Arkitera Diyalog

Mehmet Konuralp

Atilla Yücel ile Söyleşi

Atilla Yücel, Mehmet Konuralp ile söyleşiyor
Arredamento Dekorasyon 1991/11, sayfa 92-98

İTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyelerinden Atilla Yücel eski arkadaşı Mehmet Konuralp'le, onun mimari yönelimi, amaçları ve geçmişi üzerine kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdi. Mimarın yaklaşımını ve davranış kökenlerini daha iyi kavramayı sağlayan bu uzun sohbeti içeriğine olabildiğince az müdahale ederek özetledik.

Atilla Yücel: Seni çok yakından tanıyan bir kişi olarak, işin biraz da başlangıcından başlamak istiyorum: Mehmet Konuralp'in mimarlık anlayışının ve tavrının kökenleri, onu besleyen kaynaklar neler oldu?

Mehmet Konuralp: Çocukluğumda kalemi sevdiğimi hatırlıyorum. Birşeyler çizmek, daha doğrusu renklendirmek gibi konularda oldukça meraklı bir çocukluk dönemim oldu. Ailemde benden başka, benden önce mimar yok. Peki, "mimarlığı nereden aklıma getirdim?" 1950'lerde mimarlık çok aranılan, beğenilen bir meslekti. High School'u bitirdikten sonra bu konuda Almanya'da Münih Üniversitesi'nde bir deneyimim oldu birbuçuk sene kadar. Sonunda, lisan avantajları ve bilhassa İngilizler'le yakın diyaloğum nedeniyle kendimi Londra'da buldum Bu arada gerek Orta Avrupa'daki ve gerekse Amerika'nın doğu şeridindeki okulları gezdim; bir arayış içinde oldum Londra'ya oldukça bilinçli olarak gittim ve belki biraz da tesadüfi olarak uluslararası bir niteliği olan AA'ye (Architectural Association School'a) girdim. 

1960 başlarıydı. 1965 yılına kadar burada okudum. AA'in bana verdikleri, sanıyorum, benim mimarlığı kavrayışımın esasını teşkil ediyor. Bunun üstüne sonradan çok şey konuyor; ama, ağırlıklı olarak belirli bir yöne sapmaktan ziyade, kişinin kendisini bulmasını sağlayan bir eğitimden geçtiğimi söylemem gerek. Bu arada dönemin avantgarde kişiliklerinden dersler almama karşın, zannediyorum, tarafsız bir bakışla mektebi bitirdim. Buna halen ısrarla inanıyorum. İnsan belli kamplara, belli inançlara saparken çok dikkatli olmak, kendini bu noktalara bağlarken çok somut nedenleri de ortaya koymak durumundadır. Hatta, modayla hakiki atılım arasındaki tercihte veya hakiki değerlerin saptanmasında insanın kendini çok titiz ve sürekli bir özeleştiriden geçirmesi gerektiğine inanıyorum. 

Bunları bana AA verdi. AA birşey daha verdi: Mimari vokabüleri ve bu vokabülerin tarihle olan bağlantısını. Aklımda kalan ve benim formasyonumda AA'in izlerinin çok olduğunu hissettiğim bir olgu da, uluslararası bir ortamda yaşayabilmiş olmak. Gerek öğretim üyeleri, gerekse öğrencilerin -kürsünün önündeki ve arkasındakiler gibi parçalanmış değil de, bir simbiyosis gibi- Malezya, Arjantin, İsrail, Türkiye, Polonya, Norveç gibi akla gelebilecek pekçok ülkeden gelerek bütünleştiği bu ortamda evrensel bir görüş kazandım herhalde. Bu ortamın bir özelliği de, öğretenle öğrenenin her an karşı karşıya ve bir hoşgörü ortamı içinde bulunmasıydı. Bunun da çok büyük bir imkan olduğunu söylemeliyim. Disiplininden değil, mektebin ruhundan gelen birşeydi bu. Bu ruhu da senelerce muhafaza ettim. Formasyonumda Türkiye'nin çeşitli yörelerine ve yurtdışına yaptığım gezilerin de rolü var.

Atilla Yücel: Gerçekten de, senin AA'de eğitim gördüğün yıllar, AA'in altın devrelerinden biri. Dediğin gibi evrensel, çok canlı, çok düzeyli bir ortamdı ve bütün dünyaya etkili olmuş bir İngiliz mesajının verildiği yıllardı. Bu ortamdan Türkiye'ye dönme kararı aldın. Kısa zamanda önemlice proje ve uygulama fırsatları çıktı. Çizmeye hevesli genç olarak değil de, meslek sorumluluğu olan kişi olarak döndüğünde Türkiye gerçeğiyle tanışman nasıl oldu?

Mehmet Konuralp: Geldikten sonraki iki senem bahriyede geçti. O dönem profesyonel olarak meslek disiplini olarak değil tecrübe kazandığım yıllar. Profesyonel hayatım 79'larda başlar. Türkiye koşullarının bu mesleğe karşı davranışındaki naiviteyi kavrayıp, önce lastiğin sönmesi ve sonra tekrar şişirilmesi gibi bir dönem geçirdim. Bu arada, AA'in son yılında kısa bir dönem için Londra'ya gelen Emin Necip Uzman'ın beni yönlendirmek için gösterdiği çabaları hala şükranla anarım. Rahmetli Alpay Aşkun'la 69 yılı sonuyla 72 arasındaki ortaklığım ve o ara Türkiye'de moda olan özel okullardaki iki yıl süreli öğretim görevi benim oldukça kazasız belasız, emin ellerde Türkiye şartlarını anlamama yardımcı oldu. Fakat, ondan çok kısa bir zaman sonra kendimi birdenbire çok sorumlu bir konumda buldum. 

Göztepe Apartmanları'yla başlayan Türkiye'deki mimar-müteahhit ilişkileriyle kavgaya girmiş olduğum dönem Onun akabinde veya yanısıra, Karayolları gibi çok mühimsediğim, esasında 2490 sayılı kanunun tipik bir uygulaması olan, müteahhitin hazırladığı çok basit avanprojeler üzerinde müteahhitle kendi formasyonumun verdiği bakış arasındaki savaş dönemini başlatmış buldum kendimi. Tabii, bu iş, biraz da hazırlıksız olduğum yahut henüz yeterli düzeye ulaştığımı sanmadığım zamanda geldi. Yani, ailesini erken dönemde kaybedip bir sürü sorumluluğu üzerine alan kişinin psikolojisi içinde. 

Bu psikoloji içinde kendimi toplum tarafından yalnız bırakılmış buldum. Çok büyük sorumlulukların çok kolayca verildiği bir ortamda olduğumu anladım ve zamanla bunu kanıksadım; ama, başlangıçta güçlük çektiğimi itiraf etmeliyim Bu arada, o günlerde daha enerjik olduğum izlenimim var. O günlerden beri, Türkiye'de belli şartlarla belli bir kişinin hesabına davranılıyorsa, bir dava adamı olmak gibi bir ekstranın -bu ülkenin dışında başka yerlerde var mı, bilmiyorum- getirilmesinde tavizsiz olmanın gerektiğini de yavaş yavaş hissettim. Menfaatler çarpışmasında mesleklerin çok rahat kullanıldığı bir ortamda olduğumu ve dolayısıyla, mesleğin inançla yapılması gerektiğini anlamaya başladım. Bu arada bazı binalar da ortaya koyabildim. Tabii, bazı şartların yardımcı olduğunu söylemeliyim. AA'deki hocalarımdan biri mimarın şanslısının ilk yaptığı yapıların görkemli ve çok iyi yerlerde olmasıyla ilişkili bulunduğunu söylerdi: "Şansın varsa, ilk binanı iyi yerde yap!" Mesajın esas ağırlıklı kısmı olarak düşünüyorum bunu.

AY: Bu noktada 70'lerin ilk uygulamalarından başlayarak meslek uygulaması, tasarım çizginde -etaplar demeyelim ama- birbirinden bir parça farklı, birtakım vokabüler arayışlarıyla akrabalık kurulabilecek aşamalar var. Örneğin, Göztepe Apartmanları ve Karayolları binalarında malzemelerle bir tür brütalist ifade arayışı var. Sağra Evi'nde Geç Modern ifadecilik izleri görmek mümkün. Uygulanmış veya uygulanmamış projelerde teknolojiyi kullanan daha Modernist tavırlar var. Bunun yanında, özellikle son ev uygulamalarında gelenekle hesaplaşmak, uzlaşmak, yorumlamak gibi tavırlar var. Bu çizgiye, biraz farklılaşan bu tavırlara bakarsak, sen nasıl görürsün, nasıl açıklarsın bunları? Çengelköy'de biraz da Boğaz Yönetmeliği'nin belirlediğiyle hesaplaşmak gibi bir yükümlülük altındaydın, orada gelenekle ya da çevreyle, biçimsel süreklilikle ilişkilerin oldu; ama Dragos'ta, böyle bir zorunluluk yokken, yine bir geleneğe dönüş gereği duydun. Bu Modernist ve Modernist olmayan tavırlar arasındaki ilişkileri nasıl yorumluyorsun?

MK: Buraya bilinçli bir yol izleyerek geldiğimi söylemem imkansız. Günün belli eğilimleriyle, modalarını veya stilistik yaklaşımlarını önesürmeye de zannediyorum hakkım yok. Ama, belli fonksiyonlara belli kıyafetler giydirilmesine de bir noktada inanmıyorum Ernesto Rogers'ın Milano'daki meşhur kulesi, yapıldığı zaman ayıp denecek kadar dışlanmıştı. Bugün ona çok daha değişik bakılabiliyor.

Karayolları binalarını yaptığım dönemde Türkiye'nin teknolojik düzeyini kavramış, detay ve işçilikte bezeme düzeyindeki yaklaşımlardan uzak kalmayı, dolayısıyla mekansal değerlerde Türkiye'ye bazı mesajlar vermenin daha doğru bir yol olacağı intibaı bende oluşmaya başlamıştı. Türkiye'de ne lonca sistemi, ne buna yönelik bir "Arts and Crafts" gelişimi olmadığı, yapı usta okullarının yokedilip yerlerini yüksek mimarlık diplomalarına terkettiği bir ortamda bir doğramanın üzerindeki çizgilerden, bir balkon korkuluğunun süslerinden bilinçli veya bilinçsiz bazı etkilenmelerden uzaklaşıp daha yalın ve mekan değerlerinin ağır bastığı, ama Türkiye'ye özgü bir mimarlık aramaya başladım. 

Öte yandan, "Türkiye'de yapılabilirlik" denen, benim için çok mühim olan bir konuda belli bir kavram da gelişti bende. Ve ben sonra bunu, sadece teknolojik değerler açısından değil, Türkiye'nin zaman içinde kaybetmeye yüztuttuğu geleneksel yapı kavramı ve anlayışları içinde de aramaya sürüklendim. Örneğin, Sağra Evi'ndeki sıvaların yerel boyalarla yapılması için yöreyi araştırdım. Gerek unutulmuş, gerekse henüz denenmemiş, ama gerekçeleri olan ve benim de bu gereksinimi duyduğum her türlü atılımda çaba sarfettim. Karayolları mücadelesinin arkasından da, tedricen kaybolan bir uluslararası üslup arayışı var. İlk denemeler Türkiye'ye geldiğim zamana kadarki aşamada kazandığım birikimin sonucuydu. Sonraki senelerde şuurlu olarak, bilhassa Sağra Evi'nde denemesiyle birlikte metod ve disiplinimi bu ülkenin içindeki bir arayışa göre yönlendirdim. O arada Doğu'ya yaptığım seyahatler ağırlıklı bir etken olabilir. Çünkü, Çin'i ve Hindistan'ı boydan boya dolaşmış, oralarda 3-4 bin slayt çekmiş bir kişi olarak, kültürün mekana belli şekillerde aksetmesinin farkına vardım. Bilinçli olarak bu izlenimi buraya getirdiğimi söyleyemeyeceğim. 

Ama, böyle bir değeri keşfettiğimi söyleyebilirim. Çin'de bunu, belki de o kültürün çok derin oluşundan ötürü, bir tiyatro seyircisiyle oynayanlar arasındaki perdeden izledim adeta. Ancak, Hindistan kendini daha çabuk ele veren ve sahneden inip seninle beraber ringe katılabilen düzeyde bir iletişim kurduğu için ne mekansal, ne de stilistik endişesi olmaksızın, mekanla onu yaşayan kişi arasındaki mesajları pekiştirdi. Bunların katkısıyla, Sağra Evi'nin aynı zamanlara denk gelmesi tesadüfı olmasa gerek. Bu arada "Sağra Evi'ni hala düz çatıyla örter miydim?" yahut "saçak yapar mıydım?" sorusunu kendi kendime soruyorum. Sağra Evi -bitmemiş bir resmi gören kişinin nasıl biteceğini tahayyül etmesi gibi- zaten bakıldığı zaman saçaklı gözüküyor; yani, tamamlanmamış bir karikatürün sonucu gibi. Çok şey o yöreden alındı. l\le bileyim, Pilotilerin Karadeniz'de de varolduğunu biliyoruz. Daha ziyade dar gelirli bir kesime ait altı boş evler var burada. Bunları o yapıda kabul ettirebilmek ilginçti. 

O etap, zannediyorum, benim formasyonumda belli mimari elemanların, bileşenlerin ne kadar evrensel olduğunu anladığımı belirtir. Nitekim, Sağra Misafirhanesi'nin dışına koyduğumuz o ön yaşmağın ortasına açtığımız deliğin, ilk bakışta Çin'den ithal bir eleman gibi gözükse de, tesadüf eseri Çorlu'da -ama bu sefer Batı'dan herhalde ithal edilmiş bir şekilde- aşağı yukarı yüzyıl evvel uygulanmış olduğunu gördüm. Orada tabii, büyük bir çelişkiye düşüyor insan. Acaba, şehirden şehire birikimlerini yayan eski Gotik taş ustaları gibi bu vokabüler yayılıyor muydu? Yoksa, insanlar değişik yerlerde aynı ihtiyaçlara eşdeğer çözümler mi buluyor? Birşey daha var: Mesela, Maçka'da yaptığım ufak sanat galerisinin gerek kıvrımlı dış duvarını, gerekse orada açtığım kale giriş boşluğunu da dört-beş sene sonra Ellora gibi Hindistan'da gezdiğim bazı Budist mağara yapıtlarında da, sanki ben yapmışım gibi görebildim. Böylece yaratıcılığın evrensel bir bakış açısıyla bütünleşmesi gerektiği türünden bir dava, bir arayış başladı bende. Ve bir şeyin, denenmiş ya da denenmemiş olsa da, daha doğal, üsluba kaçmadan yalınlaştırılarak yapılmasına inanmaya başladım. Burada tabii, beraber çalıştığım kişilerin, dostluklarımın rolü de var. 

Örneğin, birlikte yaptığımız proje çalışmalarıyla Alparslan Ataman'ın ve daha akademik düzeyde Engin Yenal'ın bu yöndeki potansiyelimi yönlendirmemde çok etkileri oldu. Elimde hangi ülke veya hangi kültür olsa, onu irdelemek üzere bir metodum vardı; fakat, konuya bakmakta ısrar eden ve bu konunun da bir biçimde çok değerli sonuçlar verebileceğini bana gösteren Alp'i ve Engin'i hatırlatma ihtiyacını duydum. Bir kulüp üyesi değilim. O nedenle, gerek başka bir yönden bu platforma gelmemden, gerekse de üslubumdaki -bazılarına göre yalın, ama bana göre evrensel- yönelimimden ötürü kendimi angaje etmediğim için, bu çevreden bir miktar dışlandığımı söyleyebilirim. Bu beni etkilemedi; zaten hiçbirzaman popüler mimar olma kaygısı duymadım. Fazla yapı yapma ve üretken olma prensibine neredeyse karşıyım. "Arap atları az tay çıkarır"... Düşünce ve tasarım düzeyindeki oluşmaların süresi üretim süresinden çok daha uzun olmalı kanısındayım.

AY: Sözünü ettiğimiz bu dönemde farklı işlev ve nitelikteki tasarımlarına baktığımızda belirli bir farklılık seziliyor. Örneğin, gökdelen veya Sabah Gazetesi gibi projelerine baktığımızda -Sedad Hakkı adını anmamıza vesile olan şeyleri- gelenekten gelen, biçimsel uçlara varan etkileri pek bulamıyoruz da, evde daha çok buluyoruz. Burada birseçme var. Dolayısıyla, şartlanmış üsluba, stilistik modalara bağlı bir tavır değil, sende konunun muhtevasından kaynaklanan bir seçim sözkonusuymuş gibi görünüyor. Hani, evin yumuşaklığı, kişiselliği, öznelliği ile başka konuların evrenselliği gibi şeyler ya da teknolojinin farklı düzeylerde, farklı konularda başka biçimsel sonuçlarla değerlendirilmesi gibi konular akla geliyor.

MK: Bu görüşünde haklısın. Kültür mirasımız yahut bununla ilişkili olan, devamlılık isteyen mimarlık kavramımız belli çizgiler ve sınırlar içinde tartışıldığı takdirde oldukça geriye götürebileceğimiz, sürekliliğini sağlayabileceğimiz dinamik bir konu. Bu açıdan da heniiz daha işin başlangıcındayız diye düşünüyorum. Sentezleşmeye daha epey zaman var ve bizler gibi birkaç nesil daha üzerinde -fazla da stilistik tarafları işin içine sokmadan- çalışacak. Bazı mimarı kategorilerde bu arayışa ağırlıklı olarak ve deneyimim düzeyinde girmemin, bazı konulardaysa buna değinmeden neticeye gitmemin birkaç nedeni var. Ama aklıma gelen en mühimi, ölçek. Domestik düzeyin üstünde, hele çok yüksek teknoloji isteyen ve o teknolojinin de esasta sonuç-morfolojiyi doğurduğu olaylarda kültür mirasımız konusunu gündeme getirmek stilistik ve belki de mimari bir kapristen öteye gidemeyecektir. Bütünün hiçbir şekilde kültür mirasımızla bağdaşmadığı bir tasarım çalışmasında tarihselliği önermek naif bir yaklaşım. Bu, fazla imanlı, fazla inançlı; ama, bilgili olmamaktan kaynaklanıyor gibi gelir bana. Dolayısıyla, sonuç-morfolojinin bazı yapay iddialar neticesinde gereksinim dışında bir yöne sapması, üzerinde çok dikkatle ve titizlikle durduğum kültür mirası konusuna yanlış bir katkıya ve belki de çok tehlikeli sularda yanlış mesajlar verme sonucuna yolaçacakmış gibi bir tereddüdüm var. Bugünkü sosyo-kültürel yaşamın gereği olan ithal kavramların ve o ithal kavramların getirdiği ithal imajlarınki, som morfolojik açıdan konuşuyorum- kendi içinde böyle devam etmesine ben taraftarım. Geriye baktığımız zaman kültür mirasımızın bize neler verdiğini, neler bıraktığını ve bu bıraktıklarıyla neler yapılabileceğine yönelik ipuçları var elimizde. Dolayısıyla, teknolojiyle çelişen gelenekselle bağlantı kurma örnekleri şu anda Türkiye'nin -belki çok amiyane söylüyorum ama- arabesk görünümünün esas nedenidir. Pamuk sakallı paşalarla yapılan TV programları gibi geliyor bunlar bana. Osmanlı sentezini böylesine "ucuz" kaybetmiş olmanın karşısında, şuurlu ve dikkatli, gerektiği kadar ve araştırmanın üretebildiği kadarıyla girmenin çok önemli bir nokta olduğunu vurgulamak istiyorum Burada Post-Modernizm'e de değinmek isterim. Çünkü, akla şu soru gelebilir: Böyle bir akım var; dolayısıyla, niye bu kadar sınırlı davranıp, niye bu kadar korkuyla veya belli bir davranış biçimiyle buna karşı koyuyorsun? Konumumu şöyle tanımlıyorum: Post-Modernizm'in Türkiye'yle alakası yok. Batı mimarisinde Post-Modernizm'in ardında ciddi akademik iddialar var. Ama, bu akademik iddiaların buraya bu kadar kolay getirilmesiyle bu memleketin kendi kültür devamlılığı arayışını bağdaştırmak çok yapay, hatta sahtekarlık olur kanaatindeyim. Dolayısıyla, Post-Modernizm'e karşıyım Biz daha bugün Post-Modernizm'e gelemeyiz. Kendi kültürümüz çerçevesinde biz daha Modernist bile olamadık.

AY: Tam bu noktada yeni bir konu açmak istiyorum, Modernizm ve gelenek bağlamında biraz daha geriye gitmek için. Geleneğin yorumlanması, anlaşılması, gelenekle hesaplaşmak, uygulamaya çalışmak, tasarım yoluyla anlamaya çalışmak konusundaki çabaların saygı değerliğini tartışmak istemiyorum. Yine ev konusunun özgüllüğüne dönerek, şu soruyu sormak istiyorum: Evde gelenek, evin ev olmasının bir gereği midir? Yaşamda varolan veya olmayan bir geleneği, yapımda varolan veya olmayan bir geleneği, biçimde, mekanda varolan veya olmayan bir hafızayı anlama çabası kaçınılmaz bir çaba mıdır bugün? Birtakım referanslara baktığımızda bunun aksini de iddia etmek -tıpkı gökdelen veya teknoloji içeren evrensel konularda olduğu gibi-mümkün değil mi? Bu, çağdaş mimarlığın birtakım isimlerini çağrıştırıyor ya da düşündürtüyor: Bir Rietvelt'in, bir Loos'un, hatta, Türkiye'de unutmuş göründüğümüz bir dönemin Modernizm'ini anımsatmak -Seyfi Arkan'ı bu arada ansak- bugün bütün bu deneyimler içinde "ev" kaçınılmaz olarak gelenekle buluşulması gereken bir alan mı? Yoksa, o dönemden vazgeçmek -Mehmet Konuralp değil herhangi bir mimar için- mümkün mü?

MK: Ev konusu bence, mimarlık tarihinden bugüne gelen en reel ve gerek kapsamını, gerekse de işlevini büyük bir yüzde oranıyla aynen sürdüren bir egzersiz türü. Tipler açısından söylüyorum bunu. Gelişen dünyanın binlerce senelik evrimi içinde evin, evden beklenenlerin ve insanların evle bütünleşme biçimlerinin bence hiç kopmadan günümüze dek uzandığı söylenebilir. 

Yani, Pompei kalıntılarındaki bir evde hissettiklerimizle bugünküler arasında bir fark pek yok. Dolayısıyla, çok doğal bir gereksinimi yansıtmış oluyoruz ev dediğimiz zaman. Nitekim, bence ev, mimarlık düzeyinde bir mesaj vermekten çok, mimarın o evin içinde yaşayan kişilere olan sorumluluğu şeklinde düşünülmesi gereken birtasarım alanı. Dolayısıyla, tırnak içinde burada mimarlığın ikinci plana atılmasının gerekli olduğuna inanıyorum. 

Belki her konuda biraz böyle. Mimarlık belki de kendini mümkün mertebe ikinci plana atıp, yapının işleyişiyle bütünleşecek olan kişinin arasında, o kişiyle yapı arasında bir etkinlik gibi düşünülmeli. Bunu bir kademe daha açıp pratiğe gelelim. Ben ev konusuna yaklaşırken, onu oluşturacak parçaların, denenmiş iseler -örneğin, cumba gibi- içinde yaşanmış hayatın o gün o kişiye birşey katıp katmayacağı açısından bakıp, gerekirse o bileşeni sosyo-kültürel bağlamında kullanmayı yeğlerim. Bu, biraz çok tedbirli, çok dikkatli, çok korumacı bir kafa yapısı gibi geliyorsa da, ben yapmış olduğum evlerde zannediyorum kendi yaşam deneyimlerimden, yaşantılarımdan çok şey alıyorum. Yani, yapı bileşenlerini müzelik parçalar olarak görmüyorum. Onları yatay-düşey kombinasyonlar oluşturmak için kullanılan tasarım malzemeleri diye görmüyorum; sosyo-kültürel değerlerini yansıtmaya çalışıyorum. 

Dolayısıyla, benim ulaştığım sentezde bir görünüm kaygısı yok; Osmanlı veya Türk Evi gibi şu veya bu sınıflama yok. Benim için yaşatılması ve yaşatıldığı takdirde de hep devam etmesi sözkonusu olabilecek olan, bu yapıların içinde yaşanmış hayatlardan bize sosyo-kültürel bazda mesajların iletilip iletilemediği konusu. Mesela, şu anda uygulanması çok zor olan bir ahşap görünümünü yaşatmak amacıyla ille de ahşaba benzetmek veya ahşabın getirdiği limitleri buraya taşımak benim için yanlış bir tez ve yanlış bir yol. Ben Zeyrek'te S.Hakkı Eldem'in yapıtında bu hatayı görüyorum Bir rölöve ısrarı var konuya bakış açısında. Mesela, ben Sedat Çetintaş'tan bahsetmek isterim. Onda bu kaygı başka türlü gelişmişti. Kendine Bakırköy Bahçelievler'de yapmış olduğu küçük bir evi vardı. Orada gerek Sivas'taki, gerek Anadolu'daki diğer rölöve çalışmalarından kazanmış olduğu bilgilerden aktarılmış çok güzel detaylar vardı, Selçuklu detayları vardı; pahlar, mukarnaslar vs. Fakat, onları tamamen beyaza boyamış ve o kadar mükemmel hale getirmişti ki... Ben o zaman AA'de talebeyken rölöve tekniğini öğrenmeye gelmiştim kendisinden. Çok beğenirdim onun Osmanlı dönemiyle ilgili çalışmalarını.

AY: Evi konuştuk, vokabüler, mimarlık kültürü meselelerini konuştuk. Modernizm'e ve Modernizm'in bugün yeniden gündeme gelişine dünyada ve belki bizde- nasıl bakacağız? Bu, biçime ilişkin birşey; ama, onu ortaya koyarken, demin senin geleneğe ilişkin veya geleneğin bir tür yüzeysel, Post-Modernizm'den filan belki cesaret alan güdük yorumu. Yüzeysel imajlardan kaynaklanan o zavallılık. Hacivat halinde konuşmalar... Bugün görüyoruz, bütün dünyada bir zamanlar yasaklanan tarih yerine Post-Modernist icazetler gündeme geldikten sonra, Modernizm suçlu oldu. Sonra "Haa, fena değilmiş" dendi, 1920'ler, 1930'lar yeniden gündeme geldi. Muhtemelen bizim de gündemimize gelecek, gelmekte zaten. Bu bağlamda ele aldığımızda, akla gelen iki şey oluyor, tıpkı gelenek konusunda olduğu gibi. Bir, işin özümsenmesi, çaresinin, gerekçelerinin, felsefesinin, arkaplanının anlaşılması; dolayısıyla, tasarımda vokabüler ne olursa olsun, kuram ve felsefeyle biçim arasındaki ilişkinin kavranması, hazmedilmesi gündeme geliyor. İki, Modernizm bağlamında da bizde bu işi bir zamanlar oldukça iyi "kıvıran" birtakım "usta"ların varolduğu. Seyfi Arkan'ı hemen tekrar gündeme getirmek istiyorum. Başka adlar da var tabii. Bunlar işi 30'larda, hatta 40'larda sağlıklı birşekilde, sakin bir bakışla yapan kişiler. Ben Modernizm'in bu anlamda yeniden gündeme gelmesini, o dönemin de anlaşılabilmesi için çok olumlu bir fırsat diye görüyorum. Bunu seninle beraber konuşalım. Temelinde Modernist tavır bulunan bir mimar olarak, evrensel değerlerden kaynaklanan blr eğitimden geçen bir mimar olarak, bu konuda ne dersin? 

MK: Bu konudaki çabaları -senin kadar olmasa bile- belli bir düzeyde izlediğimi söyleyebilirim Ama, ben sadece bir-iki noktasında konuya değineyim, belki yardımcı olur konuyu açmakta. O dönemin yapıtlarında iki faktör ağırlıklı: Biri, mimarların o dönemde belli ilkelere bağlı olarak yetişmeleri, dünya bakışları ve dolayısıyla da kullandıkları vokabülerin uluslararası platformda doğru bir vokabüler olduğu. 

Bunu söylerken, bugünün yanlışlarına da bir vurgu kazandırmak istiyorum. Bu konuya, senin de söylediğin gibi, sağlıklı ve bilgili olarak girmek mesleğin belki de en önemli gereksinimi; hatta başlangıçta buna devrin heyecanını da faktör olarak eklemek isterim. Şu anda yokolan bir Taksim Gazinosu'nu ele alırsak, o zamanki mimarlarımızın neredeyse virtüozite düzeyinde tasarladıkları eserleri vardı. Bu görüşü vurgulamak isterim. Çünkü, yaygınlaşan bu kültür sapması boşluğu ve krizi içinde o dönemin yapılarından birşeyler almaya yönelen zannediyorum çok az sayıda mimarlık öğrencisi kaldı. İnsanın kendi biri kimine bu kadar ilgisiz ve hunhar bir biçimde bakması bana çok acı geliyor. Dolayısıyla, benim gidebileceğim belki çok daha ileri bir arayışın, çok daha sofistike bir noktaya gelmemi sağlayacak bir ortamın yokolmasıyla, bizim plağı neredeyse tekrar başa almamız gibi bir kopukluğa sürüklendi mimarlık ortamı. Kötü şans!

AY: Mehmet Konuralp'in deneyimi açısından iki konuya gelmek istiyorum. Birincisi, tasarımcılık-uygulayıcılık ilişkisi. Demin, tasarım-kuram bağlamı dedik. Sen proje yaptın, çizdin, şantiyeye gittin, fiilen inşa ettin, inşaat yükümlülü-ğü de yüklendin yakın yıllarda. Bu anlamda tasarımcılık ve yüklenicilik rolü mimariyi yorumlamada, anlamada, kavramada, yapımı, malzemeyi tanımada ve yeniden düşünmede sana, senin tasarımına ne kattı, ne eksiltti? Bunu çok merak ediyorum, pek de fazla konuşmadık. 0 konudaki izlenimini veya deneyimini aktarır mısın? Herhalde dergi okurların pek bilmediği cephesi bu işin.

MK: Benim tasarım düzeyindeki çalışmalarımın beraberinde, bilhassa son on-onbeş senede zaman zaman yaptıgım uygulamaların, hatta, mütahitlik düzeyindeki çalışmalarımın ilginç bir öyküsü var. Ben bu yapma-üretme noktasına nasıl geldim? Burada en fazla yaptırtma aczi rol oynuyor gibi geliyor bana. Yaptırtamamış veya yaptırırken bestelediğimin icrasındaki yetersizliklere karşı duyduğum isyan beni durup dururken ayağa kaldırmıştır diyebilirim. Bu yapılmıyorsa, yapılamadığına kendim kani olmak istememden ileri geldi. Çünkü, çok şeyin yapılabileceğine inanıp, belki ticari ya da benzer nedenlerle yapılamamış olmasından dolayı içine düştüğüm bir paradoksu karşılamak için kalkıştığım birşeydir bu. Bana hemen akabinde başka bir ufuk açtı. Bu da, uygulayıcı açısından cephenin öbür tarafından bakma gibi bir esneklik, daha çoğulcu ve daha zengin düşünme yeteneği kazandırdı. Soruna daha sınırlı bir cevapsa şöyle: Uygulamanın tasarıma çok büyük bir katkısı olduğuna kendi açımdan kanaat getirdim Uygulama yapmış olmamdan ötürü, daha önce yapmadığım devirlerdeki birçok tereddüdümü vakit geçirmeden kağıda dökme, dökerken de büyük bir olasılıkla yapılacağını bilmek gibi bir imkana da kavuştum. Bunu yaparken hayal gücündeki tasarıma esas teşkil eden heyecanı yitirip yitirmediğim gibi bir soru belki ortaya çıkabilir. Ben heyecanımı yitirmedim, kendimle mücadele açısından daha fazla genişletilmiş bir saha olarak gördüm.

Hemen ilave edeyim: Çok yorucu ve Türkiye'de konum olarak yeralmak istediğimiz davanın da tam öbür ucundan, son derece çıkarcı ve konuya iktisadi açının dışında hiçbir şekilde bakmayan bir zümrenin de içinde ve o zümrenin bir mensubu olarak buraya bakmak gibi çok zor ve hatta, neredeyse bir ikilemli bir dünyayı da yaşamış oldum. Zannediyorum, bunlar beni birçok bakımdan kamçıladı. Mesleğin her alanında birşeyler yapabilmiş olmak, bir repertuar geliştirmek gibi geliyor bana. Fakat, "kırk satır mı, kırk katır mı?" diye sorulacaksa, tabii ki, hayatımın çizim masalarında devam etmesi tercihimdir. Ama, zaman zaman "kurmay subaylığı" bırakıp "cephede savaşmak" da kendi içinde heyecanlı, deneyim kazandırıcı bir roldür diyebilirim. Türkiye'de bu tür uygulamaların fazlalaşmasının da yararlı olacağı inancındayım Tabii bu, böyle bir yorgunluğu göze alabilecek kişiler için sözkonusu. Bunu yaparken bir sürü düşünce ve inanç odaklarının veya ortamlarının mensubu olmak da gerekli. Ben bir tarih profesörüyle veya mimarlığın derinliklerine beni indirebilecek olan kişilerle yaşadığım heyecanı şantiyede yaşayamıyorum; ama, şantiyeden de oralara aktardığım bazı mesajlar var. Orada kurduğum köprünün bana olduğu kadar o köprünün uçlarındaki kişilere de faydası oluyor inancındayım.

AY: Esas meşgalesi çizim masasının başında olmak olan bir tasarımcı olarak soruyorum: Senin yaptıklarını oldukça yakından izledim; gerçekleşmiş ve kısmen gerçekleşmemiş tasarımlarını da biliyorum. Bu deneyimle yaşayan kişi olarak, şu anda yeni bir yarışmadan çıktığını biliyorum. Gerek bu kültür sorunları, vokabüler meseleleri, gerekse de uygulama, işin gerçekleşmeye yönelik boyutlarıyla önemsediğin son tasarımların neler? Bunlardaki temel endişelerin, arayışların, mimarlığının bugünkü çizgisinde sözünü etmek istediğin ne gibi deneyimlerin var?

MK: Dünyanın genel olarak içinde bulunduğu ve biraz evvel de Post-Modernizm olarak adlandırdığımız yönelimi bir dönemsonu heyecanı olarak görüyorum. Daha evvelki dönemlerde de bir "belle epoque" gibi veya buna benzer "neo" tarzlar yaşanmıştı. Bunları hep bir dönem-sonu hesaplaşması ve belki mimari kültür açısından her makama girip çıkan, insanı dinlendiren ve günbatımı saatinin hüznünü de veren bir fasıl gibi görüyorum Ama, bunun arkasında da ertesi günün heyecanın ve o günün hazırlığının da kendi içinde ağırlıklı olarak devam ettiğini hisseder bir noktadayım. Hadi, ona bir de isim takalım, "high-tech" diyelim Tabii ki, yarının malzemesi ve yarının inancı anlamında bir "high-tech". "High-tech" derken, "high-tech"i belki şu andaki etabında görmüyorum. Başka gelişmiş sanayi ürünlerinden, uçak gibi, denizaltı gibi, iletişim dünyasındaki gelişmeler gibi sahalardan ithal edilen ve oldukça naif düzeyde ithal edilen bileşenlerin biraraya getirilmesi gibi değil; ama, yavaş yavaş mimarinin kendi içinde, kendi geliştireceği aşamalarla varılmış bir "high-tech"i kastediyorum Dolayısıyla, yarının böyle olmasını bekliyorum. Bu ikilem bugünkü akşam faslıyla yarının dinamizmi arasında olmamızın yarattığı doğal duygular. 

Bir tarafta geldiğimiz yer ile gideceğimiz yerin tarifindeki rolümüz, diğer tarafta da, kapatmakta olduğumuz, bizlerle birlikte kapanacak olan bu faslı bilgili ve bilinçli olarak icra etmek ve dinlemek ikilemiyle yüzyüzeyiz. Tabii, iki yerde de rolümüz var. Ben şu andaki teknolojik gelişmeyi ısrarla takip etmek ve mümkün mertebe Türkiye'ye ithal etmek için, başıma ne kaza gelse de, ısrarlıyım. Son yaptığım gazete binasında karşılaştığım birsürü güçlüklere rağmen -Karayolları'na yaptığım asma cephe kadar olmasa da- güçlüklerle karşılaştım. Ama bu yöndeki arayışım hala çok ciddi ve kuvvetli bir şekilde mevcut. Türkiye bundan sonraki mimarlık kavramında çağdaş teknolojiyi, başta ithal sonra da kendi yorumu ve deneyimlerinin sonucu olarak üreterek getiremezse, yalın bir romantizm içinde kaybolup gidecektir. Onun için, bugün gökdelenleri konuşmayı saçma buluyorum. Sözkonusu bile edilemeyecek kadar anlamsız bir tartışma olarak görüyorum. Son yapıtlarımda, bilhassa Shell Genel Müdürlük binası için açılan davetli yarışmada bu ikilemi ortaya çıkartmaya çalıştım. 

Yani, bir taraftan bir kültür mirasının yavaş yavaş hızlandırmaya gayret ettiğim sonuçlarının ya da bulgularının fiziksel ürüne dönüşmesi, diğer taraftan da kesinlikle vazgeçilmemesi gerektiğini savunduğum teknolojik aşamaların bu kültürle nasıl buluşacağının denemelerinin yapılması. Performans açısından yüksek teknolojiyi kullanma, ama mekansal değerlerde ve bilhassa bina kompozisyonlarındaysa çok zengin olan miras repertuarımızdan da faydalanma cihetine gittim. Tam bilemiyorum; ama, belki bundan bir süre önce birbirine yakışacağını tahmin etmediğim sebzelerin birarada leziz bir yemek haline gelebileceğini düşünmek gibi bir noktaya ulaştığımı hissediyorum.

AY: Tam bu noktada son soruya geleyim. Galiba bu noktada konu çağdaş Türk insanının, Türk düşünürünün, kültürünün yüzyıl başından, en azından belli bir yabancılaşma ve arayış döneminden bu yana hep sorduğu ve yanıtını bulmaya çalıştığı hars/medeniyet/teknoloji/kültür vs. ilişkileri gibi sorularda buluştuğumuzu gösteriyor. Belirli bir deneyim sonunda uygulayıcılık, mimarlık, tasarımcılık bağlamında biraz daha kristalize olmuş bir noktaya geldiğini, birşeyleri görmeye ve bir senteze yaklaştığını hissetmeye başladığını söylüyorsun. Çok güzel, bu noktayı bulabildin. Eh, epey mutlu bir nokta galiba. Ben son soruyu baştaki sorularla bağdaştırmak ve hep hatırımda kalan -senin bana yıllar önce naklettiğin- Halit Ziya Konuralp'ten nakledilmiş bir kavrama getiriyorum. Diyelim ki, böyle bir senteze ulaştın. Peki, zarafeti buldun mu?

MK: Teşekkür ederim bunu bana hatırlattığın için. Zarafeti bulduğumu söyleyemeyeceğim. Ancak, olmadığının bilincinde başladım, bulamayacağımı belki de bilerek başladım. Çünkü, hiç olmazsa böyle bir öğüt bana verilebildi. Bir öğüt daha bana aynı yerden gelmişti. Çok şey yapabileceğim, fakat yolun sonunda kendimi çok yorgun hissedeceğimi bana söylemişti yine aynı kişi. Zannediyorum, birincisini bilerek, fakat hiç olmazsa davamın bir parçası olarak getirmeye çalıştım ve çalışıyorum. Kesinlikle bunu söylüyorum ikincisineyse, kesinlikle katılıyorum. Yolun sonunda bu ülkenin insanı inandığı bir davayı gerçekleştirirken çok da haklı nedenlerle -hatta, haksız nedenlerle-çok yorgun düşüyor.

AY: Sorunun altında yatan referansı açıklayalım lütfen.

MK: Benden önceki nesilden kalan babam Dr.Halit Ziya Konuralp'in -kendi alanında yine bir dava adamının, benim de dava gücümü ve inancımı borçlu olduğum kişinin- Londra'dan ilk döndüğüm sene bana verdiği öğütler yakınlarımın -senin gibi- hala kulaklarında kalan ve bize yaptığımızdan sonunda pişman olmamak için başında, davanın büyüklüğü hakkında söylenmiş, kısa ama özlü ikazlardır: "Yorulacaksan, başlama!" Sanıyorum artık yolun durulacak noktasını aştık; gerek Atilla, gerek ben, bu yolda inancın verdiği huzurla yorgunluğumuzu biraz da birer bardak rakıyla karıştırıp geçiştirmeye çalışıyoruz. [Gülüşmeler] Belki de bu yolda, böyle davalarda aynı gemide bulunmanın, yakın çevremizle dayanışma içinde devam etmenin de huzurunu tadıyoruz. Bu odada olmayan, fakat bu davaya inanmış çok kişinin mevcudiyeti de bize yorgunluğumuzu soğuk şerbet gibi zaman zaman unutturuyor. Fasıldan bahsederken, babamın Üsküdar Musiki Cemiyeti'nin Emin Ongan'la beraber kurucusu olmasından esinleniyorum. [Kahkahalar]

Mehmet Konuralp
Söyleşiler
Diyalog Arşivi
Dönem içindeki Diyalog'ların listesi aşağıdadır. Ayrıtılara ulaşmak için ilgilendiğiniz Diyalog'u listeden seçiniz: