8. Bienal’in ardından...
42 ülkeden
toplam 90 sanatçının katıldığı 8. Uluslararası İstanbul Bienali sona
erdi. 4 ana mekanda konumlanan Bienal’de Türkiye’den 13 sanatçı ve 9
proje yer aldı.
8. Uluslararası İstanbul Bienali, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı tarafından
bu yıl JTI (Japan Tobacco International) Türkiye sponsorluğunda; 20 Eylül -
16 Kasım 2003 tarihleri arasında “Şiirsel Adalet” kavramsal çerçevesi
ile gerçekleştirildi.
New York, New Museum’un sanat yönetmenliğini yapan Dan Cameron’un küratörlüğünü
üstlendiği 8. Uluslararası İstanbul Bienali, 42 ülkeden 90 sanatçıyı İstanbul’da
biraraya getirdi.
Bienalin mekanları
İstanbul Bienali dört ana mekanda konumlandı. Antrepo No.4, Tophane-i Amire,
Yerebatan Sarnıcı ve Ayasofya Müzesi olarak belirlenen sergi mekanları;
mimari, tarihi ve sosyo-kültürel özelliklerinin çeşitliliğiyle Bienal’i
farklı katmanlarda zenginleştirdi. Bienal’in kavramsal çerçevesini oluşturan
“Şiirsel Adalet” kavramı ise, sergi mekanlarının, yapıtlarla olan işlevsel
ve sezgisel birlikteliği için anahtar görevi gördü.
Bienalin hedefledikleri
Sergi “Adalet nedir?”, “Neden günümüzde acil bir mesele halini almıştır?”,
“Bugünün küreselleşmiş dünyasında adalet mümkün olabilir mi?” gibi
soruları yeniden tartışmaya açarken, edebiyattan ödünç aldığı “Şiirsel
Adalet” terimini bileşenlerine ayırıp, şiir ve adalet kavramlarını daha
yoğun bir ilişki içinde yeniden buluşturmayı amaçlıyordu.
Küratör Dan Cameron’un 8. Uluslararası İstanbul Bienali ile ilgili görüşleri:
"8. Uluslararası İstanbul Bienali, “Şiirsel Adalet” kavramını,
çağdaş sanatta son dönem gelişmelere dair bir araştırma zemini olarak önerirken,
görünüşte çelişiyormuş gibi duran şiir ve adalet kavramlarını
birbirleriyle ilişkilendirecek bir yaratıcı eylem alanı açımlamayı
hedeflemekteydi. Böylelikle, serginin temelinde yatan düşüncenin, kısmen,
iki farklı sanat üretim biçimi arasındaki büyük üslup farklılığını
yeniden değerlendirme girişimi olduğu ortaya çıkmakta.
Bu üretim biçimlerinden ilki, dünyayı ve dünya meselelerini öznesi
haline getirirken, diğeri izleyicinin iç dünyasına yöneldi. Bu tür ayrıştırmalar,
daha derinlemesine irdelenmeden önce, aşırı iddialara dönüşme riski taşısalar
da, yakın zamana kadar bu iki farklı kutbu bir araya getiren sanat eserlerine
rastlamak güçtü.
Dijital ağlarla örülü bir küresel köye dönüşen dünyanın olanak
ve yetersizliklerinin, son yıllarda toplumun tüm katmanlarına sızarak algılanmasıyla
birlikte, birçok sanatçı, aynı anda birden fazla bakış açısı içeren
ifade biçimlerine yönelmeye başladı. Kullandıkları araçlar ve üslupsal
yaklaşımları çok farklı olan bu sanatçılar, çeşitli disiplinler arasında
köprü kuran fikirleri biraraya getirerek, ortak bir arzuyu paylaşıyorlar: Dış
dünyaya ilişkin olarak dikkatle oluşturdukları bakış açılarını, şiiri
insan düşüncesinin zirvesi olarak algılayan felsefi bir sistem üzerine
yerleştirme arzusu.
Adalet nedir? Neden bugün acil bir mesele halini almıştır? Bugünün küreselleşmiş
dünyasında adalet mümkün olabilir mi? Bu soruları bir araya getirmenin bir
yolu, küresel değerler sistemine duyulan ortak inancın temel taşlarından
biri olan, ‘eğer dünyada birden fazla adalet sistemi varsa bunlardan hiçbirinin
mutlak olamayacağı’ yolundaki paradoksal ilkedir. Doğruyla yanlışın
belirlenmesinde adaletin mutlak bir temel teşkil ettiği Yunan-Roma hukukuna
dayalı ‘modern adalet’ anlayışının kökleri ile açık bir çelişki içinde
olan bu ikilem, küresel gidişatın günümüzdeki çalkantılarının son
derece etkileyici bir boyutuna işaret etmektedir.
Açıkçası, doğru ve yanlış kavramları, bunlar arasındaki farklılık
dereceleri ve bu farklılıklar üzerinde uzlaşıldıktan sonra kaçınılmaz
olarak yaşanan ihlallere toplumun verdiği tepkiler, bir yerden diğerine önemli
farklılıklar gösterir. Aynı toplum veya kültürel grubun içinde bile, bir
hukuki düzenlemenin kendisine koşut başka bir hukuki düzenlemenin yetki ve
yargılarını dikkate almaması çatışma konusu haline gelebiliyor (örneğin,
eyaletler ve federal devlet arasında, ya da dine dayalı ve laik hukuk
sistemleri arasında). Bu tür farklılıklar, kamusal yaşamın diğer alanlarında
yadırganmazken, gerçek vakalar üzerinden bir çatışma yaşandığında,
keskinlik kazanırlar: Bir toplumun yargıladığını, öteki yüceltir. Suç işlendiğine
dair görüş birliğine varıldığında bile, adaleti sağlamanın kimi yöntemleri
(ölüm cezası gibi), söz konusu suçtan daha barbarca görülebilir.
İlk bakışta, belli adalet sistemlerinin algılanışındaki duyarlılığın,
pazarlama ve telekomünikasyon alanlarındaki küreselleşme olgusu sonucunda
arttığı izlenimi doğabilir. Ancak gerçek bundan daha karmaşıktır. Tanım
itibariyle küreselleşme, aynı ürünün farklı kültürel özelliklere göre
yeniden biçimlendirilmiş reklam ve dağıtım programları yoluyla, dünya çapında
dağıtımını yapan tek-kültürlü bir olgudur. Adaletin uluslararası
prensiplerini geliştirme çabalarının kaynağında ise, aksine, öncelikli
olarak yerel medeni hukuk ve ceza hukuku standartları vardır; öyle ki, insanlığa
karşı bir suç işlenmiş olduğu ancak suça karşı yerel bir tepki oluştuğunda
kabul edilebilir hale gelir.
Siyasi kriz ortamlarında adaletin uluslararası prensiplerinin uygulanması,
hiçbir bireyin ya da grubun hukuk dışı davranamayacağı mesajını
yayarken, buna koşut olarak uluslararası aktivizm sistemlerinin gelişimi, küresel
sorunların bir ulusun sınırları içinde tutulamayacağı biçiminde, aynı
derecede güçlü başka bir mesajı yayıyorlar. Bu düşünme tarzının
etkileri özellikle ekoloji, nüfus artışı, kadın sorunları, göçmen,
tutuklu ve sığınmacı hakları, AIDS’in dünya çapındaki etkisi ile
sanat, edebiyat ve müzik gibi yaratıcı ifade alanlarında yoğunlukla ortaya
çıkıyor.
Bu örneklerin ilk öbeğine baktığımızda, mevcut ulusal ve
uluslararası bilgi odaklarının bu meselelerin çözümünde yetersiz kalmasının,
aktivist ve savunmacı grupların ortaya çıkışına yol açtığını görüyoruz.
Bu grupların temel özelliği, üyelerinin, kendi ülkelerinin yerleşik
parametreleri dışında faaliyet göstermeleridir.
Sivil girişimler tarafından kurulan savunmacı grupların en çok tanınan
üçünün, Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü), World Wildlife
Fund ve Greenpeace’in başarıları, acil durumlara -ister Sri Lanka’da,
ister A.B.D.’de meydana gelsin- karşılık vermelerine olanak tanıyan güçlü
uluslararası bağlar geliştirmiş olmalarında yatmaktadır. Bazı vakalarda
bu gruplar, etkinliklerini daha resmi başka kurumlarla da ilişki kurarak sürdürüyorlar.
Örneğin, ormanların hızla yok edilmesi ya da düşünce suçu veya diğer suçlardan
hüküm giyenlerin gördüğü kötü muamele, bu gruplar tarafından kamu önünde
yeterince teşhir edildikten sonra, uluslararası mahkemeler tarafından dava
konusu yapılabilmektedir.
“Şiirsel Adalet” başlığı, aynı adı taşıyan edebiyat yönteminden
esinlenerek ortaya çıktı. Bu yöntemde, bir karakterin veya grubun başına
gelenler, aynı karakter veya grubun daha önce yaptıklarıyla belirgin bir
ironik benzerlik taşır. Bir romanda, katilin cinayete kurban gitmesi, önceki
durumunun bariz bir sonucu olacağı için, tam anlamıyla şiirsel adalet sayılmaz.
Ama, eğer katil kazara daha önce başkalarını öldürdüğü silahla ölürse,
şiirsel adalet yerini bulmuş olur.
“Şiirsel Adalet” başlığı, aynı adı taşıyan edebiyat yönteminden
esinlenerek ortaya çıktı. Bu yöntemde, bir karakterin veya grubun başına
gelenler, aynı karakter veya grubun daha önce yaptıklarıyla belirgin bir
ironik benzerlik taşır. Bir romanda, katilin cinayete kurban gitmesi, önceki
durumunun bariz bir sonucu olacağı için, tam anlamıyla şiirsel adalet sayılmaz.
Ama, eğer katil kazara daha önce başkalarını öldürdüğü silahla ölürse,
şiirsel adalet yerini bulmuş olur. Böylece, sadece işlenen suç cezalanmış
olmaz, aynı zamanda cezalandırmanın araç ve kapsamı, tanrısal bir mesaja dönüşerek,
ölümlülerin yıkıcı kibrinden sakınılması uyarısını, aynı ölümlülerin
açıkça anlayacakları bir dilde iletir.
Buradaki kullanımda ise, “Şiirsel Adalet” kavramındaki iki sözcüğün
tekrar birbirlerinden yalıtılması, ardından da daha yoğun bir ilişki içinde
yeniden birleştirilmesi amaçlandı. Daha önce değindiğimiz adalet kavramından
sonra, şiiri buradaki kapsamı içinde, dile bir tanrısallık hissi kazandırma
girişimi olarak tanımlayabiliriz. Yazar şiir yoluyla, sözcükler arasında
yerleşik tasvir, öyküleme ve belagat geleneklerinin ötesine taşan bir biçimde
ilişkiler kurmaya, hatta mümkünse, şiiri üreten zaman ve mekanın özünü
yakalamaya çalışır.
Ancak şiir burada bitmez. Şiirde asıl ulaşılmaya çalışılan, tüm
insan bilgi ve deneyiminin, fizik ve metafiziğin, geçmiş ve geleceğin yalnızca
sözcükler yoluyla çağrıştırılmasıdır. Bu çabayı algılayan şiir
okuru, şiirin içinde bildik bir dilin bilinmedik bir dil haline geldiğini
duyar; çünkü söylenen, duyulan ve çabucak unutulan bildik sözler,
olabilecek en uzun süre hafızada takılıp kalsınlar diye yeniden işlenmişlerdir.
Gündelik olan ile ebedi olanı bütünleştirme arzusu, şiirin görsel
sanatlar alanına yakınlığına işaret eder. Görsel sanatlar da aynı
sonuca, gündelik deneyimden çıkan malzeme ve imgeleri kalıcı bir kültürel
yankı elde etmek amacıyla yeniden düzenleyerek varmaya çalışır.
Şiirle adaleti ilişkilendirmeyi en zorunlu kılan dürtü, manevi
unsurun tüm potansiyel tezahürleriyle birlikte değer kaybına uğratılmasına
duyulan tepkidir. Bu değersizleştirme çağdaş Batı toplumunun öylesine çarpıcı
bir özelliği ki, günümüz sanatı maddi ve manevi alanların her ikisinin
de, eşit derecede yaşamsal ve son tahlilde ayrılmaz olduklarında ısrar eden
bir tutumu benimsiyor. Gerçek olanın yalnızca elle tutulur olandan ibaret
olduğunu kabul etmeye, bireyin iç dünyasına ait deneyimlere hiç dokunmayıp,
bunların varlığını yadsımaya fazlasıyla hazırız. Maddi evrenin egemenliğinin
çağdaş sanattaki yansıması, sanatı sadece sosyal ve siyasi bir araç
olarak gören, sanatçının rolünü maddi dünyada daha önce gözden kaçmış
ya da yanlış algılanmış durumlara dikkat çekmek olarak tanımlama eğilimi
şeklinde ortaya çıkıyor. Bu düşünce ve deneyim biçiminin, son dönemlerin
en çarpıcı sanat eserlerini üretmiş olduğunu teslim etmekle birlikte, elle
tutulur, gözle görülür olanın, hissedilen ve hayal edilen karşısındaki
önceliğini abartma eğilimi taşıdığını da söylemek gerekir.
Sonuçta, çağdaş sanat üretiminde genel bir duygulanım sığlığının
hakim olduğu, bir tür materyalist araçsallığın, kültürel otorite
konumlarını değiştirmek ya da güçlendirmek yönünde atılan en iyi
niyetli adımlara bile hükmettiği izlenimini ediniyoruz. Aynı zamanda, çağdaş
sanat alanında, çoğu insanın çağdaş sanata karşı duyduğu kopukluk
hissini değiştirecek en ideal araçların neler olabileceğine ilişkin bir mücadele
başlamış bulunuyor.
Sanatın en temel kültürel anlamları üzerine sürdürülen bu mücadelenin
en önemli etmenlerinden biri, sanatçı, küratör ve eleştirmenlerin, çağdaş
yaşamı bireyin bilinci ile ‘şeyler’, ‘eylemler’ ve ‘bunların sonuçları’nın
yer aldığı dış dünya arasında ‘sürekli bir diyalog’ olarak
betimlemekte uğradıkları başarısızlıktır.
8. Uluslararası İstanbul Bienali’nin en önemli amaçlarından biri; sanatın,
‘yaşamın bu iki cephesini uzlaştırmak için bir araç olması’ hedefine
kendini adamış ve eserleri bu adanmışlığı yansıtan sanatçıların
fikirlerini tartışmaya açan, canlı ve hareketli bir kamusal forum yaratmaktı.
Küratörlük sürecinin yaratım aşamasında sorulması gereken en
anlamlı soru belki de, ‘Sanat ve şiirin gerçeklik değerleri ile jeopolitik
alanın gerçeklik değerlerini uzlaştırma çabasının anlamı nedir?’
sorusudur. Başta yer alan tartışmada, son dönemlerde aktivist gruplar
ve/veya mağdurlar arasındaki bağları güçlendirmeye çabalayan uluslararası
örgütlerin ortaya çıktığını, bunun nedeninin de ulus temelli kimliklerin
dünya sorunlarını yapıcı ve anlamlı bir biçimde çözmek için gereken işbirliği
türlerine ciddi sınırlamalar getirmesi olduğu söylendi.
Bienaller ve diğer küresel sergiler, izleyicinin geçici bir süre için de
olsa, tüm dünyanın dokunulabilir bir temsilini tek bir çatı (ya da bir dizi
çatı) altında yaşayabileceği bir ortam yaratırlar. Kültürel izler taşıyan
bir dizi temsilden bir diğerine geçerken, insan dünyanın olanca farklılıkları
arasında dolaşmış olur. Böylece hayalgücü, kendi kültürünün güzel,
anlamlı ve iyi saydığı her şeyi aşan bir alanda seyre çıkar.
Bu tür temsil biçimlerinin, bireyin dünyaya ilişkin görüşlerinin
oluşumuna fazla katkıda bulunamayacak kadar özgünleştikleri iddia
edilebilir. Ancak bu küresel sergi sistemleri henüz ‘görece yeni’
oldukları için, bu girişimlerin ne tür kalıcı etkiler bırakacakları hakkında
konuşmak için henüz çok erken. Bugün dünya hakkında bildiğimiz bir şey
varsa, o da kültürel farklar hakkında uzlaşma sağlama yetisinin azalmayacağı,
tam tersine artacağı ve birbirini anlamak için gerekli bağları tasarlama görevinin,
sonuçta belli bir grup (ve ümit edelim ki) aydınlık insana düşeceğidir.
Şimdilik, insan bilincinin evrimi, hâlâ bir dönüm noktasında
bulunuyor ve tarihsel olarak toplumun düşünce ve deneyiminin yeni sınırlarını
keşfeden ve kuran öncülerden olan sanatçı, üzerinde yaşayan herkes için
hem gerçek hem de mecazi anlamda ‘aynı yer olabilen bir dünya’ hayal
etmek için, belki de elimizdeki en iyi umut kaynağı. Bu hayal ediş, belki de
şiirin son damıtılması, hatta özüdür."
Dan Cameron - Küratör
Bienale katılan sanatçılar
8. Uluslararası İstanbul Bienali, Dan Cameron’un izleğinde genç kuşak Türk
sanatçılarına, özellikle de sanatçı gruplarının katılımına özel yer
verildi.
Aernout Mik (Hollanda)
Alberto Casado (Küba)
Alexander Apostol (Venezuela)
Andreja Kulunèiæ (Hırvatistan)
Ann Hamilton (ABD)
Annika Larsson (İsveç)
Anri Sala (Arnavutluk/Fransa)
Araya Rasdjarmrearnsook (Tayland)
Attila Csörgõ (Macaristan)
Bjørn Melhus (Almanya)
Bruna Esposito (İtalya)
Bruno Peinado (Fransa)
Can Altay (Türkiye)
Cevdet Erek / Emre Erkal (Türkiye)
Cildo Meireles (Brezilya)
Danica Dakiæ (Bosna-Hersek/Almanya)
David Altmejd (Kanada)
DeAnna Maganias (Yunanistan)
Do-Ho Suh (Kore/ABD)
Dora Garcia (İspanya/Belçika)
Doris Salcedo (Kolombiya)
Efrat Shvily (İsrail)
Emily Jacir (Filistin/ABD)
Ergin Çavuşoğlu (Türkiye)
Esra Ersen (Türkiye)
Fernando Bryce (Peru/Almanya)
Fikret Atay (Türkiye)
Filipa César (Portekiz)
Fiona Tan (Endonezya/Hollanda)
Gerard Byrne (İrlanda)
Hassan Khan (Mısır)
Hiroshi Sugito (Japonya)
Jasmila Zbaniæ (Bosna-Hersek)
Jennifer Steinkamp (ABD)
Jockum Nordström (İsveç)
Jorge Macchi (Arjantin)
José Legaspi (Filipinler)
Julie Mehretu (ABD/Etiyopya)
Jun Nguyen-Hatsushiba (Vietnam)
Kendell Geers (Güney Afrika/Belçika)
Kim Beom (Kore)
Knut Åsdam (Norveç)
Kutluğ Ataman (Türkiye)
Liisa Lounila (Finlandiya)
Lina Theodorou (Yunanistan)
Lucia Koch (Brezilya)
Marcel Odenbach (Almanya)
Marepe (Brezilya)
Marjetica Potrè (Slovenya)
Marlene McCarty (ABD)
Michael Riley (Avustralya)
Mike Nelson (İngiltere)
Milica Tomiæ (Sırbistan)
Minerva Cuevas (Meksika)
Monica Bonvicini (İtalya)
Monika Sosnowska (Polonya)
Nalini Malani (Hindistan)
Nikki S. Lee (Kore/ABD)
Pascale Marthine Tayou (Kamerun/Belçika)
Paul Noble (İngiltere)
Peter Sarkisian (ABD)
Raquel Ormella (Avustralya)
Rogelio López Cuenca (İspanya)
Runa Islam (Bangladeş/İngiltere)
Seifollah Samadian (İran)
Shahram Karimi (İran/Almanya)
Shahzia Sikander (Pakistan/ABD)
Song Dong (Çin Halk Cumhuriyeti)
Stephen Dean (Fransa/ABD)
Surasi Kusolwong (Tayland)
Taner Ceylan (Türkiye)
Tania Bruguera (Küba)
Tony Feher (ABD)
Trenton Doyle Hancock (ABD)
Tsuyoshi Ozawa (Japonya)
Txomin Badiola (İspanya)
Uri Tzaig / Avi Shaham (Israil)
Walter Obholzer (Avusturya)
Willie Doherty (İrlanda/İngiltere)
Yeondoo Jung (Kore)
Yoshua Okon (Meksika)
Zarina Bhimji (Uganda/İngiltere)
Zwelethu Mthethwa (Güney Afrika)
ve
Oda Projesi (Özge Açıkkol, Güneş Savaş, Seçil
Yersel) (Türkiye)
xurban.net (Güven İncirlioğlu, Hakan Topal) (Türkiye)
NTVMSNBC
|