Haberler

İstanbul nasıl bir kültür başkenti olacak?

Tarih: 30 Mayıs 2007 Kaynak: Radikal Yazan: Korhan Gümüş
İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi, Türkiye'de reel siyasetin dönüşümü için 'nadide bir fırsat'. Siyaset ve kültür eliti ya 2010'u kendileri için bir fırsata dönüştürüp yok edecek ya da Türkiye için kullanacak.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti olma sürecini kurumsal bir yapıya kavuşturmak için hazırlanan yasa daha maçın başında kendi kalemize gol atmaya benziyor. Yasaya alelacele monte edilen AKM'nin yıkılıp yeni bir bina yapılması kararı -ki "bir binanın yıkılıp yenilenmesi de yasa konusu olur muymuş" diye sormak hakkımız- Avrupa Kültür Başkenti olma ilkeleri ve Türkiye'nin taahhütleri ile çelişiyor. Katılımcılık, yaratıcılık, şeffaflık gibi ilkeler etrafında programın geliştirilmesi öngörülürken, yasa taslağına AKM ekleniyor. Üstelik Başbakanlık Genelgesi ile resmi bir hüviyet kazanmış olan İstanbul 2010 Yönetim Kurulu'nun görüşünün alınmasına dahi ihtiyaç duyulmadan. Dahası var: Danışma Kurulu içinden seçilecek STK'ların yerini kamu kuruluşlarının temsilcileri ve atanmışlar alıyor. Oysa seçici kurulun İstanbul'u oybirliği ile Avrupa Kültür Başkenti seçmesindeki en önemli gerekçe, programın başından beri sivil toplum kuruluşlarının sahipliğinde gerçekleşmesi ve aşağıdan yukarıya doğru yeni bir sürecin başlatılmış olduğuydu. Değerlendirme raporunda bu konuya dikkat çekiliyor ve "Aşağıdan yukarıya yapılanan süreç ve sivil toplumun oynadığı aktif rol, teklifin yaşamsal değerleri olarak görülmüştür" deniyordu. Sanki birileri "Eğer İstanbul Avrupa Kültür Başkenti seçildiyse, onu da ben bilirim" diyerek cevap veriyor. Tasarıyı onaylayan komisyonda yaşanan tartışma ise ilginç. AKM konusuna itiraz eden CHP'li bir üyeye, AKP'li bir üye "Siz devleti tanımıyorsunuz" diyor. Bu söylenen, sorunu bütün açıklığı ile ifşa ediyor.

Devlet bir inşaat yaptıracağı zaman, pekala bir şirketten hizmet almasını biliyor. Örneğin tüp geçit, köprü, tünel, atıksu arıtma, telekomünikasyon gibi büyük kamu projelerinde uluslararası şirketler kolayca kendi teknolojilerini kullanabiliyorlar. Kamuyu temsil edenler şirketlere "siz istediğiniz öneriyi geliştirin, projeyi biz yürütürüz" demiyorlar. Ancak kültür yönetimi söz konusu olunca, iş değişiyor. Ne kadar kendilerine "demokrat ve katılımcıyız" derlerse desinler, bazılarını kamusal gücün katılımcı bir şekilde kullanımı rahatsız ediyor. Çünkü kültür yönetimi patronaj ile çelişiyor. Bunun kılıfı her zaman hazır: "Biz kamuyuz, halkı temsil ediyoruz, halka karşı sorumluyuz. Kimseye ayrıcalık tanıyamayız". Böylece kültür konusu bir siyasal temsil konusu olarak algılanıyor. Kamu yöneticileri kendilerine çıkarları ile bağımlı olanları seviyor. Sanatçılara, kültür insanlarına, mimarlara şu yol öneriliyor: "Git hizmetini bir şirkete sat. Ben istersem ondan hizmet almasını bilirim. Ama bağımsız olarak karşıma çıkma. Sen kimi temsil ediyorsun?" Oysa kültürle ilgili projelerin çıkar mantığıyla ile ve bağımlı olarak yürümesi mümkün değil. Bu siyasetin ufkunu daraltıyor.

