reklam

Yazılar
Platform 2003 > Küreselleşme ve Mimarlık > Yazılar

Tarih: 18 Aralık 2003
Yer: Arkitera Forum

Küreselleşme ve Mimarlık 
Prof.Doğan Kuban, Arredamento Mimarlık 2000/10, sayfa 78-80

Mimarlık söylemcileri (zorunlu olarak kuramcıları değil) piyasaya çıkan her yeni kavramı mimarlık bağlamında değerlendirmek zorundadırlar. Bu çağdaş mimarlık kültüründe güncel olmanın bir koşuludur. Küreselleşme bu yeni kavramların en moda olanlarından biri. Ayrıca bizdeki gibi bunun bağımsızlık idealiyle karşıtlaştığının düşünüldüğü bir kültür ortamında, mimari ve küreselleşme denince, küreselleşmenin hangi boyutuna referans verileceğini başından belirtmek gerekiyor. Yoksa 20. yüzyıl mimarisinin dünyanın bir ucundan öbür ucuna zaten küresel bir fenomen olduğundan kim şüphe edebilir.

Küreselleşmenin birincil tanımı finans kapitalin dünya egemenliği ve bu egemenliğin harekete geçirdiği bütün mekanizmaları kapsayan bazen Batı dünyasmın bir fesadı (conspiracy) olarak da düşünülen, ve ekonomik bağlamda bir örgütlenmedir. Bundan esinlenerek kurulmağa çalışılan ve güçlü ekonomilerin iştahını kabartan olgu ise tek bir dünya hayalidir. Bu hayalin gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu anlamak için, zengin ülkelerin bütün dünya eğitimini sağlayacak büyüklükte bir parayı kozmetik için harcadıklarını, ya da Kuzey ile Güney arasındaki ekonomik farkın giderek arttığını anımsamak yetişir. 2050 yılına kadar ikiye katlanacak bir dünya nüfusu perspektifinde bugün konuştuğumuz nazik kültür sorunları ayıp sayılmaya başlanabilir. İnsanlar başka gelişme yolları bulamayıp direksiyonu financier denilen para molekülü beyinlere bırakınca, geleceğin bugünden daha parlak olması için hiç bir neden düşünülemez. Kuşkusuz önümüzdeki yüzyılda yaşayacak kuşaklar için söz konusu olamayacak, daha doğrusu insanların büyük çoğunluğunun finans kapital tarafından sömürüsü olarak tezahür edecek bu bütünleşmiş ekonominin bir araya getireceği bir insanlık hayali üzerine bir mimari söylem kurmak aklı başında olan birisinin heves edeceği bir soruna benzemiyor. Fakat bu söylemin etkili olduğu yadsınamaz. Çünkü finans kapital medyayı da elinde tutuyor.

Finans kapitalin mimari sözcüleri çok. Örneğin, Türkiye'de nedense pek tutulan "Any" adlı göz boyamacılık bu tür bir söylem. Her söylemi çağdaş mimarlık kamuoyuna bir sine qua non olarak şırınga etmenin yöntemi ise Postmodern söylemin dilbazları tarafından neredeyse bir gramer olarak geliştirildiği için, her söyleme biraz Hegel, bir parça salça gibi Saussure, biraz Marksist diyalektik garnitürü, Freud'a uzanan biraz baharat, çağdaş Fransız deconstruction'undan sos eklenince, iştahla tüketilen bir tat vermek olası. Bu jargon o kadar geçerli ki, bunun ne anlama geldiği ya da dünyada olup biten yapılaşma olgusunun binde kaçını etkilediğini kimse söz konusu etmiyor.

Fakat küreselleşmenin bir başka anlamı daha var. Bu bütün tarih boyunca varolan ve iletişim dünyasmda ekonomik küreselleşmeden çok daha ötede, henüz finans kapital türünden kavramların varolmadığı bir dönemde ortaya çıktıktan sonra gerçekten küreselleşmiş bir olgular toplumu. Bunun başında aklın bütünleştirdiği bilimsel düşünce, teknoloji, estetik hissin bütünleştirdiği sanat, bütünleştirdiği kadar da bölen din gibi evrensel olgular var. Kaldı ki, tarihsel bağlamdan soyutlandığı zaman, silahın, tekerleğin, ipeğin, kağıdın, pusulanın hatta baharatın da küreselleşme süreçleri var. Bugün insanları bütünleştiren bilim, teknik ve sanattan daha ileri bir ekonomik olgu söz konusu değil. Dinler ve inançlar bu rolü oynar gibi gözükseler de insanları birleştirdikleri kadar düşman da yaptıkları için onları başka bir kategoriye koymak gerek. Ekonomik olgu, bazı insanların diğerlerini sömürmesi üzerine kurulu olduğu için, bilim, teknoloji ve sanatm kimseyi sömürmemesi ekonominin ve politikanın emrine girmemelerini gerektiriyor. Ne var ki, böyle bir bağımsızlık söz konusu olmamış tarihte. Bu bilinen handikabı aşmak için, özeilikle bilim ve sanatın kendi iç bağımsızlıkları olduğunu savlıyoruz.

Evrensellik bağlamında mimari, yaşam çabasının en büyük bölümünü harcayan bir etkinlik olarak, başka hiçbir alanda görülmediği kadar insanları tanımlıyor. Birbirlerinin dilini konuşmayan insanlar duvarları, çatıları, pencereleri, kapıları gördükleri zaman birbirlerini anlıyorlar. Hepsi çamuru, taşı ağacı, kubbeyi, kemeri, revağı birbirine benzer şekillerde kullanmışlar. Uygarlığın yakın tarihinde mimari üslup açısından 19. yüzyıldan bu yana, bugün hiçbir alanda görme olasılığı olmayan bir küreselleşme olmuş. 19. yüzyıl emperyalizmi, güce ve kültürel hegemonyaya dayalı bir mimari küreselleşmeyi Hollanda'nın Jakarta'sından, Raj'ın Hindistan'ma, Afrika'ya ve Osmanlı başkentine kadar taşınmıştır. Daha yakın dönemde örneğin benim kuşağımın mimari öğretimi -bazı kısa sapmalar olsa bile- neredeyse yeminli enternasyonalizmiyle başlamıştı. Bizler kemer kullanmayı bir küfür sayıyorduk. Burada Enternasyonal Stiin ustalarının herkesin anımsayacağı teknolojiye dayalı Evrensel Mimari Üslup ve onun estetiği konusundaki sözlerini yinelemek gereksiz.

Bugün dünyada yerel boyutları her yerde ortadan kaldıran ve Postmodernist söylemin artık modasının geçtiğini ilan ettiği Modern mimarinin küreselleşmesi yanında, bütün alanlar, bilim ve sanatın küreselleşmesi de dahil, çok cılız kalır. İslam dünyasında bilim hala Ortaçağa methiyeler düzüyor ama, şeriatçı Arap diktatörleri yabancılara Modern ve Postmodern yapılar yaptırıyorlar. Büyük anıtlar olmasa kentlerimizin gelenekle neredeyse ilgisi kalmadı. Bütün bu evrensel cilanın arkasında 19. yüzyılın başından bu yana gelişen yapı teknolojisi var. Bu teknolojiye paralel bir mimari söylemin dile getirdiklerini çoktan unutmuş olarak, bütün dünya Modern Mimari Üslup'un sözlüğünü başını, gözünü yararak kullanıyor.

Ekonomik küreselleşmenin mimarideki rahatsız edici etkileri hoşa giden yargılara olanak vermiyor. Fredric Jameson'un New Left Review'un 228. sayısında (1998) "The Brick and the Balloon Architecture, Idealism and Land Speculation" adlı bir makalesi var. Gerçi Jameson mimari ve kent olgusunu kapitalist toplumun spekülasyon aracı yaptığım, artık sakız olmuş kavramlarla açıklarken, kapitalist mimari sergerdeliğe çanak tutmuş yazar ve mimarlara da ara sıra atıflar yapıyor. Bir yandan çağdaş kapitalizme meydan okurken, öte yandan aynı kültürün satış ve tüketim davranışlarmdan da kendini soyutlayamıyor. Yine de bu ünlü sosyologun bazı yorumlarını aktarmak, öte yandan da çağdaş kültürel söylemin kafa karıştıran jargonundan bir örnek vermek istiyorum.

Jameson: "Mimari ve şehircilik konularında daha genel yargılara ulaşmak için bazı sorular sormak zorundayım: Örneğin Postmodern kültür üretiminde soyutlama dinamiğini araştırırken, özellikle Postmodernizm'de Soyutlama'nın strüktürel rolü ile Modernizm'de etkili soyutlamalar arasındaki köklü farklılık, beni para biçimini (money form) -Soyutlama'nın temel kaynağı- yeniden irdelemeğe götürdü." diyerek para sirkülasyonunun bugün aldığı şeklin Postmodernist dönemde gerçekleştiğine işaret ediyor. Burada finans kapitalin kendine özgü soyutlamalarıyla kültürel metinlerdeki açıklamalar arasındaki ilişkilere dikkat çekiyor. Bunun küreselleşme, yani bugünkü olguların güncel yapısınm ifadesi olduğunu söylüyor. Eğer okuyucu bu ilişkileri Jameson'un görmek ve göstermek istediği gibi gördüyse bir ilginç ilişkiyi daha vurguluyor. "Mekan düzenleme sorunsalında finans kapitale benzer bir şeyler var. Gerçekten ona sıkıca bağlı bir fenomen: Arsa spekülasyonu (...) günümüzde hemen hemen tümüyle bir kent olgusu, Öyleyse kentsel arsa spekülasyonunun özel durumu ile Postmodern Mimari arasmdaki ilişki nedir?" diye soruyor. Bu gözlemler için Jameson'un ne kadar yetkili olduğu sorulabilir. Makalesinde, örneğin sosyal olanla mimari arasındaki sıkı ilişki gibi, herkesin bildiği yavan bilgiler, çağdaş mimari kuramı bağlammda estetik ve kültürel olguların yarı bağımsız doğası gibi beylik yargılar var. Çoğu yazar gibi o da, kendi alanı olmayan konularda o alanların moda söylemcilerine başvuruyor. Oysa bu tür yazar ve mimarlar en soyut ve zor anlaşılır ve en karşıt göründükleri zaman bile, çağdaş kapitalist düzenin gerçek bileşenleridir.

Fakat Jameson'un Georg Simmel'in bu yüzyıl başında yazdığı ünlü Paranın Felsefesi kitabından alıp kendi yorumuna temel yaptığı düşünceler ilgi çekici: Simmel çağdaş yaşamın giderek artan bir soyutlama ortamında her olgunun nasıl soyut bir biçim aldığını anlatır. Ve her şeyin soyutlaşmasını açıklayan bir olgu olarak kentte arazi kirasının -örneğin sadece bir trafik aksının değişmesine bağlı olarak- malikine artan bir gelir getirme olgusunu anlatarak, bunun hak edilmemiş artış (unearned increment) olduğunu söyler. Jameson bu düşünceden hareket ederek, finans kapitalin bir alışveriş aracı olan para kavramının soyutlanması aşaması olduğunu ve bunun giderek bizi yeni bir estetik kuramın eşiğine ulaştırdığını ya da ulaştıracağını savlar. Ne var ki burada bunun hangi yapıya yansıyan estetik olduğunu, daha doğrusu finans kapitalin teşvik ettiği gelişmeler doğrultusunda ortaya çıkan biçimlerin nasıl bir estetik tanımladığını söylemez ya da söyleyemez.

Simmel'in "hak edilmemiş artış" kavramı son yarım yüzyıl Türkiye'sinde en güçlü kentsel yaşam olgusudur. Ve bu sadece bir trafik aksının değişmesinin getirdiği tesadüfi bir artış değil, bir arsayı gasp ettikten sonra trafik aksını ona yönlendirterek yapılan bir hak edilmemiş kazançtır. Yağmaya dönüşen bu kamu malı gaspı yıldırım hızıyla artarak Türkiye'nin ekonomik yapısını değiştirmiş, sanayi üretimini baltalamış ve eski kentleri tahrip ederek onları içinden çıkılmaz hale getirmiş, toplum ahlakını bozmuş ve bir yasadışılık kumarı oynayan güçlü bir sınıf oluşturmuştur. Bunlar hak edilmemiş kazançlarını en çok emin oldukları alana, yani toprak ve yapıya yatırmışlar, isteklerini de mimarlar proje ve yapıya çevirmişlerdir. Bu mimariye finans kapitalin teşvik ettiği mimari olarak bakabiliriz. Gökdelenler, yüksek büro blokları, bankalar, oteller, tatil köyleri, marinalar, hatta yeni üniversiteler, kent içi compound'ları bu tür yapılardır. Ne var ki bunlar bir estetiğe özenseler de, bir estetik yaratmıyorlar. Genelgeçer düşüncelerden yararlanıyor, simgesel biçimler ve büyük boyutlarla etkili olmağa çalışıyorlar. Belki de yeni estetik basamak, Hong Kong Bankası ya da Gehry'nin Bilbao Müzesi gibi yapılarında görüldüğü gibi, mimarları ip üzerinde perendeler atmağa zorlamaktadır. Büyük yatırımların ürünleri olan dev yapılarda simgesellik, reklam, para kazanma hırsı birleşiyor. Gökdelen simge olsun diye mi yüksek oluyor, yoksa yüksek olduğu için mi simgeleşiyor, ya da para hırsı mı bu yapılarda simgeleşiyor? Gökdelen bir sabun şirketi, bir uçak şirketi, bir banka ya da bir holdingi aynı şekilde çerçeveliyor. Temelde içine ne girerse girsin, kapitalin şarkısını çaldırıyor. Onun için kimsenin malı da değil. Yaptıranlar ve tasarlayanlar da dahil. Dünyayı kafaların üzerinde kontrol eden, amoral bir güç mekanizmasını simgeliyorlar. Bu yapılardan bazılarının yeni bir mimari vizyon sundukları kabul edilebilir. Fakat bu sadece milyonlarca insanın sırtından çıkarılan artı-ürünün propagandasını yapan bir mimarinin estetiğidir. Ahlak boyutu da sıfırdır. Kuşkusuz burada söz konusu olan insanı soyutlayan, hiçe sayan, karınca gibi ezilmesine aldırış etmeyen bir felsefenin göstergesi olan ahlaktır.

Mimarın kişisel ahlakı ile ilgisi yok. Finans kapitalin, yani en büyük ekonomik gücün aracı oldukları için de güçlü bir propaganda olanakları var. Mimarların kitaplıklarını sergileyen her biri bir hamalın taşıyabileceği görkemli ciltler, finans kapitalin sponsorluğunu yaptığı mimari yapıtlara ilişkin kitaplardır. Öte yandan finans kapitalin değil, fakat kapitalizmin asıl estetiği kentlerdeki sıradan yapıların estetiğidir. Özellikle Türkiye gibi ülkelerdeki vahşi kapitalizmin ürettiği fiziksel çevrenin bir anti-estetik ifadesi olduğu da söylenebilir. Fakat itiraf etmek gerekir ki en çok küreselleşen budur. İlkel kapitalist tavırlar, ilkel bir tüketicilik, kontrolsüz bir yapı etkinliği, büyük toprak yağmaları, kırsal kültürün dışarıdan geleni sünger gibi çekip, günübirlik amaçlar için yorumlaması, bütün bunlar 19. yüzyılın Amerika'sından, bugünün gelişmekte olan (!) ekonomilerinin egemen olduğu bütün ülkelere kadar her iklimde İstanbullar, Ankaralar, Mexico Cityler, Karaçiler, Kahireler, Jakartalar yaratmıştır. Bu çirkinliklere ilişkin görsel bilgileri de ancak bilimsel makalelerin siyah beyaz fotoğraflarında bulabiliyoruz.

Şu ya da bu nedenle yaratılan yeni mimari bir yeni üslup da yaratıyor mu? Postmodernizm sözcüleri üzerinde çoktan itirazlar yükselen teknoloji-modernizm ikilisine karşı gelişen düşünce ortamından yararlanıp bir yeni eklektizism önerdiler. Bu bir entel modası olarak kaldı. Finans kapital bunun sponsorluğunu yaptı. Fakat eğer Postmodern bir mimari estetik olacaksa, ya da Jameson'un söylediği gibi, biz yeni bir estetik devrimin eşiğinde isek, bunun halk tarafmdan algılanması için herhalde uzun zaman beklemek gerekecek. Oysa Modernizm'in üslubu sadece sıradan mimari uygulamalarda değil, çok daha büyük yapılarda da etkisini sürdürmekte devam ediyor. Bugün mimaride küreselleşme, henüz Modernizm'in getirdiği küreselleşmedir.

Bu tartışmaları yaparken söylemin en son ucunda görünmek için bir yüzyıl boyunca, hatta daha da eskiye giden tartışmaları yok saymak, ya da anımsamamak, bazen de düpedüz cahili olmak insana tuhaf geliyor. Bu tartışma Ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra da vardı. Modernizm ve Enternasyonal Stil'e karşı geleneksel ve yerelin çatışması bizim öğrencilik yıllarımızı renklendirmişti. 1950'li yıllarda Bülent Özer ve Doğan Hasol'la birlikte çıkardığmız Mimarlık ve Sanat dergisinin bir sayısında "Benzerlikler ve Farklar" diye bir makale yazdığımı ve Bülent'in bu konudaki karşı düşüncelerini anımsıyorum. İslam ülkeleri hala kültürel kimliklerini çağdaşa yapıştırılmış gelenek kırpıntılarıyla savunmağa çalışıyorlar. Türkiye'de ise çağdaş ve geleneksel tartışmasının, kültürel turizm ve korumacılık dışında fazla bir yeri kalmadığını söyleyebilirim. Etrafımıza baktığımız zaman gelenekseli isteyenin de fazla olmadığını görüyoruz. Finans kapital temsilcilerimiz ise ABD markalı bir mimariye özeniyor, mimarlarını bile nedense oradan getiriyorlar. Finch Assasination of New York kitabında Rockefeller ailesinin 1.3 milyar dolarlık zenginliğinin Rockfeller Centre'den geldiğini söylüyor. Bizimkilerden çoğunun da bu tür gelirlere özendikleri kesin. Yoksa zamanlarının yarısını arsa kapatmaya harcamazlardı.

Tafuri'nin Amerikan kentleri için yaptığı gözlemlerin bizim kentler için de aynen geçerli olduğunu (başlangıç süresi olarak) görüyoruz: Geçmişin yokluğu, göç ve bir tabula rasa üzerinde inşaat. Ne var ki Türkiye'de kentlerin görkemli bir geçmişleri vardı. Ve kentler boş topraklar üzerinde yükselmediler, Amerika'daki gibi. Amerikalı göçer Avrupa'dan geliyordu, bizimkisi Anadolu'dan. Bizdeki yağmanın bileşenleri daha güçlü olmalı. Yağma edilecek dünya da giderek küçülüyor. Ama mimarlar bunları ne diye düşünsün denilebilir. Dünyanın bütün büyük anıtları, insanların kanını içen hükümdarlar için yapılmıştı, sanat tarihlerimizi de onlara bakıp yazıyoruz.

Küreselleşme ve Mimarlık

Platform 2003

Platform 2002

Küreselleşme ve Mimarlık

Forum

Yazılar

Fotoğraflar

Linkler

Toplantı Kayıtları

Video Görüntüleri

Toplantı Salonu

Katılımcılar

Süha Özkan

Cengiz Bektaş

Mehmet Konuralp

Ömer Madra

Murat Tabanlıoğlu

 

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz