Çizgilerim Titanic’e binmeden
e-mail ile Atlantik ötesine geçti
Çizgileri
başta Le Monde, Le Monde Diplomatique, Le Nouvel Observateur, The Washington
Post, The Wall Street Journal gibi dünyanın sayılı, saygın gazete ve
dergilerinde yayınlanan Selçuk Demirel, Türkiye'ye tam anlamıyla bir sanat
çıkarmasına hazırlanıyor. Bunlardan ilki dün Galeri nev'de açılan Ruh
Halleri Üzerine adlı sergisi.
4 Ocak tarihine kadar açık kalacak olan sergiyi, Ankara Galeri nev'de, 20
Aralık'ta açılacak olan ikinci sergi izleyecek. Önümüzdeki ay ayrıca Yapı
Kredi ve Sel Yayıncılık tarafından da iki kitabı yayınlanacak. Dünya onu
'Selcuk' imzalı desenleriyle tanıyor. 1978 yılından beri Paris'te yaşayan
Demirel bugün, Türkiye'den ayrılırken hayalini kurduğu pek çok şeyi gerçekleştirmiş
durumda. Ama başarısını Paris'te yaşamasına bağlamıyor sadece. Türkiye'de
kalsaydım gene de bir dünya çizeri olurdum, diyecek kadar yeteneğine güveniyor.
Fransa'ya gitmeye nasıl karar verdiniz?
- 70'li yılların sonlarında Türkiye'de sokaklarda her gün ortalama 30 kişi
ölüyor ve öldürülüyordu. O yıllarda sık sık kapanan, kapatılan üniversitelerin
birinde mimarlık öğrenimi almaya çalışırken bir yandan da ilerici meslek
odaları, sendika yayınlarında dünya görüşlerimi yansıtan desenler çizmeye
çabalıyordum. Desenin kendinden çok yansıttığı 'politik mesaj' önemseniyordu.
1978'lerde, demokrasi mücadelesinde 'kalem' yerine başka şeyler dayatılmaya
başladığında, artık bu ülkede yapabileceğim başka bir şey kalmadığını
düşünmeye başladım. Aynı yıl evlendim. Yurt dışına gidip orada
akademiye girip bu işi iyice öğrenmek istiyordum. O yıllarda mimarlık
hocalarımdan birisi, ‘‘Paris sokaklarında bir yıl boş boş dolaşarak Türkiye'de
öğreneceğimin on mislini öğrenebileceğimi’’ öğütlemişti. Paris,
karımın tercihiydi. Sanki bizi burada bekleyen varmış gibi bavullarımızı
doldurup geldik. Bir yıl sonra Ecole des Beaux Arts'a girdim. Ama düzenli bir
öğrenci olamadım. Paris'e geldiğimde 24 yaşındaydım, şimdi 48. Ömrümün
yarısını burada geçirdim. Gertrud Stein'ın dediği gibi ‘‘.. ama beni
ben yapan burası değil.’’
Bir çizer olarak kendinizi oradakilere kabul ettirmekte zorlandınız mı?
- Böyle bir kavga vermedim desem yalan olur. Ama bu kavganın en büyük kısmını
kendi kendime karşı verdiğimi söyleyebilirim. Paris'teki ilk yıllarım en
parasız ve en özgür olduğum yıllardı. Gözlem ve anlamak üzerine geçirilmiş
yıllar. Neyi, neyle nasıl yiyorlar, nasıl düşünüyorlar, neyi nasıl görüyorlar?
Doğu nedir, batı nedir? Metroda kaybolmadan diğer bir hattın metrosuna nasıl
gidilir vs. İnsan hakları ne demek? Cafe'ler, cafe'ler, en önemlisi kitapçı
dükkanları, müzeler, kırtasiyeler... Kendini kabul ettirmeye gelince, insan
bir şeyi gerçekten isterse olmaması için hiç bir neden yok. Fransızca bir
deyim vardır. Bence çok doğru. ‘‘İmkansız, Fransızca bir kelime değildir.’’
Bugün geldiğiniz noktayı hayal ediyor muydunuz?
- 1974 yılında İstanbul Sinematek'indeki sergimde Bertan Onaran'a rastlamıştım.
Koltuğunun altında taşıdığı Le Monde, Le Nouvel Observateur dergisini göstererek
asıl buralarda bir şeyler yayınlamanın öneminden söz etmişti. Dünyadan,
dünyalı olmaktan bir de. Paris'e gidişimden bir yıl sonra Le Monde
gazetesinde ilk desenimi yayınladım. Bu o kadar büyük bir sevinç ve moral
destek olmuştu ki, o günlerde bunu Yavuzer Çetinkaya, Cumhuriyet'te haber
olarak yazmıştı. Böyle şeyler o zamanlar haber olabiliyordu. Bertan Onaran'ın
bana gösterdiği o dergi ve gazetelerle çalışmayı sürdürüyorum. Dahası
çizgilerim Titanic'e binmeden e-mail ile Atlantik ötesine geçti. 3-4 yıldır
The Washington Post, The Newyorker, The Wall Street Journal, The Boston Globe
gibi gazete ve dergilerle de çalışmayı sürdürüyorum.
Paris'te kimseden yardım gördünüz mü,yani elinizden tutan oldu mu?
- Burada kimse kimsenin elinden tutmaz, yani kimse kimseye 'sakat' muamelesi
yapmaz. Yapmamaya dikkat eder, ama yine de Paris'teki bu sözünü ettiğim yıllarda
Abidin Dino'nun moral desteğini yadsıyamam. Benim dışımda buralarda birşeyler
yapabileceğime gerçekten inanan ve beni bu doğrultuda destekleyen Abidin Bey
olmuştur. Birinin size inanması olağanüstü bir şey, bir güç ve bir yük
aynı zamanda. Bunu hiç bir zaman unutmayacağım.
Serginin adı Ruh Halleri Üzerine. Ruh halinizin çizginize ne kadar yansıdığını
düşünüyorsunuz?
- Bundan bir, bir buçuk yıl önce, Okuyanus Yayınları'ndan Cem Mumcu ile
birlikte 'Desen mi Demesen mi' adında ve 'Ruh Halleri Üzerine' alt başlığı
olan bir kitap yayımlamıştık. Yüzlerce desenimin içinden Cem 150 civarında
bir seçme yaparak desenlerimin başka türde okunabileceğini göstermeye çalışırcasına
bir kitap yapmıştı. Desenleri 11 bölüm ve 11 konu çerçevesinde sıralayarak
Yıldırım B. Doğan ile birlikte her bölüme iki kısa metin yazarak
benzersiz bir kitap çıkarmıştık ortaya. Bunun üzerine Haldun Dostoğlu
Galeri nev'deki 2002-2003 sergi sezonunu bu tema üzerine hazırladı. Bütün
bunlardan sonra söyleyeceklerim biraz çelişkili olacak ama olsun, ne yapayım.
Desenlerimin ne ruh, ne de ruh halleriyle bir çelişkisi olduğunu sanıyorum,
ne de ruhani. Ben daha çok düşünsel (tamamıyla kafamın içinden gelen)
desenler yapmaya çalıştım hep. Yani buna kısaca entelektüel diyebilirim.
Akılla, düşünceyle ilgili işler.
Size karikatürist mi yoksa çizer mi dememiz gerekiyor? İkisinin arasında
nasıl bir fark var?
- Kendini karikatürcü ya da karikatürist diye tanımlayan bir çok çizgidaşımı
incitmek istemem. Benim çizip boyadıklarımı, kesip yapıştırdıklarımı,
orada burada karaladıklarımı karikatür diye tanımlamak biraz basit bir tanımlama
olmaz mı? Resmin, afiş ve dizaynın, sinemanın ve benzerlerinin bütün görsel
anlatım biçimlerinin geniş olanakları dururken niye kendimi sadece karikatürcü
diye tanımlayayım? Karikatür kelimesinin ya da biçiminin 19. yüzyılda
Daumier ve çağdaşlarının gerçekten bu kelimenin hakkını vererek yaptıklarını
sanıyorum. Bugün Steinberg'e, Folon'a, Roland Topor'a Andre François'e
karikatürcü, onların çizip boyadıklarına da karikatür demek bence karikatürün
tam kendisi demek olmaz mı? Karikatürün yaşlandığını düşünüyorum.
Artık başka şeyler yapmanın, yeni biçimlerle yeni yeni şeyler söylemenin
zamanı.
Dostluklarınız, arkadaşlıklarınız ve Paris'te yaşam. Paris'te yaşamınız
nasıl geçiyor?
- Yazmak, çizmek, çizip boyamak. Velhasılı bütün içinde yaratıcılık
olan mesleklerdeki tek dayatma yalnızlık. Bunun için her şeyden önce bu tek
başınalığı kıvırmak gerekiyor. Çok zor ve sancılı bir durum. Çok
kuvvetli ve gelişmiş egoya sahip olmalı. İşte bu gelişmiş egolarla
kurulmuş dostlukların gerçek dostluklar olduğuna inanıyorum. Dostluk; biraz
da aşk gibi bir şey. Aşk gibi kuvvetli ve kırılgan bir duygu. Sınırsız
verme ve paylaşma duygusu. Altı milyar kişinin yaşadığı bu yerküremizde
yalnız olmadığını hissettiren bir duygu. Bu anlamda 4 elin parmaklarını
geçmeyen sayıda (hiç fena değil) dostlarım olduğunu sanıyorum. Övünç
verici bir durum. Biliyorum ki varoluşumun en önemli kanıtları hep dostlarım
olmuştur. Paris'e gelince, bütün vaktim yalnız ve çalışarak geçiyor.
Sinema büyük bir tutkum. Arada Lylianne'ın dayatması ile tiyatroya da gittiğim
oluyor. Dünyanın en güzel şehrinde yaşıyorum, burada olduğumu her gün
hissederek. Körleşmeden. Ben Paris'e bendekileri veriyorum, Paris'te bana
verebildiklerini. Yaşayıp gidiyoruz birlikte.
Hürriyet
|