıkları bu akımla birlikte elektronik müzik yükselişe
geçti. Dünyanın en önemli DJ'leri İstanbul'a geldi.
2003'te İstanbul'daki en büyük açık
hava festivalini düzenlemek amacıyla yola çıkan Pozitif ve İKSV de Coca Cola ile
birlikte Rock'n Coke'u düzenlemeye başladı. "15 yıl öncesiyle mukayese
ettiğimizde, rahatlıkla çok farklı bir İstanbul'da yaşadığımızı söyleyebiliriz.
Daha açık, renkli, özgür, sorunlu, tehlikeli bir İstanbul var bugün. Renk,
kültürel hayattaki çeşitliliğin ve yoğunluğun sonucu," diyor Pozitif Tanıtım
Yönetim Kurulu Başkanı Cem Yegül. Konser, festival ve kulüplerin bu değişimdeki
payının çok büyük olduğunu belirtirken, "Artık biz de dünya kentiyiz ve dünya
kentlerinin en güzeliyiz. Londra ya da New York düzeyinde kültürel hayat
zenginliğimiz olduğunu iddia etmek komik olur ama hakkını teslim edelim,
şehrimiz bizi doyurmaya başladı," diyor.
Dündar ise üniversitelerde yapılan
etkinlikler de sayıldığında 30'un üzerinde festival gerçekleştiğini, kısa süre
içerisinde gerçek konser ve gerçek festival yapan şirketlerle daha güzel
etkinlikler olacağını belirtiyor.
Organizatörler, sanatçılara artık kolay
ulaştıklarını söylüyorlar. Yegül, sanatçıların tekliflere sıcak bakma
nedenlerini 'ekonomik ve siyasi stabilite, İstanbul'un kredisinin sürekli
yükselişi, terör tehdidinin azalmış olması' olarak sıralıyor.
İstanbul'da sırf festival zenginliği
yok. Artık her hafta sonu ünlü bir grubu bir mekanda izliyoruz. Venue, Babylon,
Vox, Balans, Parkorman, Indigo, Bronx, Yeni Melek Gösteri Merkezi'nde şimdiye
dek aralarında Slayer, Gotan Project, Jane Birkin, Dave Weckl, Sebastian Bach,
Cake, Manu Chao, Violent Femmes olmak üzere farklı tarzlara sahip yüzlerce
grup/müzisyen konser verdi.
Görünen o ki, bu hareketlilik devam
edecek. Gelen gruplar sayesinde İstanbul Avrupa'nın önemli festival ve konser
merkezlerinden biri olacak.
Melis Danişmend
Artık sadece oryantal değil
Yeme-içme ve mekân kültüründe de enternasyonal bir kültür gelişmeye başladı.
Artık 'damsız girilmez' mekânlar yerine, 'rezervasyonsuz girilmez' restoranlar
var.
İstanbul, yeme içme kültürüyle son
yıllarda Avrupa'daki en cazip kentlerden biri haline geldi. "Neden?" diye
soruyoruz Changa'nın ortaklarından Tarık Bayazıt'a. "Gittikçe birbirine benzeyen
ve tekdüzeleşen Batı şehirlerinde yaşayanlar tarafından 'en son keşfedilen/ancak
sırası gelen' şehir olması yanında, İstanbul'un sunduklarının kalitesindeki
pozitif değişim, artan özgüvenimiz ve dolayısıyla kendimizi düzgün taşıyışımız
ve duyuruşumuz önemli faktörler. Batı referanslarına gönderme yapabilen (yani
ziyaretçileri çok uzaklaştırmadan) Doğulu karakterini koruyan kültürel/sanatsal
faaliyetler ve ürünler gittikçe daha cazip alternatifler oluşturuyor," diyor.
Hatırlarsanız, Changa açıldığında
aylarca konuşulmuş, yemekleri, dekorasyonu ve rezervasyon sırası anlata anlata
bitirilememiş, kapıda bekletilmeye alışkın olmayan pek çok ünlü, rezervasyonları
olmadığı için kapıdan çevrilmişti. İstanbul'un füzyon mutfağına sahip ilk
restoranı Changa, yurtdışında da ödül aldı ve ardından aynı standardı tutturmaya
çalışan pek çok restoran açıldı.
"Bizim tam anlamıyla yapmaya
çalıştığımız, yiyecek ve içecekte Batı standartlarında, özgün ve yöresel tatları
yok etmeden 'modern Türk' kavramını yakalamak, oluşturmak ve duyurmak.