Bazı siyasetçilerin AB'yi ideolojik bir siyasal oluşum olarak algıladıkları muhakkak. AB'den tarih, kültür gibi değerleri öne çıkaran, ulus-devletle türdeş bir siyasal yapı anlıyorlar. AB içinde de muhafazakâr partilerin sivil toplumla kurdukları her olağan ilişki neredeyse bu değerlerin temsilini hedefliyor, her fırsatta sanki ideolojik bir inşa süreci vaat ediyor. Ancak asıl mesele bu algılama biçiminin -yeşilleri, sosyalistleri hiç saymıyorum- AB reel siyaset pratikleri içinde 'tersyüz' olması. İyimser bir yorumla denebilir ki, bunun nedeni reel siyasetin Avrupalılık ideolojisinin AB'nin 'köküne kibrit suyu dökmek' anlamına geldiğini gösterecek kadar kurumlaşmış olmasıdır. Zorlanarak da olsa, bu yapı ideolojik değil hukuksal bir muhteva üzerinde yol almaya çalışıyor. Bütün sarsıntılara, risklere, başarısızlıklara rağmen reel pratikleri kurumlaştırılmaya çalışılıyor. Gelişmenin motoru ise, sanıldığı gibi yalnızca siyaset kurumu değil. Kültür ve sanatın simgesel alanı yaratıcılık, himayeci ilişkileri etkiliyor. Düşünce alanının iktidardan bağımsızlaşması bu reel pratiklerinin oluşmasında rol oynuyor.

Zannedersem Türkiye'deki AB algısında sorunlar bu reel politika alanında ortaya çıkıyor: Doğal olarak Türkiye'deki muhafazakâr partilerin bu ideolojik muhtevaya sahip çıkmaları söz konusu değil. AB değerler üzerinden değil, ekonomik, hatta teknik denebilecek unsurlarla algılanıyor. Buna karşılık uygulamaya gelince iş tersine dönüyor. AB reel siyasette ideolojik bir duvara çarpıyor. Bu nedenle AB ile Türkiye arasındaki sorunların iddia edildiği gibi kültürel farklılıklardan değil, bu simgesel sınırları öne çıkaran siyasal pratiklerden kaynaklandığı söylenebilir. Bu önemli farka işaret ettikten sonra, yeterli olmadığını bilerek, İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti seçilmesinin bunun bir istisnası olduğunu söyleyeceğim. Adaylık sürecinden başlayarak bu fikrin geliştirilmesi başka bir duruma işaret ediyor. Sivil bir girişim grubu tarafından gerçekleştirilen AKB adaylığı süreci ortaya çıktığı andan itibaren dönüştürülme/dönüştürme diyalektiği içinde reel siyaseti zorluyor.

Kent siyaseti
Bugün resmi tarafın taahhütlerini yerine getirmek için hazırladığı yasa ile 2010, ya bu enerjisini yok eden bir siyaset pratiği içinde dönüştürülecek ya da sanatçıların, kültür insanlarının girişimleri ile reel siyasete bazı pencereler açacak. Bu işin üstesinden gelmek hiç kolay değil. Ayrıca AKB örneği gibi uygulamaları daha da zorlu hale getiren başka bir unsur daha var: Türkiye'de kent siyasetinin arka planda kalması ve bu siyaseti belirleyen temel unsurların ikincil konular olarak algılanması. Örneğin AB uygulamaları ile çelişen belediye icraatları neredeyse bütün yayın organlarında kritik bir düşünce süzgecinden geçirilmeden yer alıyor. Böyle olunca yerel siyasetin alanı daralıyor ve başka gündemlerle ilişki kuramıyor. Öyle ki, en azından farklı görüşlerin olduğu sosyal konular bile tartışmasız bir biçimde, tek yanlı olarak kamuoyuna yansıtılabiliyor. Bu nedenle gelişmelerin yalnızca yatırımcının tekelinde olduğu ve kültürel değerlerin korumacı-statükocu bir zihniyete terk edildiği bir şehirleşme modeli ile karşı karşıyayız. Geçtiğimiz ay Tayyip Erdoğan kendi partisinden siyasetçilere seslenirken, "Siyaset bir fedakarlık müessesesidir, siyasetçi kendisini değil, halkı düşünmelidir" demişti. Siyasetin bir ayrıcalık dağıtma değil, katılımcı ve enerji yaratıcı bir iş olmasını sağlamak devletin en önemli görevi. Bu aşamada kültür insanlarına görev düşüyor. Başbakan'ın bu sözlerinin lafta kalmaması için siyasetin halk lehine yapılmasını sağlayacak yöntemlere ihtiyaç var. İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi Türkiye'de reel siyasetin dönüşümü için 'nadide bir fırsat' olarak bıçak sırtında duruyor: Siyaset ve kültür eliti ya 2010'u kendileri için bir fırsata dönüştürüp yok edecek ya da Türkiye için kullanacaklar.
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.