"Siz Şimdi Ruhsat da İstersiniz!"
Bu başlık bir emlak komisyoncusunun hayretini ve bir sözde-uyanığın alaycılığını ifade ediyor. Boğaziçi'nde kiralık ev arayan ve taleplerinin olağandan "farklılığı"nı açıklama gereği duyan bir arkadaş, mimar üstelik de öğretim üyesi olduğunu belirtince bu sözlerle karşılaşıyor: "Siz şimdi ruhsat da istersiniz!" Böylece, mimar-öğretim üyesi, Türkiye'nin en önemli metropolünün en pahalı yerleşim alanlarından birinde, ruhsatlı bir yapıda konut kiralamanın olağandışı bir istek olduğunu anlamış oluyordu. Ruhsatın, yani imar kurallarına "bir ölçüde de olsa" uygunluğun istisnai olduğu bir ülkede bu şaşırtıcı değil.
Kuşkusuz, kentsel yapılaşma kurallarını çiğnemek Türkiye'ye ve Türkler'e özgü sayılmaz. Ancak, kurala uymanın gülünç bir ısrar olarak nitelendiği pek fazla ülke olmasa gerek.
Buraya kadarki saptama çok bilindik bir gerçeği yinelemekten Öteye gitmiyor. Saptamanın ardından da bildik yargı ve değerlendirmeler gelir. Onlara inanılırsa, kuralsızlık neredeyse bir Türk hastalığıdır ya da Türkler'in genlerine kazınmıştır. Ya da burada rant yağması vardır. Toprak rantı gibi en olağan bir ekonomik gerçekliği yeryüzünde sadece Türkler keşfetmiş gibi kimileri buna çocukça inanır. Daha derinlikli toplumbilimsel açıklamalar arayanlarsa, örneğin, Riesman'ın geçiş toplumu kavramına yaslanırlar: Geçiş toplumlarının insanları, tanımları gereği, ne geleneksel insan gibi "dıştan yönetilen" kişiler, ne de modern insan gibi "içten yönetilen" bireylerdir; onların toplumsal kişiliklerini "anomi" (kuraldışılık) tanımlar. Toplum genelince onaylanmış kuralar koyamaz, konan kurallara da uyamazlar.
İkna edicidir, ama dünyanın çok geniş bir kesimini ilgilendirir ve Türk insanının kurallar karşısındaki özgül tavrını kavramayı sağlamaz. Olsa olsa, kuraldışılığın kural haline gelmesi bağlamında yalnız olmadığımızı anlar ve bir ölçüde huzur buluruz. Oysa, farklı bir açıklama modeli, Türkiye'deki imar kuralsızlığını biraz farklı bir gözle ve kendi toplumsal gerçeklerimiz çerçevesinde irdelemeyi sağlayabilirdi. Örneğin, yeni bir sorgulama parametresini kurgulama uğraşı şöyle bir soruyla başlayabilirdi: imar kurallarına uyulmuyorsa, bunun nedeni kuralların koşullara uymaması olabilir mi? Belki de kurallar sistemi yanlış biçimlenmiştir ve uymanın toplumsal ve parasal maliyeti uymamanınkinden yüksektir. Belki de kurallar sistemi gerçek kamu çıkarlarını değil, düşsel, gerçek-dışı kamu çıkarlarını temsil etmektedir.
Bu sorularm yanıtları "hayır" denilerek geçiştirilecek kadar basit olamaz. Onlara yanıt vermeden önce, hepimizin şunda uzlaşması gerekiyor: Kuralların geçerliliğini ve meşruluğunu ağlayan şey, soyut bir biçimde "doğru" ve "yararlı" olmaları değildir. Onların ya tarihsel ölçekte uygulana uygulana alışılmaktan kaynaklanan bir geçerlilikleri olmalıdır, ya da bir zorunluluktan yola çıkılmalı ve bu zorunluluk üzerinde toplumsal uzlaşmaya varılmalıdır. Türkiye'deki imar kuralları sistemi (buna sistem demek de bir övgüdür ya...) her iki ölçütü de yerine getirmez.
Örneğin, çoğu imar planı yakın zamana dek ait olduğu kentin gerçekleriyle neredeyse hiç çakışmazdı. Çünkü, hemen daima yerel ilgililerin talebi ve istekleri dışında merkezi yönetim tarafından ısmarlanır ve uygulanmak üzere onlara havale edilirdi. Merkezi yönetim, o kentin çıkar ve beklenti odaklarını hesaba katmayarak, her tür bozucu etmenden azade, "doğru" planlar ve onlara ilişkin kurallar vazettiğine safça inanırdı. Sorun şu ki, planın yapılması aşamasında o çıkarlar göz önüne alınmadığı zaman, o plan uygulanırken, aynı odaklar kolayca devreye girmekte ve konan kuralı pratikte geçersiz kılmaktaydılar. Bu mantıkla, sayısız Anadolu kentinde 1930'lardan 1960'lara kadar henüz geleneksel konut teknik ve tipleri uygulanmayı sürdürürken, imar plan ve yönetmeliklerinde kentlilerden Batı ve Orta Avrupa kaynaklı kurallara uymaları beklendi durdu. Kent toprağının henüz düzgün kadastrosunun bile bulunmadığı bir ülkede kenti planlamak, modern parametrelere göre kurallandırmak isteniyordu. Böyle olunca da, kurallar, toplumun düşsel geleceğinde geçerli olması beklenen bir düzen için konulmuşlardı. Geçerliliklerine kimse inanmadı, ama onları değiştirmeyi de kimse düşünmedi.
Erdal İnönü'nün anılarında yaklaşık şöyle bir öykü var: Erdal İnönü ilkokula giderken okulda yemek dersi diye bir ders okutulmaktadır. Çocuklara derste, o zaman Ankara, Çankaya'da yaşayanlara bile tuhaf gelen mantarlı fileminyon türünden yemek tarifleri ezberletilmektedir. Erdal İnönü bunu evde anlatır. Düşsel gastronomiye ilişkin şikayeti babasma dek uzanır. Ve dersin içenği tabiki değişmez. Kural koyucu otoritenin bugünün Türkiye'sinde bile değişmeyen tutumunun parlak bir dışavurmusdur bu. Evet, herkesin şatobriyan yiyebildiği bir Türkiye güzel bir düştür. Ama, bu kurguyu gerçekle karıştırıp, örneğin, düşün gastronomik elemanlarını resmi öğretim sistemi içinde belletmeye kalkışmak, ilk bakışta gözüktüğünden çok daha tehlikelidir. Çünkü, modernleşmeye en hevesli ve otoriteye en saygılı bir toplum bile düşle gerçeği pekala ayırır; bu tür "ancak gelecekte uyulabilir" veya "asla uyulmaz" kuralları ve eğitici talepleri de farkedebilir. Ne var ki, bu farkına varışla sorun bitmiş olmaz; aksine, kurallar sisteminin bütünü tehlikeye girer. Bir bütünün kimi parçaları içeriksiz görülmeye başlandığında, bu süreç diğer bileşenlerin de altını oyar. Yani, iyi niyetle, ama naif bir yaklaşımla konulmuş kurallar giderek tüm imar sisteminin inanılırlığını yok ederler. Ve bir kez bu inanılırlık zedelenirse, artık gerçekçi ve kamusal onay derlemiş kuralların da ciddiye alınmasına olanak yoktur. Ucuz İngiliz atasözü anlamlıdır: "Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir".