Gündem

Kamusal Mimarlıkta Muhafazakarlık

Tarih: Mart 2007 Editör: Ömer Kanıpak, Şebnem Şoher Derleyen: Gül Keskin
Korhan Gümüş - Mimarlık ve İrtica

Osmanlıcı-İslamcı muhtevanın modernist-arınmacı ekolü tasfiyesi
Tarihi Yarımada’daki ‘Osmanlı Mahalleleri’ ile artık belirgin bir görünüm kazanan mimarlıktaki irtica’ meselesi uzun zamandır benim de aklımı yoruyordu. Şu soruları sormaktaydım: Türkiye’de modernlik de acaba bir tür ‘irtica’ya mı dönüşmüştü de, biz mi fark etmemiştik? İçinde bulunduğumuz için modernliğin de sorgulanmadan kamusal alanı biçimlendirdiğini fark etmemiş miydik? Bu yüzden mi, kendisi de bir ‘irtica’ olduğu için mi, modernlik başka bir tür ‘irtica’ karşısında sessiz kalıyordu? (Hatta sessiz kalmak bir tarafa, iktidar alanını paylaşmak, kendi ayrıcalıklarını korumak için uzlaşıyordu?) O zaman halkın aleyhine olan bu çelişkiyi bir farkındalık yaşamak, yani ‘sahici’ bir modernleşme için bir fırsat olarak görmek mümkün müydü? Bugün kenti kurmaca bir anlam dünyasına taşımaya çalışan, 19. yüzyıl kentleşme modelini andıran bir durumla karşı karşıyayız. Özellikle simgesel sermaye olarak adlandırılan kurgulama alanları, mimarlık, şehircilik gibi uzmanlık dallarının kamusal gücü ellerinde toplayan kesimlere, patronaj sistemlerine bağımlı hale gelmesi ile birlikte kentte eşitsizlik bir uçurum halini alırken, İstanbul’da gentrification (mutenalaştırma) olgusu iyice sorgulanamaz oluyor. Kamu uygulamaları bir taraftan eşitsizlik yaratan bir genel geçerlilik alanına kavuşurken, kentin dönüşümüne yol açan uygulamalar da temizlik, güzelleştirme, suç ortamlarını yok etme gibi söylemlerle hakimiyetini pekiştirmeye başlıyor. Kent yeniden ortaçağa, kalelerin içine çekiliyor. Bütün emlak ilanlarında barok kentin bir uzantısı olan kamusal mekanın ölümü açıkça ilan ediliyor. Üstelik halkın büyük bir bölümünü dışarıda bırakarak. Bu özel mekanların dışında orman kanunlarının geçerli olduğu alanlar kalıyor. Yalnızca enformel yerleşim alanlarında değil, İstanbul’un en gösterişli yapılarının çevresinde dahi şaşırtıcı bir kaosla karşılaşılıyor. Yüzmilyonlarca dolar sermayenin bir çırpıda akıtıldığı devasa binaların dışında dahi ‘kamusal mekan’ adı verilebilecek bir durum yok. Bu binaları tasarlayan girişimciler kendilerine sunulan arazi parçalarını kentin yaşanacak yegane merkezleri olarak belirliyorlar ve düzensizliğe meydan okuyorlar. Bu nedenle dışarının düzensizliği onları rahatsız etmek şöyle dursun, güçlü kılıyor. Kamusal alanın yokluğunun bu nedenle bir sorun değil, amaçlanan bir şey olduğu dahi söylenebilir. Kamusal alan izlenimi verilmiş mekanlara insanların sığınması amaçlanıyor. Kentin düzensizliğine bir alternatif yaratılmaya çalışılıyor. Sermayenin dönüştürdüğü bu kentte güçsüzler için sığınacak bir tek alan kalıyor: Siyasal popülizmin kanatları, himayesi altına sığınmak. Sermayenin ortaya koyduğu bu mekan düzeni ile bir zamanların bütünsel tasarım düşü arasındaki karşıtlık olduğu söylenebilir. Deprem, kültürel mirasın korunması gibi temalar kullanılarak siyasetçiler belediye şirketlerini kullanarak sermayenin yaratmış olduğu dönüşüme kendi tarzlarında cevap vermeye çalışıyorlar. Kapitalist dönüşümle bugüne kadar karşıtlık içinde gibi gözüken ve genellikle üniversiteler cephesinde savunulan planlı yerleşim modeli ile siyaset arasında bir ittifak olduğu ilk defa bu kadar belirgin bir biçimde göze çarpıyor: Artık siyasal mekanizmalar ile somutlaşan kentsel dönüşüm kavramı da öncelikle bu yeni koalisyonu simgeliyor. Kapitalist kente karşı bir alternatif gibi gözüken planlama ideolojisi artık siyasetin ayrıcalık yaratmak için kullandığı bir araca dönüşüyor. Bu açıdan bakıldığında bugün kentsel uygulamaları hiyerarşize ederek ayrıcalık yaratmaya dayanan bu ideolojik planlama anlayışının yeniden üretiminin krizler ile mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin 17 Ağustos depreminden sonra “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenler oldu ama onbinlerce insanın dehşet yaratıcı ölümünden sonra gölgede kalmış bir çok faaliyet birdenbire öne çıktı ve bir ilgi grubunun çıkarlarının temsil edilmesine dayanak oluştu. Görüldüğü gibi krizler, eğer bilgi üretimi alanında bir değişiklik yaratmıyorsa toplumsal hiyerarşinin değişmesine ve çözümlere değil, sorunlara neden olan uygulamaların yeniden üretimine, hatta pekişmesine bile yol açabiliyor. Örneğin bugün İstanbul’da geçmişe ait yücelik duygusu ve değerlerin yitirilmesi (nostalji), yaşam alanlarının güvensizleşmesi ve sağlıksızlaşması, hatta çevre değerlerinin yitirilmesine dönük tepkiler sanıldığı ve umulduğu gibi sorunlara neden olan kamu fikrinin yenilenmesini değil, gerçekçi olmayan geçici umutlar yaratarak sürdürülebilir olmasını sağlıyor. Bu açıdan bakıldığında İstanbul’un kültür varlıklarının yok olması ve kentleşme özellikleri de bir kesim için böylesine fırsatlar yaratıyor. Kendilerine korumacı diyen, geçmişin değerlerinin yok olmasından dem vuran bir takım uzmanlar bu sayede hem sorunun büyümesinden güç kazanıyor. Örneğin İstanbul’un Tarihi Yarımadası’nda bu sayede tarihe uyumlu, Osmanlı tarzı konutlar yapmak, ‘tarihe zarar veren’ küçük üreticileri (ve burada yaşamayı hak etmeyen) yoksul insanları mahallerinden kazımak, güncel sanat etkinlikleri yerine ebruculuk, hat, tezyinat gibi pazar ağları ile hiçbir ilişkisi olmayan faaliyet türlerini himayeci sistemler ile boşalan tarihi mekanlara yerleştirmek, uygun görülmeyen nüfus yerine sanatçılardan ve kamu sayesinde zenginleşen insanlardan oluşan yeni bir nüfus yapısı öngörmek, sosyal dokuyu tümüyle değiştirmek için turizmcileri seferber etmek, güncel mimarlık ve şehirciliği tarihi semtlerde uygulanmaması gereken mesleki alanlar olarak ilan edip, tamamen patronaj sistemleri içinde üretilen kentsel tasarım projeleri elde etmek, vatandaşlar arasında geçerli olması gereken özel hukuk araçlarını kamu ile kişiler arasında kurarak, insanları, iş yeri sahiplerini mülklerini satmaya razı etmek, hatta zorlamak son zamanlarda İstanbul’da sıklıkla rastlanan uygulamalar halini alıyor. Çünkü korumacılık adına sorgulanması mümkün olmayan kesinlikler, hakikatler inşa etmek, ki bunları icatlar olarak adlandırabiliriz, öncelikle profesyonelliği dışlıyor, birilerine ayrıcalık sağlıyor.

İdeoloji ya da profesyonel alanın daralması
Modern ‘kültür’ kavramının iki ayrı kullanım biçiminin olduğunu varsayabiliriz: Bunlardan birincisi modernleşme sürecinde, milli kimliğin oluşumunda ortaya çıkan bir icad olarak ‘kültür’ kavramı. İkincisi ise bir farkındalık içeren, bir entelektüel pratik olarak (güncel) kültür. Yukarıdaki sorulardan hareketle kültürün muhtevasına göre bir ayrım yapmak yerine (yani geçmişçi-tarihselci ya da ilerlemeci-pozitivist) kültürün ideoloji ile ilişkisine değinmek istiyorum. İdeoloji bir taraftan geleneksel olandan bir kopuş yaratırken (sahicisinden daha sahici hale gelen) bir tarihsel muhteva üzerine kurulur. Bu muhteva geçmişle arasında bir ayrım gözetmez, süreklilik iddiasını taşır. Tarih boyunca kültür elitleri, kendi ayrıcalıklarını korumak ya da gerçekleştirmek için milli kimliklerini keşfetmek ve yeniden yorumlamak için sürekli çaba gösterirler. Ancak hakim ideolojiye göre bu ‘muhteva’ sürekli değişir. Örneğin bu kimlikleşme hareketlerinin beşiği olan kozmopolit İstanbul mimarlıkta, edebiyatta, güzel sanatlarda 19. yüzyıl sonuna doğru bir çok tarihselci akıma sahne olur. Bu değişim yeni eğitim kurumları ve müzecilik akımları ile İstanbul’da kurumlaşır. Ancak 1. Dünya Savaşı sonrası bunları tasfiye etmeyi hedefleyen elitin bu kimlikleşme sürecini yeni bir muhtevaya kavuşturduğu görülür. Bu yeni kimlik çok milletli, yani kozmopolit olanın karşısındadır: Homojen bir muhtevaya sahip olması, ulus-devletin ideallerine göre, halka mal olması hedeflenmektedir. Bu noktada kamusal gücün de devreye girdiğini hatırlatmakta yarar var (Celal Esat Arseven, aktaran Metin Sözen, Türk Mimarisi İş Bankası Kültür Yayınları 1996). İkinci Dünya Savaşı sonrası homojenleştirici kimlikleşme hareketlerinin Avrupa’da egemenliğini yitirdiği söylenebilir. Türkiye ise savaşa girmediği için ulusal programında böylesine kesin bir kopuş olmaz, ulus devletin kuruluş aşamasındaki kimlikleşme problemi marjinalleşmeden, hatta siyasal merkezin ele geçirilmesine dayanan ana belirleyici unsur olarak bir bakıma çok partili hayatın içine taşınır. Böylece Türkiye’de çok partili süreçte hala bu kültür muhtevasının milli kimliklerin inşa sürecinde olduğu gibi, ‘fundamantalistik’ bir biçimde kurulduğunu söyleyebiliriz.

Pierre Bourdieu ‘kültürel yeniden üretim’ başlığı altında eğitim sistemi aracılığıyla belli bir toplumsal grubun kendi konumunu muhafaza ettiği bir sürece işaret eder. Bu yaklaşım Louis Althusser’in ‘Devletin İdeolojik Aygıtları’ kitabında söz ettiği ideolojinin ‘maddi’ üretimi ile paralellik taşır. (Peter Burke, Kültür Tarihi, sayfa 80; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları). Çok partili dönemde her siyasal ana akımlar (milliyetçi-islamcı- liberal) bu muhtevadan hareketle, kendi prototiplerini inşa etmeye çalışır. Bu inşa süreci, her ne kadar tarihselci referanslarla gerçekleşse de, karmaşık, farklı unsurlar içeren bir muhtevaya sahiptir. Örneğin akademik bir sorgulamanın sonucu olan işlevselcilik, teknikçilik, usçuluk gibi unsurları da içerebilir. Asıl belirleyici olan ise milli bir kimlik altında bu hakikat arayışının kamusal süreçleri yapılandıran bir güç, bir iktidar biçimi haline gelmesidir. Ancak ulusu temsil iddiası ne kadar güçlü dile gelirse gelsin, hiçbir zaman temsil ettiğinin kendisi olamaz: Hiyerarşik bir temsil iddiası her zaman kamusal bağlamı daraltan seçkinci kamusal pratiklere yol açar. Bu nedenle kamusal gücün kaynağı, çoğulcu, açık bir yapı değil, siyasal farklılıkları hakikatlere dönüştüren karşı-entelektüel pratiklerdir. Bu nedenle kamusal pratiklerin öznesinin karşı-entelektüel süreçler olduğu söylenebilir. Kamusal programlar iddia edildiği gibi “ bize ait” bir muhtevaya değil, dar bir alanda sorgulanamayan, seçkinci bir profesyonelliğe gönderme yapar. Ortak bir kamusal özneye, halka gönderme yapsa da, tikelleşmiş bir kamu fikrini, yani bir zümrenin kamu fikrini temsil eder. Bu yüzden tarihselci-millici akım her ne kadar politik temsili geniş bir siyasal tabana yayıyormuş gibi gözükse de sorgulanmamış, ayrıcalık sağlayan, himayeci ilişkilere dayanan bir profesyonellik olarak gerçekleşir. Savaş sonrası kapitalizmin egemenliğinde güncel sanatın meta değeri kazanması gibi bağımsız profesyoneller, sanatçılar özel alana izole olur, kamu sahası savaş öncesi milli kimlik mücadelelerinin, ideolojinin hakim olduğu bir iktidar alanına dönüşür.

Osmanlıcı-İslamcı muhtevanın modernist-arınmacı ekolü tasfiyesi
Bu kapsamda ele almak istediğim konu ‘kültür’ kavramının kimlik inşa edici rolü. Bu inşa sürecinin iki ögesinin bulunduğu varsayılabilir: Bunlardan birincisi nesnenin (corpusun) seçimi. Karmaşık, heterojen bir kapsam bu süreçte hiyerarşik biçimde yeniden anlamlandırılır. Diğer tarafta ise milli kimlik bulunur. Böylece kültürel inşa sürecinin gösteren (mimari) ve gösterilen (millet) tarafı iki ayrı gerçeklik olarak kurgulanır. Ancak bütün ideolojik mekanizmalarda olduğu gibi temsil bu inşa sürecinde gizli kalmıştır. Böylece temsil etmeler yoluyla toplumsal gerçekliklerin (kimliklerin, geçmişin) inşa edildiğinin/edilebileceğinin değil, tartışılmaz bir konu olarak algılandığını söyleyebiliriz. İnşa sürecinde genellikle aranan tipik özellikler ‘milli kimliği’ en iyi yansıtan örneklerin arayışıdır. Örneğin klasik dönem Osmanlı mimarlığı bu açıdan hem milli varlığın en belirgin hali, hem de bunun mimarlıktaki en iyi temsilidir. Oysa maniyerist örneklerin bu saflığı bozduğu söylenir. İkinci Milli Dönemi olarak adlandırılan ‘arınmacı’ ekolü temsil eden üniversite hocalarından danışmanları olan eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan Tarlabaşı yıkımları konusunda şöyle bir demeç vermiştir (1987): “Yıkımlara neden karşı çıkıyorlar? Bunların bir mimari değeri yok. Zaten bizim ecdadımıza da ait değiller.” Bugünlerde aynı bölgelerde kentsel yenileme alanları ilan ediliyor. Belediye bazı yatırımcılar ile projeler hazırlıyor. En son olarak bölgede yaşayan insanlar haberdar oluyor. Bazı yöneticiler “insanların canlarını acıtmayacağız” diyorlar, ama iş uygulamaya gelince öyle olmuyor. Daha şimdiden halkın parası profesyonelliği teşvik etmeyen kurumlaşmalar içinde çarçur edilmiş durumda. Belediyede çalışan, kamu adına karar üreten bir kişi aynı zamanda proje müellifi hem de koruma kurulu başkanı olabiliyor. ‘Tarihi Evleri Koruma Haftası’nda (2006) Amaçlarının Tarihi Yarımada’da Türk Mahalleleri yaratmak olduğunu söyleyen Dr. Kadir Topbaş kendisine projelerini sunan hem belediye danışmanı, hem koruma kurulu üyesi, hem de proje müellifi olan kişiye şunları söylüyor: “Buradaki evlerin tümü tarihi biçimli olacak. Baktığımızda burada cumbalarıyla, sokakta oynayan çocuklar, mahalle havası görmek istiyorum. Projeleri bina sahiplerine bırakmayın. Sonra bildiklerini yaparlar. Buraya gelen turistler bizden bir hava bulmalılar, bizim nasıl yaşadığımızı görmeliler… Sizden bize ait mimariyi yansıtacak bir tasarım istiyorum. Bu yaptığınız İstanbul’a bir örnek olmalı…” Proje müellifi ise son zamanlarda aldığı eleştirilerden dolayı biraz daha temkinli. Her ne kadar tarihi biçimli binalar tasarlamış da olsa, şunları söylüyor: “Biz bunları örnek olsun diye yaptık. Ama biz daha güzelini yaparız diyorlarsa, onlar da önerilerini getirsinler. Yeteneklerini göstersinler. Hangisi daha güzel, bakar, gene biz karar veririz…” Proje müellifi aynı zamanda Tarihi Yarımada’nın koruma planlarını da hazırlayan kişi olduğu için çok deneyimli. Çok iyi biliyor ki, yatırımcı ya da turizm işletmecisi kendisini riske atmamak için belediyenin hazırlamış olduğu bir projenin dışına çıkmayı zaten düşünmeyecektir. Dolayısı ile sanki yüreklerimize su serpiyor: “Tarihi Yarımada’da plana göre yeni yapılan her bina tarihi biçimli olacak. Ama isterlerse içinde bazı değişiklikler yapabilirler. Ancak Ayvansaray’da ahşap, Fener’de kagir, Eminönü’nde binalar taş görünümlü olacak. Çünkü bu semtlerin konsepti farklı…” Görüldüğü gibi çok kültürlü tarih algısının, farklılığın yerini bir süreklilik alıyor ve tarih ‘yaratıcı’ bir süreç içinde yeniden kurgulanıyor. Bu durumda hakikatin inşa sürecinde gösterenle gösterileni kalıcılaştıran (sabitleyen), bir temsil hiyerarşisi yaratan bir üçüncü gösterge sisteminin bulunduğunu varsayabiliriz. Burada koruma söylemi yalnızca geçmişe ait bir değerin korunmasına değil, yeniden üretimine uzanır. (Tarihi Evleri Koruma Haftası etkinliklerinde sunumu yapılan Osmanlı mahalleleri konusunda Prof. Dr. Cengiz Eruzun’un yaptığı konuşma.) Dolayısı ile Süleymaniye Projesi adeta ulus devletin inşa sürecindekine benzer bir nitelik kazanmaktadır. Ancak bu defa muhteva tersine dönmüştür: Osmanlıcı-İslamcı muhteva bu defa modernist-arınmacı ekolü tasfiye etmekte ve onu kendi paternalist modeli içinde dönüştürmeye çalışmaktadır. Bu dönüşümü aynı zamanda akademik alandan bu muhtevaya gelen eleştiride de (örneğin Prof. Dr. Doğan Kuban’ın Yapı Dergisi’nin özel kitapçığında) görmek mümkün: Çünkü bu eleştiri gerçekte bu işin uzmanlara bırakılmasını savunmaktan ileri gitmemekte ve gene 2. Milli tezlerine benzer korporatist bir yaklaşım sergilemekte. Doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye’de ‘kültürel miras’ kapsamında süren tartışmaların da bu nedenle tarihselci-millici çerçeveden akademik bir alana taşındığı söylenemez.

Kültürel miras kavramı güncel mimarlığın bir alanı olarak görülebilir mi?
Güncel mimarlığın uluslar arası gündeminde ise giderek kamusal boyutun öne çıktığı görülüyor. Örneğin 10. Venedik Bienali Uluslararası Mimarlık Sergisi’nin açıldığı 10 Eylül 2006 tarihinde NY Times’ta 'Kentleri Çizim Tahtasına Koymak' başlıklı bir makale yazan Nicolai Ouroussoff yaratıcı sınıfların bağımlı olmasının kentteki haksızlıkları gizlediğini söylüyor. ( “Gelişmelerin kenti ‘gentrification’a götüren ‘yaratıcı sınıf’ (creative class) adlı kesimin elinde olması, bu kesimin kendisini iktidar ve para peşindeki bir çıkar grubu olarak konumlandırması eşitsizliği sorgulanamaz hale getiriyor.”) Bu kesim eşitsizlik yaratarak, kenti tasarlama, karar süreçlerini etkileme imkanı olmayan insanları kazıyarak kamusal gücü ellerinde topluyor. Sonra da güçlerini mimarlık aracılığıyla sergileyip, halkı kendilerine tapınır hale getiriyorlar. Mimarlığın yegane profesyonel ilgi alanı olarak algılanan inşa etme eylemi mesleğin kamusal boyutunu arka planda bırakıyor. Mimarların kamu yöneticilerinin yönlendirmesi ile yaptıkları derme çatma projelerden, gösterişli yapılara, toplu konutlara, iş ve alışveriş merkezlerine kadar karşımıza çıkan bu tür mimari ürünlere baktığımızda mimarlığın inşa eyleminin bir aşaması gibi algılandığını görüyoruz. Kenti tümüyle arka planda bırakan ve dönüşümü yatırımcılarla gerçekleştiren bu profesyoneller mimarlığı yalnızca fiziksel çevrenin dönüştürülmesine adanmış bir faaliyet gibi gösteriyorlar. Üstelik deprem, kültür mirası, yoksulluk gibi imgeleri kullanarak, kendilerine mal ederek kendi konumlarını sorgulamaktan daha kolayca uzaklaşıyorlar. Şunu iddia etmek yanlış olmaz: Deprem riski, tarihi değerlerin yitirilmesi, çevresel nitelik kaybı gibi hiçbir entelektüel sorgulama geçirmeden, kendiliğinden gündeme gelen sorunlar bunlardan beslenen kapalı çevrelere var olma ve kendilerini yeniden üretme imkanı sağlayan icatlar olarak görülebilir. Bu icatlar sorunların büyümesinden güç kazanan, bu sorunlar sayesinde kamusal kaynaklardan aldığı payı büyüten bir takım kesimlerin kendilerine yaratmış oldukları fırsatlardır. Bu nedenle bu tecrübelerin kendiliğinden bir değişim yaratacağını ummak güzel hayaller olarak eskiden muhalif gibi gözüken planlamacıların da artık düşlerini süslüyor.

Uluslar arası akademik gündemde ise uzun süredir toplumsal bilimler pratiklerinin güncel sanatta olduğu gibi, bu hakikat arayışından, yani toplumsal gerçeklikten, yani kültürün toplumsal gerçekliğin bir ifadesi olmasından kültürün göreliliğine doğru bir kayma gerçekleştirdiği görülüyor. Toplumsal gerçeklik konusu, gerçekliğin oluşturucusu olan temsil pratikleri üzerinden sorgulanmaya başlanıyor. Böylece bilmenin gerçekliği ne ölçüde inşa ettiği bir sorgulama konusu haline geliyor. Jacques Derrida’nın ‘göstergenin merkezsizleştirilmesi’ olarak adlandırılan yaklaşımının burada anlamlı olacağını düşünüyorum. Derrida gösterenin arkasında bir gösterilen, ya da hakikat olmadığını ileri sürer. Bu açıdan bakıldığında güncel kültür, güncel mimarinin entelektüel çerçevesi bu sembolik örtüşmeyi açığa çıkarır ve hakikat arayışını sorgular. Böylece ‘korumacı mimarlık’ adını alan ve mimarlığı bir zanaat gibi yorumlayan yeniden üretim konusu da kültür mirası kavramından ayrışır ve görelileşir. Bunun bir göstergesi mimarlığın diğer simgesel uğraşlar gibi kamusal güçten ayrışmasıdır. Buna karşılık kamusal alandaki uygulamaların uluslar arası program ve konvansiyonlarla yarattığı çelişkiler giderek daha belirgin hale gelmektedir. Politikacılar ve onlarla birlikte iktidar gücünü yanına alan uzmanlar bu uluslar arası sözleşmeleri yabancıların dayatması olarak görmektedir. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde yer alan İstanbul’un son dönemlerde yaşadığı sorunlar bunun tipik bir örneğidir. Mimari korumacılık konusunda profesyonel ortamlarda savunulan kamusal fikirler genellikle kamusal gücü iktidar ilişkileri içinde dönüştürmeye çalışan dikey ilişkileri, bundan istifade etmeye çalışan ayrıcalıklı kesimleri ve güçten doğan tartışılmaz kesinlikleri içermektedir. Bu kapalı ilişkiler içinde ‘korumacı’ mimarların da ‘duyarlılık’ adına kendi çıkarlarını savunan bir toplum kesimi gibi davrandığı görülmektedir. Kamusal boyutu eksik kalan bu tür bir katılım ise genellikle güç sahiplerinin siyasal kararlar ve kamusal işlevler üzerinde etkili olmasını ve tepeden inmeci bir yaklaşımı, kamusal alanların profesyonelliğe kapanmasını, halkın uzmanlıklardan yararlanamamasını getirmekte. Bu nedenle kapalı bir korumacılık fikrinin siyasal alandaki tezahürü profesyonelliği marjinalleştirmekte ve kent için büyük tahribatla sonuçlanmakta. Oysa kesinlikler içermeyen demokratik profesyonellik, yaratıcı süreçleri harekete geçirmekte ve korumaya esas teşkil edecek yapının homojenleştirilmeden kalmasını ve uygulamaların bilgi ile yönetilmesini sağlamakta. Bu nedenle mimarlık gibi yaratıcı uğraşlar içindeki uzmanların bir taraftan ‘kamuya dokunurken’ bağımsız kalmaları profesyonelliklerinin bir gereği olarak görülmeli.


Kamusal Mimarlıkta Muhafazakarlık
Takip
Kamusal Mimarlıkta Muhafazakarlık
Gündem Arşivi
Dönem için hazırlanan gündemlerin listesi aşağıdadır. Ayrıntılarına ulaşmak istediğiniz gündem başlığını listeden seçiniz.