Bana Eski Osmanlı Mahallesinden Söz Etmeyin!
Bu kış yeni İstanbul paranoyasına, yani depreme ve olası sonuçlarına ilişkin bir toplantıya katıldım. Konu "mimarlık, tarih ve deprem" gibi üçlü bir eksen çerçevesinde belirlenmişti. Toplantının katılımcılarından birkaçı belediyenin İstanbul'da bir deprem olduğu takdirde nasıl bir önlemler dizisi tasarladığını anlatmaya koyuldu. Şöyle yaklaşıyorlardı konuya: "Eskiden olsaydı işler kolaydı. Çünkü, eski mahallenin toplumsal strüktürü içinde böyle felaketler karşısında dayanışma geleneği vardı. Ah, heyhat biz bu geleneği kaybettik". Belediye ile çakışmak bir yana, koşutluk bile göstermeyen bir politikayı savunan bir emlak yatırım şirketinin yetkilileri ise, başka bir toplantıda amaçlarının eski İstanbul mahallesinin insani değerlerini yeniden canlandırmak olduğundan söz ediyorlardı. Bir diğer toplantıda ise, mimar dinleyicilerden biri beni, dünyada artık mahalle ölçeğinde yaşama birimleri kurmaya yönelik yeni mimarlık yaklaşımlarının uygulanmakta olduğu konusunda aydınlatacaktı. Dünya benim sandığım yönde değişmiyordu.
Deprem sonrası için önlem aramaktan, güncel mimari yönelimlere ve oradan da emlak pazarlama taktiklerine dek pek çok konuya hazır çözüm sunan şu eski Osmanlı mahallesinin bitip tükenmez bir hazine olduğu kesin. Bugünün dünyasında ne mevcut değilse onda var. Bugün sıkıntısı çekilen bütün olumsuzlukların yanıtları onda mevcut. Bu kentsel cennetten kovulalı beri, toplum olarak Adem ile Havva gibi amaçsız ve başarısızca dolaşıp duruyoruz. Asla iki yakamız bir araya gelmeyecek. Bir kez o müthiş günahı işleyip geleneksel dünyayı yıktık ya, artık bize mutluluk haram.
Garip olan şu ki, bu ülkede o özlenen Osmanlı mahallesini gözleriyle görmüş, içinde yaşamış olan kim ya da kaç kişi var? Benim gibi 1952 doğumlu biri bile gerçek bir Osmanlı mahalle strüktürünü ne fiziksel, ne de toplumsal açıdan görmedi. Hatta, 1900 doğumlu anneannem ile 1895 doğumlu babaannem de -onların yalancısıyım- gerçek bir Osmanlı mahallesi görmemiş, içinde yaşamamışlardı. Ve ilginçtir, o mahalleye kronolojik olarak çok daha yakın olmasına karşın, onların kuşağından hiç kimseden eski mahalle övgüsü dinlemedim; eleştirisi ise çok dinledim. Oysa, bugün benim kuşağımdan ya da benden de genç olanlardan eski Osmanlı mahallesine yönelik bitip tükenmez övgüler dinliyorum. Mahalle, yitirdiğimiz değerler sıralamasında neredeyse birinci konumunda. Boş bulunsam ben de ağlayanlara katılacağım.
Ne var ki, şu eski Osmanlı mahallesi üzerinde odaklanan efsanelerin arka planını biraz sorgulayınca, durumun ilk bakışta gözüktüğünden farklı olduğu anlaşılıyor. Örneğin, mahallenin dayanışmacı toplumsal yapısından söz edenlere, onun aslında denetlemeci ve dayatmacı olduğunu anımsatmak gerek. Dayanışmanınsa gerçek parasal ve fiziksel bir içeriğinin olmadığı söylenebilir. Örneğin, mahalleliye faizsiz borç para bile verdiği iddia edilen mahalle sandıklarına ilişkin hiçbir özgün belge görmedim. Zaten en saf tarihçi bile, faizsiz çalışan bir borç para verme mekanizmasının neredeyse sürekli enflasyonist bir ortamda (yani tüm Osmanlı tarihinde) kısa sürede yıkılacağını farkedebilir. Buna karşılık, mahalle içi denetim kolay kolay yıkılmamış yadsınamaz bir kentsel gerçeklik olarak kalmıştır uzun süre boyunca. Kadın erkek, evli bekar, genç yaşlı, herkesin sadece toplumsal değil, evsel yaşamını da denetleyen bir sistemdi mahalle. Osmanlı insanının kamusallaşma olanaklarını kısıtlayan ve cemaat yaşamından toplum yaşamına geçişini onun kadar geciktiren muhtemelen hiçbir örgüt ve kurum yoktu. O hep sözü edilen mahremiyetin bile mahalle içinde pek de anlamı olmadığını tahmin edebiliriz. Mahalle geneline mahrem olan tek şeyin aile içi cinsel yaşam olduğu söylenebilir olsa olsa. Ancak, müthiş bir dedikodu ağının varlığı göz önüne alınırsa, ona bile emin olmak zor. Ama, onun dışındaki her şey, beslenme alışkanlıklarından gündelik davranışlara kadar her şey kesinlikle denetim altındaydı. Başkalarından habersiz mektup almanın bile yolu yoktu orada; çünkü, mektuplar Tanzimat sonrasında bile muhtara ya da imama gelir, onun eliyle dağıtılırdı. Bu masum ilişkiler alanından çizgidışı ilişkiler alanına doğru gidildikçe denetim daha da sıkılaşırdı. Sözgelimi, mahalle folklorunun sevilen bileşenlerinden biri, bekar (genellikle dul) bir sevgili çifti geceyarısı evinde basmaktı. Mahalle namusu kavramının insani bir yüzü olduğunu düşünmek tabii ki olanaklıdır. Ama, aynı kavramın öteki yüzünü de, her Osmanlı insanını kendi yakın çevresine hapseden, denetimsiz eylemde bulunmak bir yana, düşünmeyi bile engelleyen bu kısıtlayıcı atmosfer oluşturuyordu.
Onun için, Osmanlı modernleşme hareketleri pek çok sorunun yanı sıra, mahallenin kısıtlayıcı ortamından kurtuluş motifini de içerir. Bu öyle bir kurtuluş beklentisiydi ki, modern özgürlüğe ilişkin kimi yanlış kavrayışların da nedeni oldu. Önce erkekler (tabii ki varlıklı olanlar) mahalleden "tarifeli olarak" kaçtılar. Mahalle orada durdu, namusun, giderek sadece kadın namusunun bekçiliğini yaptı. Erkekler ise, kentin içinde onlar için biçimlenen özel alternatif uçkur özgürlüklerine (İstanbul'da Pera'ya, İzmir'de Frenk Mahallesi'ne vd.) kaçtılar periyodik olarak. Hüseyin Rahmi Gürpınar romanlarında tam da bu kaçış aşamasını anlatır. Sonuçta, özgürlük, gerçek anlamından boşaltıldı, cinsel kaçamak olarak yeniden tanımlandı. Namus ise, hala kadının dar bir fiziksel çevre içinde (evinde, işyerinde ya da türban-çarşaf altında) denetimi biçimindeki anlamını koruyor. Bugün, mahalle çoktan yıkılıp gittiğinde bile, özgürlük ve namus hala böyle anlamlarla da yüklü değil mi bu ülkede?
Şimdi bütün bunlardan sonra, Geç Osmanlı mahallesinin o ikiyüzlü ahlakına ve içeriksiz dayanışmasına geri dönmeyi öneren birine rastlamak acıklı gözüküyor. Daha da önemlisi, mahallenin iç tutarlılığından dem vuran "mimar geyikleri"nin gözüktükleri kadar masum olmadıklarını da artık anlamak zorundayız. Kuşkusuz, modernleşen her toplum yitik cennetler arar durur. Ama, bu konuda ölçüyü Türkiye kadar kaçıran var mı? İşte buna pek emin değilim. İnanın, çağdaş kent sandığınız kadar kötü değil.