İçeriksiz Doğrular 1: Çarpık Kentleşme
Bu metin birkaç yazıdan oluşacak bir dizinin ilk bileşenini oluşturuyor. Amaç, Türkiye'de hemen her gün onlarca kez karşılaşılan ve geçerliliği konusunda neredeyse hiç tereddüt bulunmayan kimi kalıp yargılara farklı bir gözle bakmak. Doğruluğu apaçık gibi gözüken kimi olguların sanıldıklarından daha karmaşık olduklarını ortaya koymanın hedeflendiği de söylenebilir. Bu tür olgu ve yargılar gerçekliklerin yalın ifadeleri olmaktan çok, onları üreten ve kullananların siyasal-kültürel ideolojik tercihlerinin ve pozisyonlarının dışavurumları sayılabilirler. Kuşkusuz, burada sözkonusu ideolojik yaklaşımların kestirme irdelemeleri yapılmayacak. Olsa olsa böylesi irdelemelere girişmenin gerekliliği hatırlatılmakla yetinilecektir.
"Çarpık kentleşme" kavramı Türkiye'de üretilmiş "özgün" birkaç kavramdan biri. Yani, bunu ne Merkez ülkeleri denilen gelişmiş dünyadan, ne de azgelişmiş bloktan ödünçlenmiş değil Türkiye. Bunu okuyanların büyük bir kesiminin "tamam işte, zaten çarpık kentleşme olgusu da sadece bize özgü; adını da bizim koymuş olmamızdan doğal ne var" dediklerini duyar gibiyim. Ancak, kusura bakmasınlar, ama yanılıyorlar.
Büyük ekonomik ve toplumsal değişimlerle birlikte kaçınılmaz olarak, dünyanın her yanında, bizden önce ya da bizden geç bir zamanda, pek çok ülkede hızlı bir kentleşme temposu gündeme geliyor. Bunun olağan sonucu şu: Kentleşmenin hızlanması öncesinde hiçbir kurumun ve toplumsal kuruluşun öngöremediği veya -varsayalım ki- öngörse de tedbir alamadığı bir denetimsiz değişim dönemi başlıyor. Çünkü, bu değişimi yaşayan hemen her toplumda kır-kent dengesi o çağa kadar görülmedik oranda radikal bir biçimde altüst olmaktadır. Temposu ülkeden ülkeye farklılaşsa da, nüfusunun yaklaşık %10-15'i kentte yaşayan toplumlar sözü edilen bu süreçte, neredeyse yüzyılı aşmayan bir tarihsel aralıkta, nüfuslarının % 80, hatta 90'ları kentte yaşayan toplumlara doğru evriliyorlar. Hiçbir ülkede mevcut kentler bu yüksek değişim temposunu sorunsuz, yani "çarpık olmayan" bir biçimde kaldırmayı sağlayacak nitelikte örgütlü değil.
Daha da önemlisi, hiçbir ülkede kentsel ve ulusal otoriteler "ileride biz de yüksek düzeyde kentleşeceğiz; ona göre yerleşmelerimizi baştan örgütleyelim" demiyorlar, diyemiyorlar. Böyle bir "feraset"i göstermelerini engelleyen çok sayıda etmen var. Birincisi, toplumsal değişimlere ve geleceğe yönelik bir uzgörüünün bilimsel bir temeli yok. Kaba kestirimler dışında geleceğin nasıl olacağını yaşamadan önce bilmek olanaksız. Türkiye'de kimilerinin sandığının aksine, başkalarının deneylerinden belirli bir haddin ötesinde yararlanmak da bu nedenle olanaksız. İngiliz sanayileşmesinin ve kentleşmesinin bizimkinden iki yüzyıl önce zirve noktasına ulaşmış oluşu, orada üretilmiş tedbirleri, yöntemleri ve yasal altyapıyı aynen alıp uygulayabilmemizi sağlamıyor. Çünkü, her toplum başkalarınınkiyle önemli benzerlikler taşısa da, kendi özgül kentleşme sürecini yaşıyor. Onunla başetmek için daha önce yaşamış olanların geliştirdikleri bilgi binasının uyarlamak bile çoğunlukla başarılamıyor. Sözgelimi, İngiliz deneyimini Ruslar, Amerikan deneyimini İtalyanlar için kestirme birer çözüm olmaktan uzaklaştıran da bu. En safdil gözlemci bile, örneğin, yüksek bir sermaye birikimini elde bulundurarak kentleşen bir İngiltere ve Fransa'nın, en az yüzyıl boyunca kronik sermaye kıtlığı çeken bir Türkiye'den farklı koşullarda kentleşmiş olduğunu farkedebilir. Kentleşmenin sadece ucuz ve pahalı biçimleri bile çok farklı kentsel ortamlar yaratıyorlar. Kaldı ki, böylesi yabancı deneyimlerden doğrudan yararlanmak mümkün olsaydı bile, en pahalı kentleşen ülkelerde dahi, kentleşmenin önlemlerini kentleşmeden önce almanın yüksek maliyetini karşılamak olanaksız. Kırsal ve tarımsal bir toplum, kentli ve endüstriyel bir toplumun gereksinmelerini karşılayacak bir kentsel ortamın koşullarını, ileride neleri yaşayacağını ayrıntılarıyla bilse de yaratamaz. En zengin kırsal toplumun kaynakları bile en yoksul endüstri toplumununkinden azdır da ondan.
O halde, kentleşme temposunun yükseldiği her yerde kentsel yapının bundan etkilenmemesi düşünülemez. Bocalamaların, kentsel hizmet yetersizliklerinin de aynı derecede kaçınılmaz olduğu açık. İmar yolsuzluklarının ve çevrenin denetim tutmaz hale gelişinin de bununla ilişkili olduğu kesin. Başka bir deyişle, çarpık kentleşme denilen olgunun, aslında olağan bir değişimin hiç de çarpık değil, ama çok olağan bir sonucu olduğu bu ülkede de artık kavranmalıdır. Sözkonusu kavrayışa ulaşmamızı engelleyen şey ise, sürekli biçimde Merkez dünyasını referans alarak soyut bir sorunsuz kentsel düzen arayışı içinde oluşumuzdur. Kendimize hemen her konuda olduğu gibi kent konusunda da, yetkin bir düzen ve gelecek hedefi olarak başkalarının idealize edilmiş bugününü aldığımız için, yaşadığımız gerçeklerin olağanlığını anlamakta zorlanıyoruz. Buna gündelik dilde "komşunun tavuğu komşuya kaz görünür" diyorlar. Kendi tavuğumuzun beslenme ve bakımını nasıl yapmamız gerektiğini sorgulamak yerine, sürekli olarak başkalarının endüstriyel olanaklarla semirtilmiş, genleriyle oynanıp geliştirilmiş tavuğuna imreniyoruz. Açıkçası, Türkiye çarpık bir kentleşme değil, sadece çarpık bir kentsel gerçeklik kavrayışı geliştirmiştir