İstanbul'un 21. yüzyılda nasıl olması gerektiğini düşünerek hedeflerimizi
koyuyoruz. Yabancılar bu tavrı -biraz da şaşırarak- çok etkileyici bulduklarını,
beğendiklerini sık sık ifade ediyorlar," diyor Bayazıt.
Avrupalılar, artık İstanbul'un sadece
oryantalist yanıyla değil modern yüzüyle de ilgileniyor. Sultanahmet, göbek
dansı kadar modern eğlence anlayışı ve yeme - içme kültürü de (Örneğin, Beyoğlu
ve Nişantaşı'ndaki şık cafe'ler, Boğaz kıyısına konumlanan Reina, Anjelique,
Galatasaray Adası'ndaki buz gibi mekanlar) ilgi görüyor.
"Eski İstanbul romantizm, modern
İstanbul yaratıcılık ve yeni ufuklar vaat ediyor," diyor Bayazıt. "Oluşmakta
olan modern İstanbul, Batılı modern modellerden epeyce farklı. Üstelik dünyada
eski ve yeniyi bir arada yaşarken (zorla yaşatılırken değil)
gözlemleyebileceğiniz şehir artık yok gibi. İstanbul bir Batılı için oldukça
heyecan verici."
'Dünyanın tarihî ve en sorunlu
kenti'
Kongrelerin geleneksel vadisi, NATO Zirvesi ya da Başbakan çocuklarının düğünü
gibi faaliyetlerin yanında Şehircilik Kongresi gibi çok önemli etkinliklere de
kapısını açıyor.
İstanbul, 1996'da gerçekleşen Habitat
II Konferansı'ndan sonra dünyanın en büyük mimarlık ve şehircilik
organizasyonuna kapılarını açıyor. 30 Haziran-10 Temmuz 2005 arasında
gerçekleşecek 22. Uluslararası Mimarlık Kongresi nedeniyle İstanbul 10 bin
dolayında yabancı misafiri ağırlayacak. Aslında İstanbul'un fuarcılık ve kongre
turizmi açısından bir cazibe merkezi haline gelmesi çok yeni; yaklaşık 10 yıllık
bir geçmişi var.
Türkiye Mimarlar ve Mühendisler Odası
Birliği Başkanı Oktay Ekinci, İstanbul'un mimari buluşmalar açısından en uygun
kent olduğu görüşünde. Açıklaması şöyle:
"1999'da Pekin'de yapılan kongrede, 22.
kongrenin nerede yapılacağı konuşulurken üç kent ev sahipliğine talip oldu.
Floransa, 'Dünyanın sanat merkezi', Japon kenti Nagoya, 'Dünyanın sorunsuz
kenti' sloganıyla ortaya çıktı. Bizim İstanbul için seçtiğimiz 'Dünyanın tarihî
ve en sorunlu kenti' sloganımız çok beğenildi. Uygarlık değerlerimizi nihayet
dünyaya ve kendi halkımıza benimsettik."
Ekinci'ye göre İstanbul uluslararası
kongrelerde altyapı açısından tam puan alacak bir kent haline geldi. Kendisi de
mimar olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da çoktan kongre
hazırlıklarına koyulmuş. Topbaş, kongrenin çok başarılı geçeceğinin garantisini
veriyor:
"İstanbul'un genetik hafızasında da bir
dünya kenti olmak bilinci var. Şehrimiz kültürel ve tarihi dokusuyla dünya
turizminden büyük pay alacak bir kapasiteye de sahip. İstanbul, ev sahipliği
yaptığı kongre ve çeşitli toplantılarla gelişen yeni yüzünü ve açılımını dünyaya
yansıtacak."
Türkiye Seyahat Acentaları Birliği
(TÜRSAB) Başkanı Başaran Ulusoy ise, kentsel sorunlar, çevre, imar düzensizliği,
kentsel yaşamda toplam kalite düzeyi açısından birçok eksiği olan İstanbul'un
geleceğin dünya çapında kongre merkezi olacağını iddia ediyor: "Türkiye'de
toplantı ve kongre organizasyonunun başarılı olduğunu düşünüyoruz. Aldığımız
olumlu tepkiler de bunu teyit ediyor".
İstanbul, nasıl birden dünyanın ilgi
odağı oldu? Bu başarının ardında ne var? Ulusoy, anlatıyor:
"Turizm, fuarcılık, kongre turizmi alt
yapısı açısından Avrupa'nın en büyük ve modern hava limanlarından biri olan
Atatürk Hava Limanı'nın hizmete girmesi önemli bir adım. Bunu 1980'li yılların
ortalarından itibaren ivme kazanan konaklama endüstrisindeki gelişmeler izledi.
Uluslararası standartlarda dahi çok yüksek bir kalite düzeyi sunan yüksek
sınıflı dört-beş yıldızlı otel kapasitesinde kaydedilen artışlar, yüksek sınıflı
oteller bünyesinde yer alan, çeşitli büyüklükte toplantı ve kongreler için esnek
alternatif olanaklar, kentsel alt yapıdaki gelişmeler, kent yaşamındaki yeni
imkanlar, alışveriş merkezleri, gece yaşamındaki imkanlar İstanbul açısından
önemli gelişmeler."
Ulusoy'a göre kongre turizminde dönüm
noktası, dünya çapında etkinliklere ev sahipliği yapan Lütfü Kırdar Uluslararası
Kongre ve Sergi Sarayı'nın hizmete girmesi... Ulusoy, "Seyahat ve kongre
organizasyonunda seyahat acentalarımız fevkalade deneyim kazandı ve mükemmel
organizasyonlara, büyük başarılara imza attı. Ekonominin, dış ticaretin
liberalleşmesi kuşkusuz fuarcılık alanında yepyeni ufuklar açtı. İstanbul'da
siyaset, ekonomi, ticaret, sanat, kültür, spor, eğlencede dünya çapında
etkinlikler gerçekleşiyor. Her etkinlik İstanbul'un cazibesine katkıda
bulunuyor. Turizm endüstrisi, yüksek kalitede konaklama endüstrisi, kongre
tesisleri açısından sunduğu imkanlar, ileri teknoloji, kongre alışveriş
olanakları organizasyondaki başarılar İstanbul'un önemli avantajları arasında.
Ancak artık mevcut kongre tesisleri talebi karşılayamayacak noktaya geldi."
Şule Çizmeci
Ve gay turizmi...
Ortalık hareketlenir de, alternatif hayat peşinde koşanlar olaya dahil olmaz mı?
Sıradışı tercihleri olan ve macera arayan yabancıların aklına tatil mekanı
olarak gelen ilk yerlerden biri oldu İstanbul. Hem bitmek tükenmek bilmeyen ve
sabahlara kadar sarkan gece yaşamı, hem acayip curcuna, hem de düşük fiyatlar,
tarihsel dokuya eşlik eden cazibe etkenleri oluyor. İstanbul'da her çeşit gay
kulüp ve hamamın olduğu bir gay yaşamı var.
İyi para kazanan ve iyi para harcayan,
vücudunu göstermek, başka vücutları süzmek isteyen gaylerin gittiği ve
Avrupa'dakileri aratmayacak tarzda birçok kulüp var İstanbul'da. Ancak,
Avrupalılara asıl çekici gelen, underground mekanlar. Çünkü bu mekanlarda çok
kolay ilişkiye giriliyor. Bir kere insan ilişkileri açısından, Avrupalılardan
farklı olarak sıcak kanlı, hemen yakınlık kuran insanlarla karşı karşıyalar.
Avrupa'da 'cinsel tercih' meselesi son
derece net. İnsanlar ya gay ya da heteroseksüel. Oysa İstanbul'daki gay kulüp
müdavimlerinin çoğu hayatlarını heteroseksüel gibi sürdürüyor, bu kulüplerde de
zincirlerinden boşanıyorlar. Buradaki çifte standart çekici geliyor
Avrupalılara.
Underground kulüplerde ilişki kurmanın
kolaylığı başka bir etken. Bir etken de yargılamanın olmaması. Mesela Avrupa'da
hiçbir gay kulüpte iki tane 50 yaşında adamın öpüştüğü görülmezken, İstanbul'un
underground kulüplerinde çok rahat davranılıyor, kimse kimsenin umurunda değil.
Tabii işin bir başka boyutu daha var. İstanbul'daki gay kulüplere ve hamamlara
bıyıklı, göbekli erkekler gidiyor. Bu durumun gayler açısından tip olarak
oldukça çekici bir atmosfer yarattığı söyleniyor. Tabii tüm bu işleri bir 'geçim
kapısı' haline getirmiş gençler de, kısa birer macera arayan gayler için gerekli
'insan kaynağı'nı sağlıyor.
Bir de tüm bunların fonunu düşünün.
İnanılmaz bir kültür mirası, manzara, hareket... Gay turizmi artarak devam
edecek gibi görünüyor...
Radikal |