Haberler

Sinan'ı An-la-mak

Tarih: 9 Nisan 2007 Yazan: Selen Morkoç

Fotoğraf: selimiyecamii.com

Her yıl Sinan’ı resmi törenler ve seminerlerle anmanın günümüz Türk toplumuna ne faydası oluyor diye sormadan edemiyorum. Sinan uzun süredir marjinalize edilmiş ama yakın tarihlerde kendisiyle tarihsel bağlantısının açıkça kabul edildiği anılarında kendi dindar sözleriyle gelecek kuşaklar tarafından hayırla anımsanmak için dua eder. İçinde bulunduğu ve ebediliğine naifçe inandığı dünya düzeninin kırılganlığından ve gelecek kuşaklar için anımsama eyleminin travmatik boyutlara dönüşebileceğinden habersizdir bu dilekte bulunurken.

Nasıl bir mimar olursa olsun ben Sinan’ı hep öncelikle bir insan olarak düşünmeden edemiyorum; dört yüzyıldan uzun zaman önce yaşamış bir insan. Bu gözle baktığımda her yıl tekrar edilen resmi törenler ve sayısı gitgide artan ruhsuz anıtlar zalimlik gibi görünüyor. (1) Freud yıllar önce anıtın bilinci travmatik bir anıya karşı kalkan gibi korumak üzere üretilmiş bir yalan olduğunu savunur. Her fikrine katılmasam da Freud’un bu tezini ikna edici buluyorum. O günden bugüne üzerine sayısız düşünceler üretilmiş anıt ve anıtsallık kavramlarının temelinde geçmişi çarpıtmak, bir tarihsel fenomeni sadece o bakış açısından önemli göründüğü için diğer geçmiş parçalarından ayrıcalıklı saymak olduğu söylenebilir. İster kutlama ister yas tutma olsun anmak genelde insanın varlığını rahatlatmak için gereksinim duyduğu bir eylem ve günümüzde de bireyin ruh sağlığını sürdürmek adına önemini inkar etmek zor. Ama ben ortak değerlerin çok boyutlu ve parça parça bulanıklığının egemen olduğu günümüz toplumlarında resmi törenlerin masumiyetine inanmakta güçlük çekiyorum. Sonuçta Tatlin’in sonsuza yükselen ütopik spiraline Lenin kendi tıknaz heykeliyle son noktayı koymadı mı? Zaten dünya Sultan Süleyman’a da (haliyle) kalmamıştı. Hangi sosyal rejim hala toplum için masumca dürüst olduğunu ileri sürebilir? Manhattan’ın sıfır noktasında dikilmeye çalışılan hilkat garibesi mimarlık harikasının nasıl bir yalana çanak tuttuğundan bu bağlamda söz etmeye bile gerek yok. Günümüzde toplumsal anımsama yalanını çoğu kez kimse yutmuyor. Kenarda durup Maya tören kuyusuna kurban edilecek bakireyi izlemek o dönemin insanı için belki Tanrılarla ileşitime geçmekti. Bu zamanda her yıl Sinan’ı ruhsuz bir mimarlık sunak taşına dönüştürmek de bana daha az zalimce görünmüyor.

Üç Anımsama
1
Dünyanın öbür yarım küresinin Antarktika’ya yakın bir yerlerinde son üç yıldır her dönem mimarlık ve peyzaj mimarlığı öğrencilerine bir saat Osmanlı mimarisi anlatırım, bu onlara bize geldiğinden çok daha ilginç gelir, çünkü dününü anımsamaya bile üşenen refah bir ekonomik düzenin şımarık ve istedikleri her şeye ulaşabileceklerine inanan genç bireyleridir. Eski zamanlarda yaşamış, şu an ortadan kalkmış bir uygarlığı dinlemek onlar için eğlendiricidir. Dersin büyük kısmını istemeden Sinan’a adamak beni hep rahatsız eder ama klasik Osmanlı mimarisini bir saate sığdırmanın başka yolu yoktur. Üstelik istisnasız her dönem en az bir öğrenci Sinan’a takılır kalır. Bunlardan bir tanesi başka bir elektif derste ödev olarak Sinan’ı hazırlamıştı ve sunuşunda önceki dersimde Sinan’ın hemen her eserini Ayasofya’yı ölçüt olarak değerlendirdiğim için beni eleştirmişti. Sıcak havaları birasız atlatamayan, merak etmedikçe okumayan ve hayatının önemli bir parçası sörf yapmak olan bu genç adam için Sinan neden bu kadar önemliydi hiç anlayamadım.

2
Yeni Zelanda’nın küçücük bir kenti Napier’de bir mimarlık tarihi konferansı. Ardarda üç sunuşun sonuncusu benim; sunuşları coğrafyaya göre bölmüşler. Önce bir kadın küçük bir Bosna köy kilisesinin Ayasofya’yla mekansal akrabalığını irdeliyor, ardından bir adam Melchior Lorichs’in İstanbul panoramasını Osmanlı öncesi Bizans fiziksel çevresi üzerine ipucu bulabilmek için arşınlıyor. En son da ben uluslararası modern mimarlık tarihi yazımında Sinan konusunu irdeliyorum. Ayasofya’yı inceleyen kadın rahatsız oluyor varlığımdan, Ayasofya’ya kendince sahip çıkmış başka bir kültürün temsilini aynı konferansta beklemiyordu herhalde, kötü tesadüf. O Kostof’tan eskizlediği plan üzerinden Ayasofya’nın kutsal noktalarını ispatlamaya çalışadursun benim orijinal fotoğraflarım istemsiz ukalalık göstergesi oldular. Bizans’çı adam pişkin ve rahat, gerine gerine Kanuni’nin Roxalena’ya olan düşkünlüğünden dem vuruyor. Ama bir uyarı alıyor dinleyicilerden Bizans fiziksel çevresinin tarumarlığından şikayet edince; farkında mı İstanbul’un fethinden yıllar önce Haçlılar zaten İstanbul’u yakıp yıkmışlar ve Osmanlılar adeta bir harabe kenti fethetmişlerdi. Sağolsun buralarda da Eco okuyanlar var diyorum ve Baudolino’ya teşekkürler gönderiyorum. Bütün bu konular içinde ister inanın ister inanmayın Sinan bir anda kendiliğinden popüler oluyor; ben durumdan nasıl kaçmaya çalışırsam çalışayım.

3
Bir akşam oturması, Türkiye’den misafir gelmesi son beş yılını burada kitaplara gömülü yaşamış birisi için iletişim aşırılığı demektir. Konuştuğum kişi Trakya taraflarından ve kendi oğlu için küçükken Sinan’in Selimiyesi’nin ne kadar önemli olduğunu anlatıyor bana. Küçük oğlanın en büyük zevki gidip gidip camiyi gezmekmiş çocukken. Sonra anne-babası evlerini yaptırırken ‘nolur Sinan’a yaptıralım’ diye tutturmuş. Ölüm kavramıyla ilk o zaman tanışmış ve Sinan’ın çoktan öldüğünü duyunca ağlamış. İlkokul resimlerinde bile ne zaman bina çizmesi istense o hep bir Selimiye silüetiyle donandırırmış kağıdını.


Fotoğraf: sinanasaygi.com - Uzun Kemer - Eyüp

Daha Eski bir Anı
Bu anekdotların bir bütünlüğü olduğunu iddia etmeden önce daha uzak geçmişe gidiyorum. Şimdilerde Kayseri’nin Ağırnas kasabasında bir Sinan evi açılmış ya da açılmak üzere. Ünlü bir tarihsel figürü kökenine döndürmek amacında Dünya’da ilk örnek değil. Ama Sinan’la Ağırnas’ın ilişkisini abartmak konusunda şüphelerim var. Bu oluşum daha fikir aşamasındayken ben Kayseri’de çalışıyordum. Bayıcı bir kış sabahında başlayan günün sıkıcılığından kurtulmak için kendimi öğrenci otobüsüne atmış ve Ağırnas’a gidenler kervanına harici olarak katılmıştım. Ağırnas’ta bulduğumsa Sinan’ın yokluğuydu. Sinan olsa olsa bir anlatı olarak varlığını sürdürüyordu kasabada. Ankara’dan taşındıkları için Kayseri’nin her şeyini ilginç bulan diğer hocaların Ağırnas şaşkınlıklarını paylaşmakta malesef güçlük çekiyordum. Önünde yılda kaç törenin yapıldığı meçhul heykelin üzerinde yıllar önce yine aynı niyetle buralara gelen Afet İnan’ın Atatürk’ten aktardığı söz yazılıydı: “Sinan’ın heykelini yapınız”.

Sinan’ın evi olarak yeniden diriltilen yapının olduğu sokakta bir amca yolumu kesti o gün, “kızım kızım, adam edin artık bu köyü!” diye gürlerken ben sanki yüz yıldır değişmemiş kıyafetine ve şivesine şaşırıp kalmıştım karşısında. “O şarkıcının köyünü turist cennetine çevirdiler kızım, darısı başımıza” dedi. “Aman Tarkan köyde mi doğmuş” diye düşünürken çekinerek sordum adama “kim bu şarkıcı amca?”; Aşık Veysel’den bahsediyordu! Sonra bana zorla yer altında bir sunak taşını gösterip o taşı Sinan’ın zamanında elleriyle oyduğunu iddia etti. Güya ona anlatırlarmış ki çocukken de Sinan çok yetenekliymiş ve sürekli kumun üzerine parmağıyla bir Erciyes silueti çizer kaçarmış. Oradaki varlığımız amca için o kadar inanılmazdı ki dört yüz yıl sanki iki gün gibi kendi ömrüne ve anılarına indirgenmişti uyduruk anlatısında. Bütün bunları anlatırken amca bir yandan da elimi bırakmıyordu. Bense nasıl elimi geri alacağıma sürekli kaygılanıp duruyordum. O günden bugüne Maoriler dahil güney kutbu yerlilerine varana kadar çeşit çeşit insanlar gördüm; bütün Asyalıları Çinli ve Japon’dan öte ayırdedecek kadar aralarında yaşadım ama hiçbir zaman o amcayla aramızdaki iletişim kopukluğu kadar anlamamak ve kendini anlatamamak beni vurmadı. Sinan ne kadar Ağırnas’ta yoksa o adamcağınızın Sinan’dan bir güncel fayda sağlama takıntısı da o kadar yaşamsaldı. O sebepten artık bugün o Sinan müze evi kurulmuştur herhalde.

Steve Irwin ve Mimar Sinan
Başka bir vesile ile bir gün yine Sinan’ı düşündüm. Avustralya’nın popüler timsah avcısı Steve Irwin yakın zamanda göğsünden aldığı şokla trajik bir biçimde öldü; belgesel çekerken vatos balığı çarpmış. Ölüm anı saniye saniye kameraya takılmış olmalı, gerçek bir Türk mantığıyla hemen “aman ne televolelik hadise, izlemek lazım” diyerek açtım televizyonu, öyle ya dünyada kaç kişi böyle bir ölümle ölürken kameraya takılıyor. Belki inanmazsınız ama Steve’in tek bir görüntüsü dahi yayınlanmadı; iki elinde yılan tutarak yaramaz çocuk edasıyla kameraya gülümsediği eski iyi halleri dışında. Üç dört gün bekledim ve ölüm anının tek bir görüntüsü bile basına sızmadı. Sanırım bu saklanan görüntüler bireye saygının göstergesiydi. Bu yetmezmiş gibi Steve’in ailesi teklif edilen devlet törenini reddetti. Başbakan Howard pek de gücendi ama Steve’in babası “o basit bir insandı, basit bir aile töreniyle gömülecek” diye rest çekti devlete. Tekrar vurgulamakta fayda var bu bahsettiğim adam Discovery Channel’dan Dünya’nın her yerine yeniden dönüştürülen “vahşi yaşam savaşçısı” Steve Irwin; Amerika’ya her gidişinde yanına uçaktan iner inmez koruma verirlermiş kendisi istemese de çünkü orada star olmanın tanımı ve toplumsal anlamı Avustralya’dan farklı.

Steve’in Sinan’la ne ilgisi var? Ben Steve’i saydıkları gibi Sinan’ın da sayılmasını isterdim. Çünkü bu her yıl kurumsal törenlerlerle tükettiğimiz adam da kendince bir insandı zamanında. Törenlerin zalimliğinden dem vururken abartmıyorum. Kesinlikle geçmişe bakışımız masum değil ve toplumsal travmalarımızla yüzleşemiyoruz. Bunu yapamadıktan sonra nasıl Mimar Sinan’dan bugüne mimari dersler çıkaracağız bilmem. Sorunun en gerçekçi göstergesi “Sinan’ın kafatası” meselesinde ortaya çıkıyor. Zamanında Türk’lüğü ispatlansın diye kafatası mezarından alınmış ve iddiaya göre bir daha da yerine konmamış! (2) Malesef o çok saydığımız, tarih ötesi mimar idolümüz mezarında başsız yatıyor. Tim Burton’umuz da yok ki Sleepy Hollow gibi bir film çekip Sinan’ın öcünü en azından temsili olarak alsın (Neyse zaten Johnny Depp’ten iyi Sinan olmazdı). Nereden bulunur nasıl döndürülür bu kafatası mezarına bilmiyorum. Daha da kötüsü başka bir şeyden korkuyorum bir kaç söylenti ve tartışma sebebiyle: Umarım Sinan’ı şu Kayseri’de yaşama arayışları mezarının da oraya taşınmasıyla sonuçlanmaz. Parçalanmış cesediyle bağlamından koparılmış Sinan söylemi arasında su götürmez paralellikler var. Bence Sinan’ı gerçekten sayanlar artık onu bağlamından koparmaya bir sınır koymalı. Çok arıyorlarsa gerçek Sinan şu an tam da olmak istediği yerde yatıyor, magnum opus’u Süleymaniye’nin dibinde, kendi şirin mi şirin anıt mezarında, tıpkı yaşarken de onun mahallesinde oturduğu gibi. Sinan’ı anmaya çok meraklı olanlar keşke bir de onu anlamaya çalışsalar. Böylece hem sürekli onun adına konuşmaktan vazgeçerlerdi, hem de beklentileri kadar çeşitli kurmaca Sinan’lar üretmekten. Ben kimim de mi bunları yazıyorum; bağlam sorununun yaşamsallığını anlayacak kadar uzaktaki biri.

1 Sigmund Freud. On Metaphysics, The Penguin Freud Library, v.11, London: Penguin, 299.
2 Bu başsızlık olayını abarttığımı düşünenler kendilerini ya da çok sevdikleri birini aynı durumda varsaysınlar, hala dert etmeyeceklere bir lafım yok (sonuçta insanların babalarının küllerini marihuanayla çekebildiği bir dünyada yaşıyoruz). Meraklısı için sadece Google search’ten bile bu konuyla ilgili sayısız haber bulmak mümkün. Bilimsel bir makale için bakınız: Soner Çağaştay, “Race, Assimilation and Kemalism: Turkish Nationalism and the Minorities in the 1930s”. Middle Eastern Studies 40, no. 3 (2004): 87.
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.