"Care, care but never extreme care!"
18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başı İngiltere'sinde kendi yaşam üslubuyla bir örnek oluşturarak erkek şıklığı alanında devrim yapan Brummel'a iyi giyimin ölçütünün ne olduğunu sormuşlar. Yanıt yukarıdaki gibi olmuş: "Care, care but never extreme care!" (Özen gösterin, özen gösterin de, asla aşırı özen göstermeyin).
Bireyselleşmiş çağdaş estetik duyuş tam da o tarihsel noktada ve o coğrafyada başlıyor. Henüz bireyselliğin varolmadığı, geleneksel davranış kalıplarının tüm yaşamı olduğu gibi giyimi de belirlediği Brummel öncesi dünyada kişinin kendi tercihlerine sınır saptamaya uğraşmasının gerekli olmadığı açık. Brummel öncesi dünyada insanının estetik tercihlerinin sınırı, kendi özgül itina kavrayışı yine kendisi tarafından tanımlanarak değil, başkalarının kolektif iradesi aracılığıyla belirlenir. Neye nasıl ve ne kadar itina edeceğinin ölçüsü ona dıştan dayatılmaktadır. Toplum her üyesine kendi toplumsal statüsü, cinsiyeti, ırksal, dinsel konumu vs. bağlamında estetik bir rol biçer. Kişi ancak o rolü oynama bağlamında özgürdür. Sadece giyimde değil, her alanda bu böyledir.
Ne var ki, Brummel'in dünyasında, 18.-19. yüzyıl aralığında bu geleneksel roller, rol kalıpları ve rol sistemleri yıkılmaktadır. Yıkım hem kamusal, hem de özel alanları etkileyecek kadar geniş kapsamlıdır. Gelenekselin kamusal alanda yıkılışı adım adım meşruiyeti tartışmasız eski rollerin yerine, geçerliliği "consensus"larda temellenen yeni davranış kalıplarını getirecektir. Bildik bir örnekle, diyelim ki, kralın geleneksel tartışma dışı otoritesinin yerine, parlamentonun toplumsal uzlaşmalara dayanan, "kurgulanmış" ya da bilinçle "inşa edilmiş" yeni otoritesi yerleştirilecektir. Özel ya da kişisel alandaysa, tam aksine, eski sistemin yerine, toplumsal uzlaşmalara yaslanan bir yenisini tesis etme olanağı yoktur. Avrupa kültürlerinin Geç Ortaçağ'dan beri oluşturmaya koyuldukları bireysellik kavramı bu konuda aşılmaz bir bariyer oluşturmaktadır artık. Birey, tanımı gereği, o kişidir ki, kendi özel alanı çerçevesinde başka bireylerle tercihlerini konu alan bir uzlaşmaya varmaya zorunlu değildir. Aksine, bireysellik bu türden uzlaşmalara hiç başvurmadan varolabilmeyi sağlayan yeni bir toplumsal ve kişisel akrobasiyi kaçınılmaz kılar.
O halde, özel alanları başkalarını dikkate almaksızın biçimlendirebilmeyi meşrulaştıran bu kültür dünyasında, kamusal alanın dışında kalan estetik içerikli tüm yargıların sağlam bir epistemolojik zemine istinat edemeyeceği kolayca söylenebilir. Ortada ne eski kalıp-yargılar, ne de yeni doğan uzlaşmalar yoksa, estetik her edimi "kitsch"e dönüşmekten ne alıkoyacaktır? Estetik deyince, sadece resim, heykel, mimarlık gibi sanatsal etkinlikleri kastettiğim sanılmasın. Tüm bireysel yaşamın genel estetik içeriğinden söz ediyorum. Sözgelimi, Ortaçağ insanının inandığı bir rol kalıbı olan şövalye aşkı kavramı yıkıldıktan sonra, kadın-erkek ilişkisi salt cinsellik olmaktan veya De Laclos'nun "Tehlikeli İlişkiler"indeki gibi bir aşağılık trafik oyununa dönüşmekten nasıl uzak tutulacaktır?
İşte tam da bu noktada Brummel'ın ölçülülük ve itidal öneren yukarıdaki ifadesi bireyselleşen insanın tek estetik denetim mekanizmasını oluşturuyor. Modern dünyada "sanatsal ve tasarımsal düzey" ile "kitsch" arasındaki sınırın ne denli ince olduğunu ve estetik iddianın kolayca karşıtına dönüşebileceğini söylüyor Brummel. 2000 yılı Türkiye'sinden bakınca, iki yüzyıl önce yaşamış bu İngiliz'in yaklaşımının ne kadar güncel olduğunu farketmemek olanaksız. Giyim, gastronomik alışkanlıklar ve müziksel tercihlerin yanısıra, mimarlığın özel alanın kapsamında kalan parçasında da bu iyice belirgin. Örneğin, Türk insanının gerçekleştirdiği konut iç mekanlarının ne kadarının estetik bir analizde geçerli not alabileceğini hepimiz kendi kendimize sormak zorundayız. Evler en gülünç ve ilkel kamu yapılarından daha "kitsch" gözüküyorsa, bunun gerekçelerinden biri de, Brummel'in önerdiği o modern itidal kavramıyla henüz pek az tanışık oluşumuz olmalıdır. Konutlardan bu nedenle, özen göstermek ve estetik kalite katmak uğruna seramikler, granitler, tekstiller, mobilyalar fışkırmaktadır. Öte tarafta da, piyasadaki ondan fazla dekorasyon dergisi, Brummel'in mottosunu "care, care but, please, extreme care" olarak değiştiren bu topluma o nedenle yetmiyor. Ellerimiz özel fiziksel çevremize, konuta adeta şekerli bir tutkalla yapışıktır.
Modernleşen Türk insanı (ve genelde tüm geç modernleşen toplumlar) bireyselliğin estetik denetimini sağlayan ve aşırı özeni de özensizlik kadar mahkum eden o itidal kavrayışından yoksundurlar büyük oranda. Bir Türk burjuvasının evini tüm özenilmişliğiyle bir İngiliz kentli evinden bambaşka kılıp rüküşleştiren şey de budur. İlginç olan şu ki, bir yüzyılı aşkın süre önce, 1898'de "Neue Freie Presse" gazetesinde yazdığı makalelerde Adolf Loos aynı karşılaştırmayı Avusturyalılar'la İngilizler arasında yapıyor ve hemşehrilerine adalıların özel yaşam alanındaki ve onun mekanlarını biçimlendirmekteki ölçülülüğünü benimsemelerini öneriyordu. Örnekler bitip tükenmek bilmiyor. 1930'ların sonunda Almanya'da yaşayarak "Üçüncü Reich'ın Yükselişi ve Çöküşü"nü yazan William Shirer, Berlin'de ev ararken yaklaşık şöyle der: "Burada bütün evler her türlü ıvır zıvırla öylesine dolup taşar ki, şöyle gerçekten doğru dürüst döşenmiş bir konut bulmak imkansızdır neredeyse." Her iki yazar da sanki 1980 ve 90'lar Türkiyesi'nde yaşamaktadırlar. Fark, olsa olsa sözkonusu estetik eşiği onların bizden epeyi önce aşmış olmalarından kaynaklanıyor. Ne var ki, modern dünyada o eşiğin hiçbir zaman aşılamayacağını düşünmekten kendimi alamadığımı da itiraf etmek zorundayım.
Bütün bunları yazdıktan sonra okuyucularımın önemli bir kesiminin "şu itidal sözcüğü de ne demek?" diye sorduklarını görür gibiyim. Çağdaş Türkçe'de bu sözcüğün giderek kadük olduğunu, yani kullanımdan kalktığını bilmez değilim. Ancak, sadece bu linguistik kanıt bile, Modernite ile birlikte yitirdiğimizin ne olduğunu ve yeniden kurmak zorunda olduğumuz kültürel yapılanmanın neleri içermesi gerektiğini ortaya koymuyor mu?