reklam

Haberler
Aralık 2002 

Çizgilerim Titanic’e binmeden e-mail ile Atlantik ötesine geçti

Çizgileri başta Le Monde, Le Monde Diplomatique, Le Nouvel Observateur, The Washington Post, The Wall Street Journal gibi dünyanın sayılı, saygın gazete ve dergilerinde yayınlanan Selçuk Demirel, Türkiye'ye tam anlamıyla bir sanat çıkarmasına hazırlanıyor. Bunlardan ilki dün Galeri nev'de açılan Ruh Halleri Üzerine adlı sergisi.

4 Ocak tarihine kadar açık kalacak olan sergiyi, Ankara Galeri nev'de, 20 Aralık'ta açılacak olan ikinci sergi izleyecek. Önümüzdeki ay ayrıca Yapı Kredi ve Sel Yayıncılık tarafından da iki kitabı yayınlanacak. Dünya onu 'Selcuk' imzalı desenleriyle tanıyor. 1978 yılından beri Paris'te yaşayan Demirel bugün, Türkiye'den ayrılırken hayalini kurduğu pek çok şeyi gerçekleştirmiş durumda. Ama başarısını Paris'te yaşamasına bağlamıyor sadece. Türkiye'de kalsaydım gene de bir dünya çizeri olurdum, diyecek kadar yeteneğine güveniyor.

Fransa'ya gitmeye nasıl karar verdiniz?
- 70'li yılların sonlarında Türkiye'de sokaklarda her gün ortalama 30 kişi ölüyor ve öldürülüyordu. O yıllarda sık sık kapanan, kapatılan üniversitelerin birinde mimarlık öğrenimi almaya çalışırken bir yandan da ilerici meslek odaları, sendika yayınlarında dünya görüşlerimi yansıtan desenler çizmeye çabalıyordum. Desenin kendinden çok yansıttığı 'politik mesaj' önemseniyordu. 1978'lerde, demokrasi mücadelesinde 'kalem' yerine başka şeyler dayatılmaya başladığında, artık bu ülkede yapabileceğim başka bir şey kalmadığını düşünmeye başladım. Aynı yıl evlendim. Yurt dışına gidip orada akademiye girip bu işi iyice öğrenmek istiyordum. O yıllarda mimarlık hocalarımdan birisi, ‘‘Paris sokaklarında bir yıl boş boş dolaşarak Türkiye'de öğreneceğimin on mislini öğrenebileceğimi’’ öğütlemişti. Paris, karımın tercihiydi. Sanki bizi burada bekleyen varmış gibi bavullarımızı doldurup geldik. Bir yıl sonra Ecole des Beaux Arts'a girdim. Ama düzenli bir öğrenci olamadım. Paris'e geldiğimde 24 yaşındaydım, şimdi 48. Ömrümün yarısını burada geçirdim. Gertrud Stein'ın dediği gibi ‘‘.. ama beni ben yapan burası değil.’’

Bir çizer olarak kendinizi oradakilere kabul ettirmekte zorlandınız mı?
- Böyle bir kavga vermedim desem yalan olur. Ama bu kavganın en büyük kısmını kendi kendime karşı verdiğimi söyleyebilirim. Paris'teki ilk yıllarım en parasız ve en özgür olduğum yıllardı. Gözlem ve anlamak üzerine geçirilmiş yıllar. Neyi, neyle nasıl yiyorlar, nasıl düşünüyorlar, neyi nasıl görüyorlar? Doğu nedir, batı nedir? Metroda kaybolmadan diğer bir hattın metrosuna nasıl gidilir vs. İnsan hakları ne demek? Cafe'ler, cafe'ler, en önemlisi kitapçı dükkanları, müzeler, kırtasiyeler... Kendini kabul ettirmeye gelince, insan bir şeyi gerçekten isterse olmaması için hiç bir neden yok. Fransızca bir deyim vardır. Bence çok doğru. ‘‘İmkansız, Fransızca bir kelime değildir.’’

Bugün geldiğiniz noktayı hayal ediyor muydunuz?
- 1974 yılında İstanbul Sinematek'indeki sergimde Bertan Onaran'a rastlamıştım. Koltuğunun altında taşıdığı Le Monde, Le Nouvel Observateur dergisini göstererek asıl buralarda bir şeyler yayınlamanın öneminden söz etmişti. Dünyadan, dünyalı olmaktan bir de. Paris'e gidişimden bir yıl sonra Le Monde gazetesinde ilk desenimi yayınladım. Bu o kadar büyük bir sevinç ve moral destek olmuştu ki, o günlerde bunu Yavuzer Çetinkaya, Cumhuriyet'te haber olarak yazmıştı. Böyle şeyler o zamanlar haber olabiliyordu. Bertan Onaran'ın bana gösterdiği o dergi ve gazetelerle çalışmayı sürdürüyorum. Dahası çizgilerim Titanic'e binmeden e-mail ile Atlantik ötesine geçti. 3-4 yıldır The Washington Post, The Newyorker, The Wall Street Journal, The Boston Globe gibi gazete ve dergilerle de çalışmayı sürdürüyorum.

Paris'te kimseden yardım gördünüz mü,yani elinizden tutan oldu mu?
- Burada kimse kimsenin elinden tutmaz, yani kimse kimseye 'sakat' muamelesi yapmaz. Yapmamaya dikkat eder, ama yine de Paris'teki bu sözünü ettiğim yıllarda Abidin Dino'nun moral desteğini yadsıyamam. Benim dışımda buralarda birşeyler yapabileceğime gerçekten inanan ve beni bu doğrultuda destekleyen Abidin Bey olmuştur. Birinin size inanması olağanüstü bir şey, bir güç ve bir yük aynı zamanda. Bunu hiç bir zaman unutmayacağım.

Serginin adı Ruh Halleri Üzerine. Ruh halinizin çizginize ne kadar yansıdığını düşünüyorsunuz?
- Bundan bir, bir buçuk yıl önce, Okuyanus Yayınları'ndan Cem Mumcu ile birlikte 'Desen mi Demesen mi' adında ve 'Ruh Halleri Üzerine' alt başlığı olan bir kitap yayımlamıştık. Yüzlerce desenimin içinden Cem 150 civarında bir seçme yaparak desenlerimin başka türde okunabileceğini göstermeye çalışırcasına bir kitap yapmıştı. Desenleri 11 bölüm ve 11 konu çerçevesinde sıralayarak Yıldırım B. Doğan ile birlikte her bölüme iki kısa metin yazarak benzersiz bir kitap çıkarmıştık ortaya. Bunun üzerine Haldun Dostoğlu Galeri nev'deki 2002-2003 sergi sezonunu bu tema üzerine hazırladı. Bütün bunlardan sonra söyleyeceklerim biraz çelişkili olacak ama olsun, ne yapayım. Desenlerimin ne ruh, ne de ruh halleriyle bir çelişkisi olduğunu sanıyorum, ne de ruhani. Ben daha çok düşünsel (tamamıyla kafamın içinden gelen) desenler yapmaya çalıştım hep. Yani buna kısaca entelektüel diyebilirim. Akılla, düşünceyle ilgili işler.

Size karikatürist mi yoksa çizer mi dememiz gerekiyor? İkisinin arasında nasıl bir fark var?
- Kendini karikatürcü ya da karikatürist diye tanımlayan bir çok çizgidaşımı incitmek istemem. Benim çizip boyadıklarımı, kesip yapıştırdıklarımı, orada burada karaladıklarımı karikatür diye tanımlamak biraz basit bir tanımlama olmaz mı? Resmin, afiş ve dizaynın, sinemanın ve benzerlerinin bütün görsel anlatım biçimlerinin geniş olanakları dururken niye kendimi sadece karikatürcü diye tanımlayayım? Karikatür kelimesinin ya da biçiminin 19. yüzyılda Daumier ve çağdaşlarının gerçekten bu kelimenin hakkını vererek yaptıklarını sanıyorum. Bugün Steinberg'e, Folon'a, Roland Topor'a Andre François'e karikatürcü, onların çizip boyadıklarına da karikatür demek bence karikatürün tam kendisi demek olmaz mı? Karikatürün yaşlandığını düşünüyorum. Artık başka şeyler yapmanın, yeni biçimlerle yeni yeni şeyler söylemenin zamanı.

Dostluklarınız, arkadaşlıklarınız ve Paris'te yaşam. Paris'te yaşamınız nasıl geçiyor?
- Yazmak, çizmek, çizip boyamak. Velhasılı bütün içinde yaratıcılık olan mesleklerdeki tek dayatma yalnızlık. Bunun için her şeyden önce bu tek başınalığı kıvırmak gerekiyor. Çok zor ve sancılı bir durum. Çok kuvvetli ve gelişmiş egoya sahip olmalı. İşte bu gelişmiş egolarla kurulmuş dostlukların gerçek dostluklar olduğuna inanıyorum. Dostluk; biraz da aşk gibi bir şey. Aşk gibi kuvvetli ve kırılgan bir duygu. Sınırsız verme ve paylaşma duygusu. Altı milyar kişinin yaşadığı bu yerküremizde yalnız olmadığını hissettiren bir duygu. Bu anlamda 4 elin parmaklarını geçmeyen sayıda (hiç fena değil) dostlarım olduğunu sanıyorum. Övünç verici bir durum. Biliyorum ki varoluşumun en önemli kanıtları hep dostlarım olmuştur. Paris'e gelince, bütün vaktim yalnız ve çalışarak geçiyor. Sinema büyük bir tutkum. Arada Lylianne'ın dayatması ile tiyatroya da gittiğim oluyor. Dünyanın en güzel şehrinde yaşıyorum, burada olduğumu her gün hissederek. Körleşmeden. Ben Paris'e bendekileri veriyorum, Paris'te bana verebildiklerini. Yaşayıp gidiyoruz birlikte.
Hürriyet

Arşiv

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz