Gündem

Kamusal Mimarlıkta Muhafazakarlık

Tarih: Mart 2007 Editör: Ömer Kanıpak, Şebnem Şoher Derleyen: Gül Keskin
Razı Olduğumuz Muhafazakar Mimarlık

Mimarlık faaliyetlerinin ideoloji ve siyaset ile dolaylı da olsa ilişkisi olduğuna dair bugüne dek herhalde sayısız tez, makale veya kitap yazılmıştır. En yakın örneği Deyan Sudjic’in “The Edifice Complex” kitabında olduğu gibi bu araştırma ve yayınların pek çoğu geriye dönüp baktığımızda o tarihi bulutun kaybolup, olan bitenlerin daha berraklaştığı dönemlere ait örnekler olduğunu görürüz. Çoğu zaman çerçevesi net çizilmiş bir döneme ait siyasi dalgalanmaların zirvelerinde ortaya çıkan ve çoğu kez gösterişli, büyük, pahalı yapılar örnek gösterilerek mimarlık-iktidar ilişkisi analiz edilmeye çalışılır. Oysa siyasi veya mali iktidarların şekillendirdiği anıtlar kentlerin büyük bölümünü oluşturan yapılar değillerdir. Elbetteki ölçekleri ve konumları ile etkileyicilerdir, ancak sıradan, her gün kent yaşamında kullandığımız yapılarla farkına varmadığımız bir iletişim olduğu genelde göz ardı edilir. Kenti oluşturan meydanlar, sokaklar, açık alanlar İngilizce’de Public Space olarak ifade edilirken Türkçe’de Kamusal Mekan olarak kavramsallaştırılmakta. Aynı şekilde Public Building de Türkçe’de birebir karşılığı olmasa da herhangi bir ayrım olmadan herkesin kullanımına açık binaları ifade etmektedir.

Kamusal Alan – Kamusal Mekan Çarpışması
Genellikle Türkçe’de birbirleri yerine kullanılmaya meyilli olduğumuz kamusal alan ve kamusal mekan terimleri aslında özünde Habermas’ın İngilizceye Public Sphere olarak çevrilen Öffentlichkeit kavramı ile ilişkilidir. Türkçe’de ‘Kamu’ kelimesi genelde Devlet ile ilişkilendirilmiştir. Meral Özbek’in ifadesi ile “... gündelik konuşmada ‘kamu’ dendiğinde hemen devlet gelir aklımıza; devlet idaresi, organları, kuruluşları, görevlileri ya da etkinlikleri gibi şeyleri, devlete ait ya da devlet kontrolünde yürütülen resmi bir alanı kastederiz. Halbuki, Habermas’ın dediği gibi, kamusal alan herşeyden önce toplumsal yaşamımızda kamuoyunun içinde oluştuğu alandır.”

Özbek, kamusal alan kavramının, Türkiye’de devletle kurulan ilişkisindeki çarpıklığa şu sözlere dikkat çeker: “... eğer bugün devlet etkinlikleri ve makamlarına ‘kamu-sal’ sıfatı ekleniyorsa, bu, modern devletin ‘hukukun üstünlüğü’ ilkesine bağlanmışlık gereğini ve 19.yüzyılın ortalarından itibaren toplumsal mücadeleler sonucu kazanılan politik ve sosyo-ekonomik haklara binaen devlet erkinin halkın yararına (kamu yararına) üstlendiği toplumsal görevleri olduğunu kastedmek ya da bundan bir meşruluk ummak içindir, başka bir şey için değil... Bu yüzden, devlet gücünün kullanıldığı kurumsal yerleri kastederken ‘kamu erkinin(otoritesinin) alanı’ kavramını kullanıp; ‘(politik) kamusal alan’ kavramını ise, toplumdaki ‘demokratik katılım ve eleştirel söylem alanı’ olarak kullanmak yerinde olacaktır.” ve Habermas’ın, kamusal alan kavramının devletle olan ilişkisindeki yanlış anlamaya karşı söylediği şu sözleri ilave eder: “Her ne kadar sözün gelişi olarak devlet otoritesi için kamusal alanın yürütücüsü deniyor olsa da, devlet aslında kamusal alanın bir parçası değildir. Kuşkusuz devlet otoritesi genellikle ‘kamu’ otoritesi olarak ele alınır; ama bu kabul, kamusal alanın özelliğinden, yani devletin tüm yurttaşlarının selametiyle ilgilenmesi görevinden türetilmiştir.”

Kamusal alanın, modern toplumlarda bağımsız sivil kuruluşlar tarafından oluşturulan, eleştirel ve özgürleştirici ifadenin hayat bulduğu metoforik platformlar olarak görmemiz gerektiğini gördük. Kamusal mekan ise, özellikle biz mimarların gözünden nispeten daha tanımlı ama yine de henüz sınırları ve potansiyelleri tam belirlenmemiş bir kavram. Yine de kamusal mekan denince,toplumda herhangi bir ayrım yapılmdan her bireyin kullanımı düşünülerek yapılmış açık veya kapalı mekanlar algılanır. Çoğu kez bu tip mekanların sahibi ve işleticisi devlet veya yerel yönetimler olduğu için de (adliyeler, toplu taşıma istasyonları, okullar vb.) yanlış bir ifade ile bu mekanlar kamusal alan olarak adlandırılırlar.

Muhafazakarlık
Ankara’da faaliyet gösteren Türk Serbest Mimarlar Derneği geçtiğimiz Ocak ayında, “Mimarlıkta İrtica var mıdır?” adı altında bir sergiyi Ankara’da Karum alışveriş merkezi içinde açtı. Açılmasının ikinci günü ise sergi Keçiören Belediyesi’nin uyarısı(!) ile kapatıldı. TSMD’nin amacı başta Keçiören belediye sınırları olmak üzere, Ankara’da ve Türkiye’de “Milli Kimlik” (!) kaygısı ile üretilen ve ürettirilen yapılara yorumsuz bir şekilde dikkat çekmek idi.

Türk Dil Kurumu’na göre irtica gericilik, mürteci ise yeni düzene karşı direnen (kimse), gerici demek.
Mimarlık'ta irtica var mı sorusuna verilecek cevaplarda, Türkiye'deki irtica kelimesinin son yıllarda üstlendiği dini anlamları bir kenara bırakmaya çalışarak cevap vermek gerekir kanımca. Çünkü irtica denince artık gericilik değil radikal islamcılık anlaşılmaya başlandı. Oysa irtica kelime anlamı ile yeniliğe karşı olma, geçmişi muhafaza etme, dolayısı ile muhafazakar bir tutumun kavramsallaştırılması. Şahsen mimarlık alanında gördüğümüz bu eğilimi tartışırken, biraz da aptalca bir iyi niyet besleyerek ve naif olma riskini de üstlenerek, irtica kelimesi yerine muhafazakarlık kelimesini tercih ediyorum. Geçmişin itibarlı ve hafızalarda kalan parçalarının muhafazasını ve yeniden inşaasına dayanması açısından bu tabiri daha doğru ve tartışmayı kapatmayacak bir seçim olarak görüyorum.

Tanıl Bora’nın Türk Sağının Üç Hali kitabında etraflıca analiz ettiği gibi muhafazakarlık, sağ ideolojinin İslamcılık ve milliyetçilik organları ile uyumlu çalışan ve Türk Sağı denilebilecek gövdenin parçaları gibi hareket eder. Bora, bu analizinde bu üç farklı organı, maddenin “üç farklı hali” metoforu ile kurgular ve anlatır.

“Önerdiğim, milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılığı, pozisyonlar olmaktan ziyade ‘haller’ olarak anlamaktır. Fizikteki ‘maddenin halleri’ gibi: katı, gaz, sıvı... Milliyetçiliği, muhafazakarlığı ve İslamcılığı, Türk Sağının birbirine dönüşebilir oluş biçimleri olarak yorumlamaya çalışıyorum. Bunlardan birinde veya ötekinde Türk Sağının ‘maddesini’ görmek istiyorsak, o maddenin bir bileşeni veya kanadıyla falan değil bir haliyle karşı karşıya olduğumuzu hesap edersek, durumu daha iyi anlarız, diye düşünüyorum.

Bu anlam çerçevesinde, salt bir ideoloji değil, bir zihniyet örgüsü olarak düşündüğüm
milliyetçiliği Türk Sağının grameri/dilbilgisi olarak ele alıyorum. İçerikleri, kavramları, imgeleri uyarlama, uydurma gücü esas olarak ondadır. Milliyetçilik, maddenin halleri mecazına başvurursak, Türk Sağının katı halidir.

İslamcılığa, Türk Sağının lugatçesi olarak, imge, değer, ritüel kaynağı olarak bakıyorum. Tek kaynak değil tabii; ama belki en bereketli, en hararetli kaynak, onsuz olunmaz bir hayat pınarı. Mecazımızı zorlarsak, İslamcılık Türk Sağının sıvı halidir – kap değiştirme ve mecra bulma gücü modernlik kadar yüksek!...

Muhafazakarlık, içeriklerin ve zihniyet kalıplarının ötesinde bir ruha hali, duruş/duyuş biçimi, usluptur; Türk Sağının ‘havasıdır’. Burada ‘maddenin halleri’ mecazını çok güzel istismar edebiliriz: muhafazakarlık, -hele buharlaşana düşkünlüğüyle -, Türk Sağının gaz halidir. – ‘gaz’ın amiyane kullanımlarını da (‘gaz verme’, ‘gaza getirme’) hesaba katıyorum...


Türkiye’de kültürel ve etik bir program olarak düşünürsek son derece güdük ve ‘yalan’ olduğunu söyleyebileceğimiz muhafazakarlık, Türk Sağının (yine aynı kayıt: sadece Sağın mı?) modernizmle başetme serüveninin asli sıfatıdır belki de.”

Bora’nın metoforunda da görüldüğü gibi muhafazakarlık gayet masum bir duruş olarak algılanabilirken, aslında her an sıvı(İslamcılık) ve katı(Milliyetçilik) haline dönüşebilecek bir ruh hali olduğunun farkına varmamız gerekir. (Marshall Berman’ın Marx’ın Katı Olan Herşey Buharlaşıyor lafı üzerine yazdığı aynı adlı kitabı da bu vesile ile çarpıcı bir ironi olarak anmadan geçmemek gerek.)

Hangi kimlik?
Peki tüm bu kavramsal analizlerin kamusal mimarlık ile ilgisi nerededir? Uğur Tanyeli’nin defalarca çeşitli vesilelerle dile getirdiği ve en son Arredemento Mimarlık dergisinde yayınlanan ve Arkitera.com’daki bu gündem dosyasında da tekrar yer bulan yazısında olduğu gibi, kimlik buhranı Türkiye’de özellikle mimarlıkta üstümüze yapışıp kalmış bir kompleks olarak yer etmiştir. Artık bıktırıcı bir şekilde ifade edile edile içimize yerleştirilen kimliksizlik paranoyasının, veya kaybolmuş kimliğin yeniden bulunması hayali en fazla mimarlık alanında somutlaşıyor belki de. Sibel Bozdoğan’ın Modernizm ve Ulusun İnşası kitabında etraflıca bahsettiği tepeden inme mimarlık çizisi belirleme gibi bir anlayış Türkiye’de merkezi bir otoritenin aracı olmaktan çoktan çıktı. Bugün iktidarların imar hareketleri ile ilgisi kentsel dönüşüm, gayrimenkul ve rant ölçeğine sıçradığı için, mimari çizgi veya uslüp, iktidarların ilgi alanlarını meşgul etmiyor artık. Öte yandan, birincisi, ikincisi derken artık numaralandırılması bile saçma hale gelmiş “Milli Mimari” dönemlerinin arasında bocalayan Türk imar anlayışı, 1990 sonrasında pusulasız kalmış gemi misali, bir yandan gelen muhafazakarlık dalgası ile savrulurken soğan kubbelere ve sivri kemerlere tutunuyor; diğer taraftan gelen küresel kapitalizm ve popüler kültür dalgası ile de, giydirme cephelerden ve American Siding kaplamalardan medet umuyor.

Bugün her ne kadar açıkça teleffuz edilmese de gerek AKP hükümetinin gerekse yerel yönetimlerin ve bu yönetimlere yakın kişilerin fiziksel çevre ve mimarlıkla ilişkisi Emperyal Osmanlı imgesinin yaratılmasıdır. Yeniden yaratılmasıdır diyemiyorum çünkü bu imge hiç bir zaman şu anda bazı kişilerin kafasındaki gibi homojen ve mükemmel bir imge olamamıştır. Bugün Kültür Bakanı Koç, Topkapı Sarayı’nın içindeki ve etrafındaki bazı binaları yıkıp, zamanında bazı yıkılmış olan köşkleri ve konakları da yeniden inşa edeceğini söyleyerek bu imgenin ipuçlarını bir parça da olsa veriyor bizlere. Oysa o yıkmak istediği yapıların bir kısmı 19.yy Osmanlı yapısı, yeniden inşa etmek istediği köşkleri yıkan da bir Osmanlı padişahı olan Sultan Abdülaziz idi. Aynı şekilde Cengiz Eruzun yönetimindeki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan ekip, Kiptaş vasıtası ile Süleymaniye’de bir Osmanlı Konakları muhiti yaratmak için çalışırken de bu imge bilinçalıntında salınıp duruyor. Arnavut kaldırımlı sokaklarında şerbetçilerin dolaştığı, müstesna Osmanlı paşalarının yaşadığı yalıbaskısı ahşap kaplı konaklarla örülü mutena Süleymaniye imgesi zihinlerde o kadar kuvvetli bir şekilde yaratılmış ki, Uğur Tanyeli’nin İstanbul’daki ahşap kullanımına ilişkin bildiğimiz tüm doğruları alt üst eden çarpıcı araştırması bile bu imgeyi sarsamaz.

Mekanlar bizi değiştiriyor mu?
Bugün İstanbul’da yeniden inşa edilen veya onarılan vapur iskelelerinin neden klasik Osmanlı döneminden bazı unsurlar taşıdığını, belki de o iskelerlerden her gün geçen binlerce İstanbulludan bugüne dek soran hiç kimse çıkmadı. Bilakis pek çok yolcu bu temiz ve yeni iskeleleri eski bakımsız iskelelerle kıyaslayıp takdirle karşıladı. Aynı şekilde Milli Eğitim Bakanlığı’nın Gelenekten Geleceğe adı altında sipariş ettirdiği “Geleneksel Mimarlığımıza Uygun” okul projeleri için hiç bir üniversiteden görüş bildiren öğretim görevlisi de duymadık. Adalet Bakanlığı’nın Türkiye’nin pek çok ilinde inşa ettiği adalet saraylarının oransız klasik Osmanlı mimarisi baharatlı cephelerini hiç bir ünlü mimarımız yadırgamadı. Bir endüstri yapısı olan ve bazı standartlara sahip olması gereken basit trafo binalarına ‘Türk Evi’ giysisi giydirilince bunu traji-komik bulmak bir yana, tam tersine ‘temizlendi ortalık, biraz renk geldi şehre’ diyerek takdir bile edenlerimiz oldu!

Türkiye’deki kamusal alan tartışmalarının sadece üniversitedeki başörtüsüne ve cumhurbaşkanı eşine indirgenmiş olması ne kadar şaşırtıcıysa, kamusal mekanların tamamen şeffaflıktan uzak bir şekilde şekillendirilmesi ve sivil insiyatiflerin hiç bir şekilde tepkisini almaması da o kadar şaşırtıcı olması gerekir. Ama ona bile şaşırmıyoruz. Kamusal mekanların yaratılması için Türkiye’de bugüne dek yeterince kuvvetli bir kamusal alan oluşturulamadığı için, ihale sistemi tersten işler; önce işletmenin, ardından mimari projenin ve en sonunda müteahhitin belirlenmesi gerekirken, mevcut sistemde önce müteahhit iktidar koltuğuna oturur ve mimari proje elde etmeyi tesisat döşemek gibi bir nevi teşeronluk hizmeti olarak görür. Bu nedenle kamusal mekanların üretiminde ne şeffaflık ne katılımcılık bugüne dek arzulandığı gibi sağlanamamıştır. Hal böyle iken, kamusal mekanların şekillendirilmesinde kamu söz sahibi olamaz, ancak razı olur.

Kamusal alanı oluşturan eleştirel ve katılımcı aktörlerin kamusal mekanların yaratılması sürecinde izlediğimiz bu sessizlik gerçekten tehlikeli bir durum. Bu mekanların üretilme sürecindeki çarpıklık bir yana, bu mekanların muhafazakarlık kisvesi altında cisimleştiği görüntüleri, kamunun düşünce yapısını da yavaş yavaş değiştiriyor. Eleştirel ortamın beşiği, dolayısı ile kamusal alanın merkezi olması gereken üniversitelerin suskunluğu, mimarlık camiasının önde gelen mimarlarının sessizliği, mimarlık kurumlarının başka işlerle meşgul olurken bu konuya ilgisiz kalması bu tehlikeli gelişmelerde hepsinin birer suç ortağı olmasına neden oluyor.

Durumdan vazife çıkartarak Arkitera.com’da bu konuyu Gündem dosyası olarak açarak, kentlerimizde fazla göze batmadan gelişip serpilen muhafazakar kamusal mimarlık örneklerini, bu konuda bazı kişilerin görüşlerini, konuyla birebir ilgisi olduğunu düşündüğümüz Uğur Tanyeli’nin iki önemli makalesini bir araya toplayarak bu dosya ile olup bitenlere bir nebze olsun dikkat çekmeye çalışıyoruz.

Ömer Kanıpak

1 The Edifice Complex: How the Rich and Powerful Shape the World, Deyan Sudjic, Penguin Press HC, 2005
2  Kamusal Alan, ed. Meral Özbek, Hil Yayın, Aralık 2004, İstanbul
3 Türk Sağının Üç Hali, Milliyetçilik, İslamcılık ve Muhafazakarlık,Tanıl Bora, Birikim Yayınları , 1999, İstanbul
4 Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, Marshall Berman, İletişim Yayınları, 2006, İstanbul
5  Modernizm ve Ulusun İnşası, Sibel Bozdoğan, Metis Yayınları, 2002, İstanbul

Kamusal Mimarlıkta Muhafazakarlık
Takip
Kamusal Mimarlıkta Muhafazakarlık
Gündem Arşivi
Dönem için hazırlanan gündemlerin listesi aşağıdadır. Ayrıntılarına ulaşmak istediğiniz gündem başlığını listeden seçiniz.